3 Mayıs 2016 Salı

Öykücülüğüyle Muzaffer Hacıhasanoğlu

Kendi Kıyısında Bir Öykücü: Muzaffer Hacıhasanoğlu

Kadir Yüksel

            Öykücülüğümüzde unutulmuş ya da yeterince değeri bilinmemiş imzalar önemli bir toplam oluşturuyor, ne yazık ki. Kimine göre zamana karşı direnemeyenler unutulmaktan kurtulamazlar. Kimine göre ise toplumumuzun en büyük hastalığıdır belleksizlik. Birçok sebep aranıp bulunabilir, unutulma nedenleri sıralanabilir. Elbette sadece öykücülerimiz değil, romancılarımız, eleştirmenlerimiz, denemecilerimiz arasında da unutulmaya yüz tutanlara rastlamak mümkün. Ben çoğu zaman toplumsal yaşamımızın seyri içinde arıyorum unutulmanın nedenlerini. Özellikle 12 Eylül sonrası belleksizliğimizin giderek arttığını, bir koparılmışlığı yaşadığımızı düşünüyorum. Geçmiş deneyimlerimizden koparılmamız, gelecekle kurabileceğimiz bağımızı zayıflattı. Edebiyatta toplumcu bakışın yok sayılması birçok yazarın unutulmaya terk edilmesine yol açtı. Hemen arkasından gelen insancıl olandan uzaklaşma, toplumdan kopma süreci yapay bir edebiyat anlayışını öne çıkardı. Zamanla bu anlayışın kırıldığını söylemek de gerekli, elbette. Özellikle iki binli yıllar, topluma dönük sözü olan öykücülerin nasıl anlatmak gerektiğini de önceleyerek farklı anlatımlara yönelmelerini getirdi. Geçmiş dönemlerin öykücülüğüyle bağların daha sağlam kurulduğunu görüyoruz bu dönemde. Doksanların ikinci yarısında başlayan öykü dergileri kuşağı başta olmak üzere ardından gelen öykücülerin, toplumcu kuşağı da, 50 kuşağını da daha iyi değerlendirdiklerini, farklı okumalara giriştiklerini söylemeliyiz.

            Unutulmaya yüz tutan öykücülerimizden biri de Muzaffer Hacıhasanoğlu’dur. Dört öykü kitabıyla, yayımlanabilmiş iki romanıyla, bir deneme kitabıyla kendi kıyısına çekilmiş, edebiyatın bütün zamanlarına ilgi duyan, kafa yoran okuyucularını beklemektedir. Bir Tespih Tanesi (1951), Bu Dağın Ardı (1954), Eller (1979), Dağ Başındaki Ölü (1983) yayımlanan öykü kitaplarıdır. Trenler Yine Gidiyor (1982) adlı romanı sağlığında yayımlanır. Ölümünden yıllar sonra 2006’da Evlerde Sevgi Yoktu adlı romanı yayımlanacaktır. Roman otuz yıl önce 1970’de Milliyet Gazetesi’nde tefrika edilmiştir. Gene gazetelerde tefrika edilen ama kitaplaşmayan üç romanı daha var: “Kasaba Kadınları” 1961’de Vatan’da, “Tatsız Dünya” 1971’de Yenigün’de, “Emin Efendi” 1972’de Cumhuriyet’te… Bir de deneme kitabı; 1981’de yayımlanan Atatürk Bize Bakıyor.  
            Türk Dili dergisinin Temmuz 1975 tarihli Türk Öykücülüğü Özel Sayısı’nda Selim İleri ‘köyü kentliye anlatmayı amaçlayan öykücülerden’, enstitülü yazar kuşağından söz ederken kısa bir paragrafta değinir Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun öykücülüğüne: “Enstitülü yazarların dışında olmakla birlikte, kasaba insanını içli bir sesle anlatan Muzaffer Hacıhasanoğlu’nu da anmak istiyorum. Hacıhasanoğlu kasaba insanlarının acılı, üzünçlü serüvenlerini işliyor. Sessiz, durgun, dönüp baktığımızda aynı tadı veren öyküler bunlar.”
            O tarihlerde sadece ilk iki öykü kitabı yayımlanmıştır Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun. Aynı özel sayıda “Öykü Nedir? Öykü anlayışınızı anlatır mısınız?” sorusuna Hacıhasanoğlu’nun verdiği yanıttan bölümler okuyalım: “Öykü sözcük anlamına bakılırsa bir ya da birkaç olaya dayanan bir anlatı biçimidir. Benim anlayışıma göre öyküde olayın önemi eski değerini yitirmiştir. Olay yok mudur? Vardır, ancak eskisi değin vurucu nitelikte değildir. Bakın Sait Faik’in öykülerine, bir bölüğü kendi kendine konuşmalar biçimindedir. (…) Öykü yoğunlaştırmayı gerektirdiğinden romana göre daha da özen isteyen bir anlatı biçimidir. İyi bir öyküde yazar koca bir romanda anlatılandan daha çok sorunu ortaya koyabilir; söyleyebilir diyeceklerini. (…) Ben öykülerimde, olayı, kişileri, diyeceklerime yardımcı olarak kullanırım. İzlenimlerim öykücülüğüme yardımcı olmuştur; ancak hiçbir olayı baştan sona izlememişimdir. Bir ucundan yakalamışımdır. Sonrasını, kendi kendime geliştiririm.  Kesin bir sonuçla bitirmediğim öyküm çoktur. Okuruma düşünme payı bırakmak isterim. (…) Öyküde insanı toplumu içinde gerçekçi açıdan görmeyi amaçlarım.”
            Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun ilk öykü kitabı Bir Tespih Tanesi Varlık Yayınları arasında yayımlandıktan hemen sonra Kaynak dergisinde Attila İlhan bir eleştiri yazar, yazıyı Gerçekçilik Savaşı adlı kitabına da alacaktır. Hacıhasanoğlu’nun köyü değil kasabayı anlattığında daha başarılı olduğunu, köyü anlattığında hep bildik konuları, bildik şekillerde anlatmasını eleştirir. Kitabın içinde “Tokaç” adlı öyküyü diğerlerinden ayırır. Yazının pek çok yerinde Hacıhasanoğlu’na haksızlık ettiğini düşünsem de haklı olduğu nokta Hacıhasanoğlu’nun, ilk kitabında, nasıl yazmalı sorusuna, öykünün işçiliğine yeteri kadar eğilmediğidir. Nurullah Ataç’da 1954’te yazdığı bir yazıda kitaptaki öykülerin kusurlarından söz edecek ama yazısını onun iyi bir öykücü, daha doğrusu iyi bir romancı olabileceğini umduğunu söyleyerek bitirecektir. Muzaffer Hacıhasanoğlu’da 1981’de Kemal Ateş’le yaptığı bir söyleşide (Türk Dili Dergisi) başlangıçta dilde yanlışları olduğunu kabul edecektir. İlk kitabın kusurları daha ikinci kitabı Bu Dağın Ardı’nda düzelmeye başlasa da yazarının uzun bir suskunluğa girmesini engelleyemeyecektir. Yazmaktan uzak durmak değildir bu suskunluk, kitaba karşı bir suskunluktur. Çünkü kitaplarını yayımlatmadığı altmışlı, yetmişli yıllarda gazetelerde romanları tefrika edilir. Ama hiçbirinin kitaplaşması için çaba harcamaz. Sanki küskünlük yayıncılık dünyasına, kitaplaşmaya küskünlüktür. İkinci kitabın yayınlanmasından tam yirmi beş yıl sonra üçüncü öykü kitabını, Eller’i yayımlayacaktır (1979). Kitap 1980 yılı TDK Öykü Ödülünü kazanır. Bu kitapta usta işi öykülerle buluşturur öykü okuyucusunu. Çok geçmez, iki yıl sonra 1982’de Trenler Yine Gidiyor adlı romanı, 1983’te Dağ Başındaki Ölü adlı öykü kitabı yayımlanır. En çok verimli olacağı çağda, genç sayılacak bir yaşta, 1985’in hemen ilk ayında yaşamını yitirir.
            Bütün kusurlu yanlarına karşın Bir Tespih Tanesi’ndeki öyküler iç burkan, yoksulluğun, yoksunluğun acılarını yansıtan, insan sıcaklığında öykülerdir. Anadolu’nun değişik yerlerinde hekimlik yapan Hacıhasanoğlu’nun tanıklıklarından izler taşırlar. Bu izleri bütün kitaplarında da görebiliriz. Kenti anlatan öyküleri neredeyse yok gibidir. Köyün, özellikle de kasaba insanlarının anlatımında daha başarılı, daha ustadır yazar. Attila İlhan’ın sözünü ettiği “Tokaç” öyküsü her şeyiyle diğer öykülerden ayrı tutulmalıdır, kitabın en güzel öyküsüdür. Annesi fabrikada çalışmak zorunda olan Fatma, evde küçük kardeşlerine bakmak için okuldan ayrılır. Öğretmeni Fatma’nın peşine düşünce babası hastaneden okula gidemez diye rapor almak ister. Fatma’yı takar peşine hastaneye gider. Doktorlar röntgen isteyince babanın kafası karışır. Röntgen dedikleri şey insanın içini göstermez mi? Fatma’nın içini görürlerse işin aslı anlaşılacak, sahte rapor almaya çalıştıkları belli olacaktır. Baba kızının röntgene, içini gösteren aynaya girmesine izin vermez.

            Bu Dağın Ardı adlı ikinci kitap ilk kitabın kusurlarının aşıldığı, gerek sağlam kurgularıyla, gerek atmosferiyle, anlatımıyla, gerekse kişileştirmeleriyle, diyaloglarıyla ilk kitaba göre daha iyi öykülerin bir araya geldiği bir kitaptır. Bu öykülerde artık olay ikincil konumdadır. Olayın içinden bir kesit alınmış, o kesitin içinde kişilerin dünyaları, yaşam savaşımları, yoklukları, çoğu kez iç monologlarla, anımsamalarla anlatılmıştır. Kitaba adını veren uzun öykü kurgusuyla da ilgi çeker. Soğuk bir kış günü karargâhta iskambil oynayan subayların arasındaki konuşmalarla başlayan öykü her bölümünde farklı bir yere, mekâna evrilecek, her bölümde ötelerde görünen dağın ardı özlenecektir. Bütün öyküler kasaba yaşamından kesitler sunar okuyucusuna. “Kibrit Kutusu”nda tren istasyonundaki hamalları, istasyona dışarıdan gelen yolcuları anlatır.  “Gelirsiniz Değil mi?” turnelere çıkan bir tiyatro kumpanyasının rejisörünün başından geçenleri anlatacak, sanki bir Anadolu fotoğrafı çekecektir. “Davulcu” adlı öykü kasaba insanının sıkıntısını, durağanlığını, delicesine davul çalan bir davulcunun yaşamından kesitlerle birleştirerek, güçlü betimlemelerle, diyaloglarla anlatacaktır.

            Yirmi beş yıl aradan sonra yayımlanan üçüncü öykü kitabı Eller, Muzaffer Hacıhasanoğlu’ nun öykü ustalığını yerleştirdiği kitaptır. 1980 yılı TDK Öykü Ödülünü kazanan Eller’de on bir öykü var. Kitaba adını veren öykü “Eller”, köyden kente göçen, kentte bir fabrikada çalışmaya başlayan, tanıdığı herkesi elleriyle değerlendiren, elleriyle tanıyan Mehmet’in öyküsüdür.  “Eskimiş Bir Marangoz” öyküsü eski bir marangoz ustasının intihar etmek istemesiyle açılır. Yok olmaya yüz tutan esnaflığa ilişkin bir öyküdür, sonunda emeği, emeğinle kazanmayı yüceltecektir. “Traktör” farklı tanıklıklarla Hasan Ağa’nın anlatılmasıdır. Kazanma hırsı, toprak hırsı sonu olacaktır ağanın. “Ben, Molotof, Çörçil, Yosma” okuyucusunu at yarışlarına götüren bir öykü, gerek konusu, gerek anlatımıyla kitabın en farklı öyküsü. “Faytona Ağıt” öyküsünü de farklı inceliklerin öyküsü olarak mutlaka anmak gerek.

            Yayımlanan son öykü kitabı Dağ Başındaki Ölü ellili yıllardan seksenlere taşıdığı öykü anlayışının en üst noktasıdır. İlk kitabının ilk öyküsü “Bir Fotoğraf Canlanıyor”da kullandığı gerçeküstü bir öğeye ses vererek gündelik gerçeği anlattırma biçimini son kitabının ilk öyküsü, kitaba da adını veren “Dağ Başındaki Ölü”de de kullanır. Öyküyü ölen adama ses vererek anlatır. Giderek büyülü gerçekçiliğe de yaslanabilecek bu tutumunu ne yazık ki sürdüremez, geliştiremez. “Çiçekler” de öleceğini bilen bir ihtiyarı, “İsli ve Ötekiler” de zar atan kumar tutkunlarını, “Yeşil İskarpinler” de genç kız hayallerini, hayalleri yok eden yoksunlukları, “Tamam mı?” da kasabanın top peşinde koşan bıçkın delikanlılarını, “Cehennem Otobüsü”nde otogarları, otobüs yolculuklarının renkli kişilerini okuruz. 
Muzaffer Hacıhasanoğlu gerçekçi öykücülüğümüzün izinde ürünler vermiştir. Klasik öyküleme anlayışını fazla zorlamadan, duru, temiz bir dil anlayışıyla, yer yer yöresel söyleyişleri de yazıya aktararak oluşturur yazı dünyasını. En önemli özelliğinin de içtenliği olduğunu düşünürüm. Kırsal kesim ve kasaba insanlarının yaşamını keskin bir gözlem gücüyle yansıtır öykülerine. Kırsalda yaşamın sancıları, köyden kasabaya göç olgusu, sanayileşmenin getirdikleri, işçilerin dünyası, aile toplum çatışması, aile içindeki sürtüşmeler, çile çeken kadınlar, dayanışmalar, mutluluklar, bireyin iç dünyasını da unutmadan yazıya aktarılır. Küçük insanların gündelik dünyalarından çıkarır anlatacaklarını, eleştirmekten de korkmaz kahramanlarını, sevmekten de. 

Öykücülüğümüzün gerçekçi kuşağının bu alçakgönüllü, insancıl, kısa ömrünü çıkar gözetmeksizin yazının içtenliğiyle birleştirmiş öykücüsünün, Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun bütün öykülerini, hatta dergilerde kalanları da katarak tek bir kitapta toplamanın zamanı geldi de geçiyor. Yazının da yaşamın da çok acısını çeken bir kuşağın, gitgide artan bugünün acılarına da söyleyecek çok sözü olduğunu düşünüyorum. Kendi kıyısından dostça seslenen o güzelim romanının adını değiştirerek söyleyelim; ‘evlerde sevgi olsun’ diye…  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder