1-Fay Boşluğu kitabı edebiyatımızda önemli birçok yazarın
deprem ile ilgili öykülerinin derlenmesi ile oluştu, bu fikir nereden doğdu?
Öncelikle
ben doğma büyüme İzmit’liyim. 1999 yılındaki büyük Gölcük depreminde de
İzmit’teydim. Depremin tam içindeydim. Çok şey yaşandı, bugün bile gözümün
önünden gitmeyen şeylere tanıklık ettim. Çok zor günlerdi. O zamanlar
yayımladığım bir öykü dergisi vardı: Üçüncü
Öyküler. Dergide bir deprem özel sayısı yapmak için depremi yaşayanlardan
öykü yazmalarını istedim. Elbette çok zordu o kötü günlere tanıklık etmiş yazar
dostlarımın öykü yazmaları. Gene de yazılabilen öykülerle bir özel sayı
oluşturduk. O günden sonra okuduğum deprem öykülerini bir kenara not almaya
başladım. Birkaç yıl sonra da böyle bir derleme hazırlamaya giriştim. Boynumda
bir borç gibi asılı duruyordu bu derleme.
2-Büyük bir tarama ve eleme süreci gerçekleşti elbette öyküleri belirlerken, bu süreci biraz anlatabilir misiniz?
İki yıla
yakın bir sürede ulaşabildiğim bütün öykü kitaplarını taradım. Şöyle
söyleyeyim, Samipaşazade Sezai’nin öykülerinden bugüne kadar yayımlanan öykü
kitaplarının listesini aldım önüme ve çoğuna ulaştım. Eski TDK’nın öykü özel
sayısında ve Adam Öykü’nün ilk sayılarından birinde yer alan öykü kitapları
listelerine farklı kitaplardan edindiğim yazar adları ve kitapları da
ekleniyordu. Sahaf sahaf dolaştım İstanbul’da, edebiyatçı dostlarımın
kitaplıklarına daldım. Üniversite kitaplıklarından soruşturdum. Aslında bir
yanıyla deprem öyküleri ararken bir yanıyla da öykücülüğümüzün tarihsel
gelişimi tarıyordum. Çok şey kazandırdı bana.
Bir
de ülkemizde gerçekleşen depremlerin listelerini çıkardım. Özellikle yıkıma yol
açan büyük depremleri sıraladım. O tarihlerde ve hemen ertesi yıllarda
yayımlanan öykü kitaplarını daha bir dikkatli inceledim. Bu da doğru bir
yöntemdi, çünkü o dönemlerde öyküler yazıldığını gördüm. Özellikle 1999 depremi
sonrasında daha önceki yıllarda yazılanlardan daha çok deprem öyküsü
yazıldığını söyleyebilirim.
Bu
derleme elbette bulduğum bütün öyküleri içermiyor. Altmışa yakın öykünün
içinden seçtiğim yirmi sekiz öykü yer alıyor. Öyküler ardı ardına okunduğunda,
öncesiyle, sarsıntısıyla, sonrasıyla, tortularıyla depremin bütün aşamalarının
görülebilmesini istedim. Öyküleri böyle bir anlayışla dizdim. Şunu mutlaka
belirtmek isterim. Sait Faik’in bir öyküsü vardı ve yeni yayımcısının
ilgisizliği nedeniyle izin almakta güçlük yaşadık, öyküye yer veremedik. Çok
istememe karşın yer veremediğim böyle birkaç öykü oldu.
3- Edebiyatımızın deprem vb felaketlere yaklaşımı genel
olarak nasıl tanımlarsınız?
Her yanı
fay hatlarıyla çevrili bir ülke için edebiyatımızın depreme yaklaşımının eksik
olduğunu düşünüyorum. Özellikle 1999 depremine kadar bu böyle. 1999 depreminden
sonra özellikle genç yazarların öykülerinde, romanlarında depreme yer verdiğini
görüyoruz. Bunun nedeni bence 1999 depreminin yarattığı etkidir. Özellikle 1999
depremini televizyonlardan naklen seyretti tüm ülke, bir de o dönemde oluşan
toplumsal dayanışma çok etkileyiciydi.
Bana ilginç gelen toplumcu düşüncedeki
yazarlarımızın depremin yaşattıklarını edebiyata, özellikle öyküye çok az
yansıtmaları… 1950 Kuşağı öykücüleri için de söyleyebiliriz aynı şeyi. Bunun
bir eleştiri olarak algılanmamasını isterim, bu sadece bir saptama.
4- Bu türden felaketler sonrasında yaraların sarılmasında
edebiyatın payına düşen nedir?
Edebiyat
maddi yaraların sarılmasına yarar mı, bilmiyorum? Ama depremin ruhlarımızda
açtığı yaralara etkili olacağını düşünüyorum. Ruh yaralarını edebiyat sarar. Çünkü 1999 depreminde tam içinde
yaşadığımda gördüm ki, deprem sonrası ruhlarda oluşan yıkımlar da, maddi yıkımlar
kadar acı veriyor. Edebiyat, ruhlarımızdaki çöküntüyü, temelin değil insanın
çürüğünü anlatabilmek için önemli. İnsanın çürüğüne, insandaki çöküntüye karşı
bilincimizi geliştirmemiz için önemli. Yaşanan bütün acıları paylaşabilmek ve
çağına tanıklık edebilmek için önemli…
5-Kitabın telif hakkının bir kısmı Akut'a bağışlanıyor, bu nasıl oldu, neden böyle bir şeye karar verdiniz?
AKUT
neredeyse 1999 depremiyle özdeşleşmiş bir kuruluş. O acı günlerin içinde
yaşamış kiminle konuşursanız konuşun AKUT’tan ve yabancı kurtarma ekiplerinden
söz edecektir. Ticari bir kaygıdan daha çok bir sorumluluk düşüncesiyle
hazırladık bu derlemeyi. Bu sorumluluk düşüncemizi toplumda da kabul görmüş,
depremle bütünleşmiş bir kuruluşla paylaşmak istedik. Bunu yazarlarımızla
paylaştık ve hepsinden olumlu yanıt aldık. Bu da yazarlarımızın depremin
acılarını paylaşmaya bir katkısıdır.
6-Kitapta yazarlardan deprem öyküleri okuyoruz, peki deprem
sizin için ne ifade ediyor?
Ne
yazık ki ülkemiz deprem gerçeğini bir türlü kavrayıp çözemiyor. Gerekli
önlemleri almış gibi görünüyoruz ama deprem olup bittikten bir süre sonra
unutuyoruz ve bir sonraki depreme kadar gene aynı hataları yapıyoruz. Gene
imara açılmayacak yerleri imara açıyoruz, gene binalarımızı sağlam yapmıyoruz,
gene bir kat fazla çıkmanın hesaplarını yapıyoruz, gene denetimi aksatıyoruz,
gene denizleri dolduruyoruz… Örneğin bir İstanbul depreminden söz ediliyor, ne
kadar hazırlıklıyız böyle bir depreme. Eğer bilim adamlarının söyledikleri gibi
bir deprem gerçekleşirse… Doğrusu, düşünmek bile istemiyorum yaşanacak acıları…
Kitabın giriş yazısında da sözünü etmiştim; beni en çok irkilten söz “depremle
yaşamaya alışmalıyız” sözü. Ne kadar alışkanlıklar canlısıyız. Neye alışacağız?
Depreme! Faya! Binanın çürüğünü, kaçak katları, yapılmayan denetimleri,
vurgunları bir kenara atalım ve depreme alışalım, öyle mi? Her şeyi tevekkülle
karşılayalım, 7.4 yetmedi mi diye soralım, kılımızı bile kıpırdatmadan, çare
düşünmeden alışalım yeter ki. İnsanın çürüğünü sorgulamayalım ama depreme
alışalım, ne güzel? Peki, ruhlarımızdaki depreme alışmanın kolay olduğunu mu
sanıyorsunuz? Deprem olağan seyrinde ilerleyen bir doğa olayıdır, doğa olayı
olarak öldürücü değildir. Depremi korkunç hale getiren, öldürücü kılan ne yazık
ki insanlardır.