25 Eylül 2014 Perşembe

Karla Karışık Öykü Yağışı - Kış Öyküleri


Karla Karışık Öykü Yağışı

             Uzun kış gecelerinde sıcak bir odada koltuğuma oturup kitap okumanın dinlendiriciliğini hiçbir şeye değişmem kendimi bildim bileli. Yanında sıcak bir çay. Kışın sert bir mevsim olması, yoklukların, yoksunlukların kışın soğuk günlerinde daha bir görünür olması çokça yansımıştır edebiyata. Karla kaplanmış doğanın karşısında sözcüklerin büyüsünü öne sürer edebiyat. Sadece yazılı değil, sözlü gelenekte de masal deyince önce kış geceleri gelmez mi aklımıza? Elbette, bir karşılaştırma yapmadım, sayısal veriler de yok elimde, ama edebiyatta kış daha baskın gibi gelir bana. Büyük romanları, klasikleri gözden geçirin, karla kaplı olanlar ya da kış aylarının yağmurlu puslu havasını taşıyanlar daha bir öne çıkar gibidir. Ya da etkisi daha derindir mi demeli? Kışın sertliği, insanları zorlayan koşulları daha mı yakındır trajik olana? Yokluğun, yoksulluğun konu edildiği yapıtlar kış şartlarıyla sınarlar kahramanlarını. İnsanın doğa karşısındaki savaşımı çoğunlukla kış imgesiyle karşılanmış, sayısız yapıtta yerini almıştır.
            Öykücülüğümüzde de kışın yeri ayrı. Sabahattin Ali’den Orhan Kemal’e, Sait Faik’ten Selçuk Baran’a kadar etkileyici kış öyküleri gelip geçer önünüzden. Neslihan Önderoğlu Karla Karışık adını verdiği “Kış Öyküleri Seçkisi”nde günümüz öykücülerinin kış öykülerini derlemiş. Kitaptaki öykülerin çoğunluğu bu seçki için yazılmış öyküler. Sezer Ateş Ayvaz, Nalan Barbarosoğlu, Kenan Biberci, Ahmet Büke, Onur Çalı, Berna Durmaz, Ferat Emen, Dilek Emir, Sine Ergün, Hande Gündüz, Kerem Işık, Hakkı İnanç, İrem Karabaş, Neslihan Önderoğlu, Mehmet Fırat Pürselim, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Fuat Sevimay, Feryal Tilmaç, Bahri Vardarlılar seçki için yazan öykücüler. On iki yazarın kış öyküsü ise kitaplarından seçilmiş: Berat Alanyalı, Pelin Buzluk, Behçet Çelik, Faruk Duman, Yavuz Ekinci, Şenay Eroğlu Aksoy, Müge İplikçi, Cemil Kavukçu, Murat Özyaşar, Yalçın Tosun, Fadime Uslu, Murat Yalçın. Öyküler, öykücülerin soyadına göre alfabetik sıralamaya göre dizilmiş.
            Doksanlı yıllardan gelen usta öykücülerle bugünün genç öykücülerini buluşturuyor seçki. Kışın öykücülerde yarattığı duygu, kış imgesinin öykülerine yansımaları böyle bir seçkinin içinde bir araya gelince keyifle okunan bir kitap ortaya çıkıyor. Öykülerin, böylesi seçkilerde bazen görülen olmamışlık duygusundan uzak olduğunu, hepsinin belli bir çıtanın üzerinde olduğunu söylemek isterim öncelikle. Seçki için yazılan bütün öyküler, kitaplardan seçilen öykülerle bir araya geldiğinde seçkinin düzeyini yükseltiyorlar. Başka öyküler de seçilebilirdi elbette, ama eninde sonunda öznel bir çalışmadır seçki yapmak. Karla Karışık’ta da Neslihan Önderoğlu’nun özenli bir çalışma ortaya çıkardığını, seçkinin, öykülerin kalıcılığını gözettiğini, düzeyini koruduğunu düşünüyorum.
             Berat Alanyalı’nın Ömrün Yazı kitabından alınan “Lekenler, Patenler” isimli güzel öyküsüyle açılıyor seçki. Ömrün Yazı diliyle, öyküleriyle etkileyici bir kitaptı. “Lekenler, Patenler” öyküsünün kahramanı, kışın yolları kapanan bir mezrada öğretmenlik yapan, idealleri olan babasını kız kardeşinin ölümünden sorumlu tutar, hiç bağışlamaz. Öykünün sert yüzü kışın sert yüzüyle örtüşür.
            Sezer Ateş Ayvaz’ın öyküsü “Küllenmiş Bir Kuşu Yakalamak”, annesi ve babası evde olmayan üç kardeşin, kar altında pencereye konan güvercini yakalayıp eve almalarının öyküsüdür. Ardından gelen Nalan Barbarosoğlu’nun “Bembeyaz Bir Sessizlik” adlı öyküsüyse hayli tedirgin edici bir öykü. Şehrin üstünü örten gerginlik, kışın tipili ayazıyla bütünleşip okuyucusuna yansıyor.
            Ahmet Büke’nin “Kışt Kış!” adlı öyküsü kışla yoksulluğu, yoksunluğu buluşturuyor. Çocuk yaşta çalışmak zorunda olan öykü kahramanının burnundan su alan ayakkabısı… “Bu kış çok soğuk olmasın” diye dua etmesi… Pamuk helva tadında, kırmızı tadında geçip giden zaman… Behçet Çelik’in “Kar Karanlığı” öyküsü Düğün Birahanesi adlı kitabından alınmış. Kar altında, soğukta adres soran öykü kahramanı, çalıştığı ajansa borcu olan bir müşteriyi aramaktadır, borcunu alabilirse eksik kalan maaşını da alabilecektir. Behçet Çelik’in kendine özgü o dingin anlatımıyla, sözcüklerin insanın içine işleyen dokunuşlarıyla, şehrin arka taraflarında, bir başka köşesinde, karın güzelliğini bile çirkinleştiren bir caddede dolaşıyoruz.
            Faruk Duman’ın “Eriyen Gelin” öyküsü Baykuş Virane Sever adlı kitabından alınmış. Eve bir gelinle dönecek olan ağabeyin beklenişi, hasta anne ve babasıyla birlikte karda kışta odun toplayan öykü kahramanı. Faruk Duman’ın benzersiz anlatımının, öykünün alanını dille büyütmesinin yetkin örneklerinden biri aynı zamanda bu öykü. Berna Durmaz’ın “Yumuk” adlı öyküsü dilindeki masalsı havayla, kara kışta sobanın üstüne kestaneleri dizerken okunacak türden. Hele son cümlesi okuyucuyu olduğu yere mıhlayıveriyor. Dilek Emir kitabındaki öykülerde olduğu gibi vurucu, hemen içine çeken bir cümleyle açıyor “Seçme Dansı” adlı öyküsünü. İleriye, geriye sarışlarıyla kurguyu da önceleyen bir kardan adam öyküsü. Hande Gündüz’ün yaşamın içinden ayrıntılarla örülü, atmosferini hemen kuruveren öykülerinden bir yenisi “Kış Kapısı”.
            Ne yalan söylemeli, seçkinin en sevdiğim öyküsü Kerem Işık’ın “Meşe Ağacı” adlı öyküsü oldu. Toplum Böceği adlı kitabındaki öykülerinde de (özellikle “Bir Ergenlik Dönemi Tragedyası”) keyifle okunan alaysamalı öykü dilini seçkideki öyküsünde de bütün inceliğiyle sürdürüyor. Bu dil okuyucuya ‘uzak açı’ da sağlıyor, ‘epik’ bir yanı var bana kalırsa.
            Hakkı İnanç, çarpıcı sonuyla okuyucusunu sarsan “Ayıyı Öldürmek” adlı öyküsüyle yer alıyor seçkide. İrem Karabaş “Karakışta Ev Yapımı Erik Reçeli” adlı öyküsünde ölümü tenhada karşılamak isteyen yaşlı köpeğinin bu isteğini anlayamayan öykü kahramanının yatalak annesine bakıcı bulamamasını ve sürpriz bir sona doğru sürüklenmesini anlatıyor. İrem Karabaş’ın anlatımı içten, özenli. Okuyucusunu irkilteceği bölümlerde de yalınlığını koruyor olması, öykünün etkisini arttırıyor.
            Mehmet Fırat Pürselim’in “Dört Mevsim” adlı öyküsünde bölgelerin iklim özellikleriyle, mevsimler arasında, geriye dönüşlerle eski bir aşkın izini sürüyor öykü kahramanımız. Hastanede yeni doğmuş kızını kucağına aldığında çalıveriyor telefonu. Mehmet Zaman Saçlıoğlu, edebiyatımızın büyük ustalarının dizelerini, öykülerini, sözcüklerini yanına alıp dolaşmaya çıkıyor. Tren yollarını, tren garlarını arıyor… Betonlaşan, giderek görmemişliğin boyunduruğu altında ezilen kentin soluğunu arıyor. Kışın güzelliği kalmıyor artık kentlerde, kış bir karabasan olup çöküyor, kentin bozulmuşluğu bütün mevsimleri örtüyor.
            Fuat Sevimay, Meserret Hanım’ın yalnızlığına götürüyor okuyucusunu “Yalnız” adlı öyküsüyle. Torunuyla konuşur Meserret Hanım, orada olmayan torunuyla, yorulur sonra, biraz dinlendirmek için kapayıverir gözlerini. Feryal Tilmaç “Lubya’nın Maskeleri”nde okulun büyük kapısının yanındaki tezgâhında kitap kiralayan, yanında duran büyük karton kutusunda maskeler satan Lubya’yı anlatır öykü kahramanının gözüyle. Şişman bir kızdır öykünün kahramanı, çevresindeki herkes ondan zayıftır, bir tek Lubya’nın yanında kendini zayıf hisseder.
            Karla Karışık genç kuşağın, bir önceki kuşağın ustalarıyla buluşarak kış imgesini öyküye dönüştürmeleriyle okuyucusuna keyifli bir öykü şenliği sunuyor. Kalıcı olacak, saklanacak, aranacak bir seçkiye dönüşüyor.

Seçkiyi hazırlayan Neslihan Önderoğlu’nun önsözdeki son cümlesi hep aklımda kalacak: “Karla karışık bir öykü yağışında keyifli okumalar…”

Sahaftan 9 - Oyun Yazarı - Özdemir Nutku



Oyun Yazarı

            Tiyatromuzda yazar sorunu hep gündemde olmuştur. Özellikle ulusal tiyatromuzun nasıl şekilleneceği konusundaki tartışmalar eninde sonunda yazar sorununa dayanmıştır. Bugün başka açılardan da gündeme getirilerek tartışılır durur bu sorun. Özdemir Nutku tiyatromuzdaki yazar sorununa dramatik yazın kuramı olarak ilk yaklaşan tiyatro adamıdır diyebiliriz. Daha öncesinde bu konuda görüşlerini ortaya koyan tiyatro yazarları var elbette, ama akademik bir yaklaşımla olduğu kadar tiyatronun diğer etmenlerini de göz önüne alarak tiyatro ve yazar kavramına açılımlar getirmesiyle ve bunları birer yapıtla ortaya koymasıyla ilktir. Tiyatroda yazarın, oyun yazarının sürekli gündemde olduğu, ulusal tiyatro anlayışının nasıl olması gerektiğinin kıyasıya tartışıldığı altmışlı yılların dinamik tiyatro ortamında iki yapıtla bu tartışmalara yani açılımlar kazandırır Özdemir Nutku. Bunlar sadece deneme kitapları da değildir, akademik birer çalışmadır. “Tiyatro ve Yazar” adlı kitabı 1960’da, “Oyun Yazarı” adlı kitabı 1965’te yayımlanır. Ne yazık ki bugün ancak sahaflardan edinilebilecek yapıtlar bunlar. Özdemir Nutku hocamız bu yapıtlarını yeniden gözden geçirip bugünün anlayışıyla yeni basımlarına hazırlasa…
            “Oyun Yazarı” tiyatromuzdaki yazar sorununa değinilen giriş bölümüyle açılıyor. Öncelikle oyun yazarının görevci olması gerektiğini söylüyor. Geniş kitlelere sunulan, halkla iç içe olan bir sanat dalı olarak tiyatro sanatının anlamının soyut sanatla, sanat sanat içindir anlayışıyla ortaya çıkamayacağını savunuyor. Yirminci yüzyılda oyun yazarının her zamankinden daha çok yükümlü olduğunu, çağının sorunlarına eğilecek bilince sahip olması, çevresinin ihtiyaçlarına, yaşamına eğilmesi, insanlara karşı sorumluluğunu hiç unutmaması gerektiğini söylerken bugünün yazarına da, yani yirmi birinci yüzyılın yazarına da seslenmiyor mu?
            Kitabın ilk bölümünün adı “Olmak ya da Olmamak”. Bu bölümde önce köke inmenin, köksüz bir yaratının cılız kalacağının altını çiziyor. Tanzimattan sonra tiyatromuzun kökünü çürüterek başka bir kökün üzerinde yeşermeye çalışmasından söz ediyor. Tiyatromuzun kökü olarak görebileceğimiz seyirlik sanatlarımızın kendine özgü yapısını, modern tiyatro yazını için kullanabileceğimiz özelliklerini sıralıyor ve bunlardan yararlanarak kendi tiyatromuzu kurabileceğimizi savunuyor. Bölümün diğer başlıkları “iç yasaklama”, “çağının aynası olmak”, “rastlantı olmamak”, “dramatik duyarlılık” adlarını taşıyor. Toplumcu yanı ağır basan bir düşünceyi öne çıkarıyor Özdemir Nutku.
            İkinci bölüm “Malzeme Seçimi” adını taşıyor. Çoğu kez sıkıntısı çekilen şeydir, yazılacak malzemenin seçimi. Neyin daha etkili olacağını düşünür dururuz. Özellikle dramatik yazının çatışmalar yaratma sanatı olduğunu unutmamamız gerekiyor. Malzemenin seçimi ortaya çıkarılacak çatışmalar için yazarın başlangıç noktasını oluşturacaktır. Üçüncü bölüm “Kişileştirme Düzeni”nde özellikle karakter ve tip ayrımına değiniliyor. Karakter yaratmanın ince noktalarına dikkat çekiliyor. Dördüncü bölümde “Konuşturma Örgütü” ele alınıyor. Özellikle bu bölüm oyun dilinin nasıl olması gerektiğine ilişkin mutlaka okunup üzerine düşünülmesi gereken bir bölüm. Konuşturma, tiyatro yazarı için yazdığının ete kemiğe bürünmesini sağlayan en önemli özelliktir kuşkusuz. Oyun yazarının asıl hüneri burada kendini gösterecektir. Kitabın en çok önemsenmesi gereken bölümü ise bana göre “Estetik Denge” adını taşıyan beşinci bölüm. Estetik denge tema-karakter-durum üçlüsünün iyi bir ölçüyle, oyunun amacına, sözüne de uygun olarak dengelenmesi ve bu yolla sağlanan bütünsellik anlamını taşıyor. Bu estetik dengeyi çoğu zaman önemsiz görmemiz yazdığımız oyunların güdük kalmasına neden oluyor. İyi bir oyunun bütünlük taşıması, öğelerinin dengelenmiş, kaynaştırılmış olması gerekir. Bu bölümde özellikle ele alınan çatışma türleri yazım örneklerinden de hareket ettiği için oldukça öğretici.
            Kitap “Temrinler” bölümüyle bitiyor. Bu bölümde oyun yorumlarına, incelemelerine örnek olacak beş ayrı çalışma veriliyor.
            “Oyun Yazarı” adlı kitabının bir özetine ve temrinler bölümüne daha sonraları “Dram Sanatı” adlı kitabında yer veriyor Özdemir Nutku. Gene de “Oyun Yazarı”nın yeri ayrı duruyor. Tek başına da değil bence “Tiyatro ve Yazar” adlı kitabıyla birlikte. Özellikle söyleyecek sözü olan ve çağının sorunlarına sırt çevirmeyen yazar adayları için kışkırtıcı bir kitap, yayımlanmasından bu yana elli yıl geçmiş olmasına rağmen.

Sahneye Bakmak- Tiyatronun Temel Kavramlarına Bakış



Tiyatronun Temel Kavramlarına Bakış

Müsahipzade Celal oyunlarına duyduğum ilgi nedeniyle daha yayımlandığı ilk günlerde edinip okuduğum “Müsahipzade Celal Tiyatrosu’nda Osmanlı Tavrı” adlı kitap farklı konularda da tiyatro kavramları üstüne düşünmemi sağlamıştı. Oyun dili, tiyatroda dil-tavır özellikleri… Murat Tuncay hocamızın oldukça oylumlu, alanında aşılması çok güç bu yapıtını daha sonraları bölümler halinde defalarca okuyup altını çizdiğim, notlar aldığım çok olmuştur. İzlediğim yayınlarda Murat Tuncay imzasını gördüğüm her yazıyı atlamadan okumaya çalışıyorum o günden beri. Bir kaç yıllık aranın ardından geçen yıl “Sahneye Bakmak I – Tiyatronun Temel Kavramlarına Bakış” kitabıyla çıkageldi. Kitabın ikinci cildi için de fazla bekletmedi, bu yıl içinde “Sahneye Bakmak II” yayımlandı, aynı alt başlıkla.
            Tiyatronun kendine özgü pek çok kavramını kullanırız tiyatrodan konuşurken ama bu kavramlar üzerine derinlemesine düşünmeyiz. Örneğin “dramatik” sözcüğü hep dilimizdedir de, “dramatik nedir?” diye sorduklarında ne diyeceğimizi bilemez, çağrışımlarıyla bir şeyler söylemekten öteye gidemeyiz. Ya da tiyatroda dil sorunu üzerine enine boyuna düşünmemişizdir hiç. Sanatta kalıplaşma üstüne düşünmek ne kadar da gerekli oysa bugünün sanat ortamında. Hele hele sahne sanatlarında alkışın işlevini, alkışlanmak kadar alkışlamanın da gereksinim olduğunu düşündük mü şimdiye dek? Bugüne kadar çok üstünde durmadığımız bu ve buna benzer türde tiyatro kavramları üstüne doyurucu yazılardan oluşuyor Sahneye Bakmak I adlı kitap. Murat Tuncay hocamızın otuz yıllık deneyiminden, birikiminden süzülüp gelen düşünsel, sorgulayıcı yazılar.   
            Sahneye Bakmak I “Dramatik Nedir?” sorusuyla başlıyor. Yaklaşık yüz sayfalık bu yazıda önce dramatik kavramının günlük yaşamımızdaki yerini ve etimolojisini okuyoruz. Ardından çağlar boyunca dramatik kavramının gelişimini, tiyatro anlayışları içinde dramatik kavramının aldığı biçimleri ve dramatik olanın niteliklerini anlatıyor. Dramatik kavramı bütün boyutlarıyla çıkıyor karşımıza. Kitabın önemsenmesi gereken yazılarından biri de “Tiyatronun Dili” adlı yazı. Murat Tuncay’ın tiyatroda dil sorunu üzerine daha doyurucu incelemesi ise Müsahipzade Celal üzerine yaptığı çalışmada yer alıyor. Keşke o bölümün bütünü alınsaydı bu kitaba. “Tiyatronun Ahlaksızlığı”, “Sahne Sanatlarında Alkış ve İşlevi”, “Sanatta Kalıplaşma Eğilimi ve Tiyatrodaki Boyutları” adlı yazılar da mutlaka okunmalı.
            Sahneye bakmak farkına varmaktır. Seyirci için değil sadece, biz tiyatronun içinde kendini var etmeye çalışan insanlar için de böyledir bu. Sahne, seyirci için bir seyir yeri, estetik haz alma merkezi, düşünme, duygulanma, paylaşma, değişme sürecini oluşturan alandır. Ama tiyatronun içinde, tiyatroyla birlikte var olabilen insanlar için dünyanın en kutsal yeridir kuşkusuz. İtalyan sahneden, ortada sahneye kadar, seyirlik oyunların, sokak oyunlarının oyun alanına kadar sahne olabilen bütün alanlar aynı kutsallığı taşırlar. Bu kutsal mabedimize tekrar tekrar bakmak, her seferinde o kutsal dünyanın bambaşka olanaklarla bizi sahnenin içine çektiğini görmek, yaşam gerçeğiyle sahne gerçeğini bütünleyen yapının farkına varmak, sahneye özgü kavramları derinlemesine düşünmek zorundayız.


            Sahneye Bakmak II Murat Tuncay’ın Türk tiyatrosu üzerine yazılarından oluşuyor. “Modern Türk Tiyatrosunun İlk Sıkıntılarına Toplu Bakış” adlı ilk yazı Tanzimat döneminde neredeyse yoktan var edilen modern tiyatronun nasıl zorluklarla baş etmek zorunda kaldığını ele alıyor. Geleneksel tiyatromuzla bağının kopmasına toplumsal temeli olan bir bakış açısıyla yaklaştığını görüyoruz. Geleneksel gündelik yaşam kültürümüzün, Tanzimat ve batılılaşma anlayışıyla uğradığı değişimin, yaşanan çelişkilerin, kopuşların tiyatroya etkilerine değiniliyor. O sancılı dönemin tiyatromuzda yarattığı sıkıntılar, tiyatro ortamımız, oyuncularımız, tiyatro repertuarımız ve yeni yeni oluşmaya başlayan seyircimiz açısından yeniden değerlendiriliyor. Böylesi bir toplu bakış, o dönemin tiyatrosunu toplum hayatında yaşanan değişimlerle birlikte ele aldığı için bütünü daha iyi görebilmemize yardımcı oluyor.
            “Kadının Sahne Özgürlüğü” kadınların sahneye çıkmak için ne büyük zorluklarla boğuştuğunu sadece bizim tiyatromuzdan değil dünya tiyatrosundan da örneklerle anlatıyor.
            Tiyatromuz, başlangıcından bugüne desek yeridir, bir biçem arayışının içindedir. Kendi insanlarını, kendine özgü biçimlerle, farklı anlayışları sahnede eritebilecek düşünsel temellerle seyircisine aktarabilecek arayışlar tiyatromuzun temel sorunlarından biri oldu. Bunun ne kadarını başardığı elbette tartışmalıdır. Murat Tuncay tiyatro bilimsel yaklaşımla köy seyirlik oyunlarımızdan, töre komedyalarımızın günümüze nasıl taşınacağına, Müsahipzade Celal tiyatrosunun özelliklerinin yeniden değerlendirilmesine kadar birçok konuda yeniden düşünmemiz için yazılarıyla kapı aralıyor.
            İkinci kitabın ilgi çekici yazılardan biri de “Türk Tiyatrosunda Sahne Arkası Etiğinin Gelişmesi ve Muhsin Ertuğrul” adlı yazı. Bu konuda çok fazla düşünüldüğüne rastlamadım. Gerçekten sahneye bakmak biraz da bu olsa gerek. Sahnenin arka alanına da bakmalıyız. Tiyatrocuların kutsal mekânı sahne, sadece seyirci tarafındaki yüzüyle var olmuyor, arka tarafındaki kulisleri, antreleri de kutsal mekânın içine dâhildir. Hatta sahne üstünü var edendir sahne arkası. Hepimiz biliriz ki sahne disiplini başka bir şeydir. Hep sözünü ederiz ama nedir bu sahne disiplini dendi mi, kalakalırız. Tiyatronun usta çırak ilişkisi içinde öğrenilecek en önemli özelliği bu sahne etiği olsa gerek. Sahne üzerinde dünyanın en iyi oyuncusu olabilirsiniz ama kulisiniz kötüyse, sahne disiplini edinmemişseniz tiyatroya kötülük ediyorsunuz demektir. Tiyatromuzun ilk yıllarında yaşanan sıkıntılardan biri de sahne etiğinin eksik olması. Sahne etiğini yerleştiren, sahne üzerine gerekli saygınlığını kazandıran, tiyatromuza sahne disiplini veren büyük usta elbette ki Muhsin Ertuğrul’dur. Onun yazdıklarından, yaşamından ve ustaların anılarından hareketle sahne etiği üzerine önemli bir yazı.
            Anadolu’ya tiyatro götürme girişimlerinin yüzüncü yılına ilişkin bir yazıyla ve tiyatro enstitüsünün kuruluşuna ait kırk bir yıllık iki belgenin aktarılmasıyla bitiyor kitap.

Murat Tuncay kıvrak anlatımıyla, yılların hocalık deneyimiyle ve birikimiyle zevkle okutuyor yazılarını.

16 Eylül 2014 Salı

Bir Tersine Yürüyüş - 12 Eylül Öyküleri



Bir Tersine Yürüyüşün Öyküleri


Seksenli yıllar çok sert bir kırılmayla başladı: 12 Eylül. Bu kırılmanın açtığı yaralar, onarılması bir yana, giderek derinleşti, kangren olma yoluna girdi. Bugün yaşanan toplumsal sağlıksızlığın sorumlusu 12 Eylül darbesidir. Yoksullaşma, gelir dağılımındaki uçurum… Gerileyen işçi, memur hakları… Yitirilen örgütlenme hakları… İnsanların bireysel tepkisizliğinin suça yansımaları… Aydınlanma, bilim düşmanlığı… Giderek artan ve bugünlere ulaşan gericilik… Dağ gibi büyüyen dış borçlar ve bu borçların doğal sonucu olan dayatmalar… İslam devleti alıştırmaları… Kültürsüzleştirme… Kültür emperyalizminin bizi kendi değerlerimizden, kültürümüzden kopartışı… Dilimizin, Türkçemizin giderek kirlenmesi, yamalı bohçaya döndürülmesi… Küreselleşme adı altındaki yeni sömürgeciliğin dümen suyuna girişimiz… Özelleştirme adı altında çökertme tasarıları… Sivas yangını… Ve gelip dayandığımız nokta dini siyasete alet eden bir partinin iktidarı.
            Seksenli yıllarda öykücülüğümüz de tam bir suskunluğa gömülmüş, geleneğinden, birikiminden koparılmıştı. İçe kapanık, tek kişilik, çatışması olmayan, diyalogsuz, dolayısıyla canlılığı zedelenmiş öyküler yazılır oldu. Genç öykücülüğümüz gelenekleriyle bağlarını kuramadılar. Güncel olanın anlatılmasından, toplumsal konuların işlenmesinden uzak duruldu. Bugünkü edebiyatımızın da hastalıklı yanını oluşturan dil bilincinden yoksunluk, anlatım bozuklukları hep seksenli yılların ürünüdür. Dergilerde, yayınevlerinde yeterli ilgiyi bulamayan, sürgüne gönderilen öykü, ancak doksanların ikinci yarısında, özellikle öykü dergilerinin ardı ardına yayımlanmaya başlamasıyla yurduna dönebilmişti.
Hürriyet Yaşar
            O korkunç baskı döneminde ve sonrasında öykücülüğümüzün 12 Eylül’ü işleyişi nasıldı? “Bu adım adım sürüklenişin bir edebiyatı var mı? Bir direniş edebiyatı… En azından, saptayıcı bir edebiyat. Bu sürüklenişin öyküleri var mı?” diye soruyor hazırladığı derlemenin önsözünde Hürriyet Yaşar. Bir Tersine Yürüyüş / 12 Eylül Öyküleri yalnızca beğenilen öykücülerin doğum tarihlerine göre sıralanıp öykülerinin yayımlandığı bir derleme değil. Öyküleri kitaptaki bölümlemeye uygun olarak sırasıyla okuduğunuzda o tersine yürüyüş, sürükleniş sürecinin öykücülüğümüzdeki yansımalarını görüyorsunuz. 12 Eylül’ün ve sonrasında yaşananların ülkemizi sürüklediği çıkmazları, insanlarımıza yaşattığı acıları okuyorsunuz. Derlemede kullanılan desenler ise Abidin Dino’ya ait. Mutluluğun resimleri değil bunlar, işkencenin, gözaltıların, korkuların karabasan resimleri.
            Sürüklenişi daha anlaşılır kılabilmek için derlemeyi “Nereden?”, “Nasıl?”, “Nereye?” adlı üç ana bölüme ayırmış Hürriyet Yaşar. “Nasıl?” bölümü “Kelepçe Günleri”, “İçeriden”, “Dışarıdan”, “Sarsıntıdan”, “Yıkımdan”, “Savruluşlardan” adlı altı alt başlığa ayrılmış. “Nereye?” adlı bölümün alt başlığı ise “Tükenmeyen”. Kitapta yirmi sekiz öykücümüzün kırk dört öyküsü yer alıyor. Aziz Nesin, Samim Kocagöz, Mehmet Başaran, Ferit Edgü, Orhan Duru, Demirtaş Ceyhun, Osman Şahin, Muzaffer İzgü, Mustafa Balel, Nedim Gürsel, Işıl Özgentürk, İnci Aral, Cemil Kavukçu, Özcan Karabulut, Ülkü Ayvaz, Semra Özdamar, Feyza Hepçilingirler, Ali Balkız, Ahmet Yurdakul, Süheyla Acar, Feride Çiçekoğlu, Oya Baydar, Berrin Kırımlıoğlu, Nalan Barbarosoğlu, Hasan Özkılıç, Eray Karınca, Nemika Tuğcu, Hürriyet Yaşar.

            Derlemedeki öykülerin hepsi o dönemin tanıklığını yapan, saptayıcı öyküler. Direniş öyküleri değiller, çoğu sesini yükseltmeyen öyküler. Aziz Nesin ve Muzaffer İzgü gibi mizah edebiyatımızın yüzakı öykücülerimizin mizah öyküleri bir yana bırakılırsa hesaplaşan öykü yok. İnsanın kanını donduran, tüylerini ürperten öykü sayısı çok az. Bana öyle geliyor ki, öykücülüğümüz 12 Eylül’ün bilançosunu, toplum ve birey üzerindeki derin kesiklerini, trajedisini tam olarak öyküye geçirememiş. O baskıcı ortamın sonucu olarak toplumsalı reddeden edebiyat anlayışı direnişin öykülerini de çıkaramamış, en azından karşı duruşun sarsıcı öykülerini yazamamış, sarsıcı biçemlerini oluşturamamış. Örneğin, 50 kuşağı o dönemin ortamından kaynaklanan, farklı ama bugüne bile etki eden sarsıcı biçemler oluşturabilmişlerdi. Hürriyet Yaşar, olabildiğince seçici davranarak, hem belli bir çıtanın üstünde olan öyküleri almış derlemesine, hem de anlatımıyla, biçemiyle içe dönük olmayan, canlılığı olan öyküleri seçmiş. Seçiminin iki yönü var, birincisi öykülerin o dönemden kaynaklanan sürüklenişi konu edinmesi, ikincisi derlemenin okuyucuya güzel öyküler okutması. Özenle hazırlanmış bir derleme sunuyor öykü okuruna Hürriyet Yaşar.    

12 Eylül 2014 Cuma

12 EYLÜL VE TİYATROMUZ - 2


Kül Rengi Sabahlar oyunundan
12 EYLÜL VE TİYATROMUZ - II

Oyun yazarlığımız açısından yaklaşıldığında da 60’lı, 70’li yılların coşkusunun, verimliliğinin yitirildiğini söylemek mümkün. O koparılmışlık duygusu dram sanatında kendini çok daha fazla hissettiriyor. Elbette, başarılı oyunlar da yazılmış ve sahnelenmiştir, bazı usta oyun yazarlarımız yazmaya devam etmişler, bazılarıysa başka yazın alanlarına kaymışlardır. Ama dünün parlak çıkışları, tiyatro sanatı adına sarsıcı gelişmeleri yaşanmaz uzunca bir süre. Burada haksızlık etmemek de gerekiyor. Onca sıkıntının, baskının, yasaklamanın içerisinde oyun yazarının bunlardan etkilenmemesini bekleyemeyiz.
12 Eylül’ün getirdiği olumsuz koşullar sonucunda oyun yazarlığımızın yaşadığı durgunluk dönemine ilişkin Ayşegül Yüksel şu saptamalarda bulunuyor: “Genel olarak, oyunların hiç olmazsa ödenekli tiyatroların dağarına girebilmesi kaygısıyla, her türlü ‘sakıncalı’ olma olasılığına karşı önlem alan, içe dönük, soyutlamayı uç boyutlara götüren, tiyatronun kaldıramayacağı yoğunlukta şiirselliğe bürünmüş, bu yolla evrensel boyutlara ulaşmaya çabalayan bir yazarlık edimi söz konusudur. 60’lı yıllarda oyun yazarlığı bağlamında açılan yolların ve popülerleşen biçimlerin – 80’li ve 90’lı yıllarda yeni arayışlar ve buluşlarla geliştirilmeden yinelenmesi ve sonunda ‘televizyon eğlencesi’ düzeyine indirilmiş olmasıyla – tükendiği, yazarların, toplumda uzun yıllardır yaşanmakta olan ‘karmaşa’ ve ‘kargaşa’ sürecini yeterince uzak açıdan gözlemleyerek tiyatro sahnesine aktaracak aşamaya gelmediği bir ‘boşluk’ döneminde takılıp kalmış gibidir Türk tiyatrosu. (Burada bir parantez açıp o koparılmışlığı hatırlatmak istiyorum. Bugünün dünden, dünün yarından koparılması…) Bu nedenle, Türk yazarlarının metinlerinin büyük sahne olaylarına dönüştüğü tiyatro yapımlarının sayısı gitgide azalır.” (5)
12 Eylül darbesinden sonra yazılan oyunların çoğu konusunu tarihten, söylencelerden, masallardan, önemli kişilerin yaşam öykülerinden alan oyunlardır. Oyun yazarları döneme ilişkin söyleyeceklerini bu yolla söylemeye çalışmışlar, görsel zenginlikten yoksun, tiyatroda yeniliklere yönelmeyen oyunlar yazmışlardır. Tam olarak 12 Eylül’e ilişkin oyunlar ancak seksenlerin sonlarında, doksanlarda yazılacaktır.
Oyunlar ve Gerçekler adlı kitabında tiyatromuzun hocası Sevda Şener, 12 Eylül’den sonra oyun yazarlığımızdaki durgunluğu iki ana eğilimin öne çıkmasıyla açıklıyor. Birinci eğilim içe kapanma, ikincisi ise hesaplaşma ve kimlik arayışı. Seksenlerin hemen başından itibaren egemen olan eğilim içe kapanmadır. “Anıların dünyasına yönelme eğilimi, içinde yaşanılan ortamdan kaçma ve içe kapanmanın göstergesi olarak yorumlanabilir; 12 Eylül sonrası baskı ortamında yaşanmakta olan eziklik duygusunun, oyunların kurmaca dünyasında yaşatılan güçlülük bilinciyle dengelenmeye çalışıldığı söylenebilir. Malzemesini geçmişin gerçeklerinden alan bu kurmaca dünyada canlandırılan kahramanlıklarla günlük yaşantımıza egemen olan yenik düşmüşlük duygusu arasındaki karşıtlık, yakın tarihlerde yaşanan ikilemin yansısı olarak sahneye taşınmıştır da diyebiliriz.”(6)
90’lı yıllarda oyun yazarlığımıza egemen olan ikinci eğilimi, hesaplaşma ve kimlik arayışını ise şöyle özetliyor Sevda Şener: “Özgürlüklerin kısıtlanmasına, işkenceye karşı, baskıcı geleneklere, şeriat özlemine karşı örtük bir hesaplaşma girişimi yanında, insanın vicdanı ile iç hesaplaşmasına girdiğini gösteren oyunlar yazılıyor. Bu oyunlarda iç ve dış çatışma üreten karşıtlık, doğru olduğuna inanılmış değerlerle bu değerleri göz ardı eden ya da tümüyle yadsıyan toplumsal veya bireysel uygulama arasında yer alıyor. (…) oyun yazarları sorunun kaynağını topluma egemen olan sistemde, aile kurumunun yapısında, giderek kendi içlerinde arama eğilimindedirler.”(7) Kimlik arayışı olarak da çıkışsızlık, anlamsızlık, parçalanmışlık duygusu öne çıkar. Saçmanın tiyatrosu özellikle genç kuşakta kendini fazlaca gösterir. Egemen sistemin sonucu olan şiddet öğesi ve insanın içindeki şiddet dürtüsü de oyunlarda önemli bir yer edinecektir.
Memet Baydur
80’lerden önce de oyun yazan Refik Erduran, Recep Bilginer, Turgut Özakman, Orhan Asena, Güngör Dilmen, Turan Oflazoğlu, Dinçer Sümer, Aziz Nesin gibi usta yazarların yanında Ülker Köksal, Bilgesu Erenus, Tuncer Cücenoğlu gibi yazarlar yazarlıklarını ustalık boyutuna taşımışlardır. Bu dönemde oyun yazmaya başlayan Murathan Mungan, Memet Baydur, Ferhan Şensoy, Ülkü Ayvaz, Erhan Gökgücü, Yılmaz Onay dönemin verimli, verimli oldukları kadar da nitelikli yazarları olmuşlardır. 90’larda Haluk Işık, Özen Yula, Raşit Çelikezer, Civan Canova, Kerem Kurdoğlu, Cuma Boynukara, Metin Balay, Turgay Nar, Behiç Ak, Coşkun Büktel gibi yazarlar oyun yazarlığımızı ileri taşıdıkları gibi yeni arayışlara da girerler.  
Haluk Işık
90’lı yıllarda, geçen on yıllık geçiş döneminin ardından yeni yazarlarla, alternatif tiyatrolarla, arayışlarla tiyatro yeniden tartışılmaya başlanacak, 2000’li yılların eşiğinde yeni atılımlar bu tartışmalardan doğacaktır. 80’ler ve 90’ların ikinci yarısına kadar olan dönemin, dünü aktarma, taşıma dönemi olduğunu düşünüyorum. Yaşanan şiddetli toplumsal kırılmanın yansımalarıyla, öncesinin birikimlerini, üstüne fazla bir şeyler koymadan gününe, çağdaşına aktaran, taşıyan; koparılmışlığın etkisini azaltabilmek için ilmekler atmaya çalışan; bu taşımanın ardından yeni oluşumlara, tiyatro üstüne yeni tartışmalara kapı aralamaya çalışan bir dönem. 12 Eylül cuntasına ilişkin ses getiren oyunların da 90’lı yılların başından itibaren ardı ardına geldiğini de düşünürsek, günahıyla sevabıyla bu dönemin üstüne düşeni yapmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Yeterli olup olmadığı elbette tartışma konusudur.
Coşkun Irmak

***

            12 Eylül’ü konu alan oyunların yazılması için bir süre geçmesi gerekecektir. Oyun yazarlarının dönemi anlayıp uzak açıyla bakabilmeleri için gereken sürenin yanı sıra dönemin sarsıcı, baskıcı özellikleri ve o dönemde tiyatroların türlü gerekçelerle ‘sözü olan’ oyunlardan kaçınmaları bu süreyi biraz daha uzatacaktır.
            12 Eylül üzerine yazılan oyunları önce ikiye ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Bir: o dönem düşünülerek, o döneme göndermeler yapmak amacıyla konusunu tarihten, tarihi kişiliklerden, söylencelerden, masallardan alarak yazılan oyunlar ki bu tür oyunlar hemen yer alabilmiştir tiyatro dağarcığımızda. İki: doğrudan doğruya 12 Eylül’de yaşananları konu alan, 12 Eylül’le toplumsal ve bireysel anlamda hesaplaşmaya girişen oyunlar. Bu tür oyunlar için biraz beklenmesi gerekecektir.
            Birinci gruba giren oyunlar Kurtuluş Savaşı’ndan, Atatürk devrimlerinden, Osmanlı’dan, Türk söylencelerinden alır konularını çoğunlukla. Namık Kemal, Mithat Paşa, Kubilay, Nazım Hikmet gibi baskılara direnen, işkence gören ya da bağnazlıkla öldürülen kişilikler yer alır oyunların ekseninde.

            Turgut Özakman – Fehim Paşa Konağı, Resimli Osmanlı Tarihi, Bir Şehnaz Oyun
            Orhan Asena – Yıldız Yargılaması, Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe, Nazım Üçlemesi
            Turan Oflazoğlu – Kösem Sultan, Cem Sultan
            Kemal Bekir – Düşüş, Kamil Bey
            Güngör Dilmen – Devlet ve İnsan (Mithat Paşa), Hasan Sabbah, Ben Anadolu
            Ergin Orbey – Belgelerle Kurtuluş Savaşı
            Necati Cumalı – Vatan Diye Diye (Namık Kemal)
            Şükran Kurdakul – Zindanda Bir Şair (Namık Kemal)
            Ülker Köksal – Karanlıkta İlk Işık (Kubilay)
            Erhan Gökgücü – Giordano Bruno, Memleketim Memleketim
            Bilgesu Erenus – Güneyli Bayan (Lillian Hellman), Halide
            Hidayet Sayın – Tanrıların Oyuncakları, Yıldırım Bayezid
            Ülkü Ayvaz – Nihavent Longa
            Turgay Nar – Tepegöz
            Ferhan Şensoy – Şahları da Vururlar  

            Gerek yazıldıkları tarih, gerek ele aldıkları tarihi konu ya da kişiliğin seksenleri çağrıştırması, gerekse olay dizilerindeki göndermeler, yukarıda sıraladığım oyunları böyle bir kategorinin içinde de değerlendirebileceğimiz izlenimini veriyor. Oyunların tamamına yakınının ortak özelliği baskıya karşı direnen insanları, baskıcı, karışık dönemleri ele almaları ve iktidar sorununu, iktidarla birey arasındaki çatışmaları ana eksene oturtmalarıdır.
            (Oyunların incelenmesi elbette ki bu yazının sınırlarını çok aşıyor, belki de derli toplu bir çalışmayla kitap bütünlüğüne zorluyor. İkinci grup da aynı şekilde oyunların tasnifiyle sınırlı kalacak.)
İkinci gruptaki oyunlar, doğrudan doğruya 12 Eylül’de yaşananları konu alan, 12 Eylül’le toplumsal ve bireysel anlamda hesaplaşmaya girişen oyunlardır. Bu grubu kendi içinde de bölümlere ayırmak gerektiğini düşünüyorum.
Bilgesu Erenus
            1-ÖNCESİ
                        Vasıf Öngören – Zengin Mutfağı
                        Oktay Arayıcı – Tanilli Dosyası
                        Yeşim Dorman – Yıldırım Türker – Gölge Ustası
                        Bilgesu Erenus – 555 K, İkili Oyun, Nereye Payidar
                        Haşmet Zeybek – Alpagut Olayı
                        Coşkun Irmak – Eylül Penceresinden İki Kozyatağı Manzarası
                        Erol Toy - Meddah
            2-12 EYLÜL – O GÜNLER – BASKILAR
                        Tuncer Cücenoğlu – Gece Kulübü
                        Civan Canova – Sokağa Çıkma Yasağı
                        Yılmaz Onay – Sanatçının Ölümü
                        Coşkun Irmak – Yirmi Yıllık Vesikalık
                        Dinçer Sezgin – Son Yazı
            3-İÇERİSİ (Hapishane, İşkence, İdam…)
                        Eşber Yağmurdereli – Akrep
                        Haluk Işık – Külrengi Sabahlar
                        Tuncer Cücenoğlu – Çıkmaz Sokak
                        Ferhan Şensoy – Çok Tuhaf Soruşturma
                        Hasan Öztürk – İlmik İlmik, Hücre, Koridor
                        Yılmaz Onay – Hücre İnsanı, Karadul Efsanesi
                        Adem Atar – Cam Bardaklar Kırılsın, Özgürlük Oyunu
            4-DIŞARISI
            Aziz Nesin – Bir Zamanlar Memleketin Birinde
            Turgut Özakman – Deli Bayramı
Bilgesu Erenus – Acılar Şenliği
Erhan Gökgücü – Gerçek Kurbanın Acısı
Gülsüm Cengiz – Yaşamın İzindeki Kadınlar
            Hasan Öztürk – Ulusal Yurttaş Projesi
            Haluk Işık – Memleket Hikâyeleri
            Uğur Mumcu – Sakıncasız
            Memet Baydur – Cumhuriyet Kızı
            Kerem Kurdoğlu – Fayton Soruşturması
            Yılmaz Onay – Bu Zamlar Bana Karşı, Karagöz’ün Muamması
            Metin Balay – İnadına İnsan, İnadına Yaşamak
            Cahit Atay – Godot’yu Beklemezken
            Haşmet Zeybek – Zilli Şıh
            Yılmaz Erdoğan – Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü?
5-SAVRULMALAR, SÜRGÜNLER, HESAPLAŞMALAR
            Yılmaz Onay – Araf’ta Kalanlar
Erhan Gökgücü – Duyarlılık Üstüne Vivaçe
            Ülkü Ayvaz – Yeniden Yaratma, Troya’yı Özlüyorum
            Memet Baydur – Aşk, Limon, Sevgi Ayakları, Kuşluk Zamanı
            Coşkun Irmak – İtaat Deneyi, Şanlı Avize A.Ş.
            Civan Canova – Kızıl Ötesi Aydınlık
Nesrin Kazankaya – Profesör ve Hulahop, Quintet
Özcan Özer – Güzel Zamanlar
            Erkan Tunç – Dağınık Gazel

Bu listelemede bazı eksik yanlar mutlaka olacaktır. Örneğin bazı oyunlar uzun bir zaman dilimini konu almaktadır. Bu nedenle 12 Eylül’ü bir kaç yönüyle ele alabilmekte, birden çok sorunu barındırabilmektedir. Benim sınıflandırmam oyunun yoğunlaştığı, ağırlık verdiği durumlar yönünden yapılmıştır.
Hasan Öztürk
Bütün bu listeye karşın 12 Eylül’ü tam olarak anlatabildi mi tiyatromuz? Buna gönül rahatlığıyla evet demek çok güç. Çünkü bütün ekonomik, politik yanlarıyla,  görünmeyenleriyle, toplumsal savruluşuyla, insani trajedileriyle cuntayı anlatabilmek oldukça zor görünüyor. Yukarıdaki listenin konu profili ortaya konduğunda görünen, her yazarın bir ucundan o büyük kırılmayı anlatmaya çalıştığı olacaktır.
Yaşanan acıların karşılığında cuntayla hesaplaşabilmiş midir, sanatımız, sanatçılarımız? Özelde tiyatromuz… Burada tartışılması gereken sadece sanatın hesaplaşamaması değildir bence. Toplum hesaplaşabilmiş midir 12 Eylül’le? Yakın zamandaki referandumla yapılan yasa değişikliklerini söylemiyorum, çünkü görünen o ki göstermelik bir davanın ötesine gidemeyecek. Çok geç kalınmış bir dava olmasına karşın gerekli sonucun alınamayacağı, bazı şeylerin üstünü örtmek için sus payı olarak kullanılacak bir dava. Darbeyi yapanlar toplum önünde, toplum vicdanında mahkûm oldular mı ki? Bütün kurumlarıyla toplum darbecilerle hesaplaşabildi mi? Sanatçı toplumun önünde olan, sorular sorabilendir. Görünen o ki sanatçı sorularının birçoğunu sormuştur, sormaya da devam etmektedir. Sadece tiyatroda değil, heykelde, romanda, öyküde de sorularını sormaya çalışmıştır. Bu soruların ne kadarı duyulmuş, ne kadarı toplumda yankı bulmuş, ne kadarı toplumun umurunda olmuş, ne kadarı gene kendi içinden ihanetlerle susturulmuştur? Asıl sorun buradadır. Sanat, ne olursa olsun, ne kadar duyarsız, unutkan bir toplumun içinde de üretilse, içi ne kadar boşaltılsa da, çağına tanıklık etmiştir, etmeye devam edecektir.


1)Oben Güney’in kendi el yazısıyla yazdığı özyaşamöyküsünden… obenguney.com
2)Hayati Asilyazıcı, Türk Tiyatrosu ve Münir Özkul (3), Aydınlık Gazetesi, 2/9/2012
3)Orhan Asena, Güngör Dilmen, Yıldız Yargılaması, Devlet ve İnsan, Cem Yay., 1990
4)Hürriyet Yaşar, Bir Tersine Yürüyüş – 12 Eylül Öyküleri, Can Yay., 2006
5)Ayşegül Yüksel, Uzun Yolda Bir Mola, Cumhuriyet Kitapları, 2011
6)Sevda Şener, Oyunlar ve Gerçekler, Dost Yay., 2007
7)a.g.e.

Kaynakça:
1-Sevda Şener, Cumhuriyetin 75. Yılında Türk Tiyatrosu, T.İş Bankası Yay., 2000
2-Sevda Şener, Oyunlar ve Gerçekler, Dost Yayınları, 2007
3-Sevda Şener, Gelişim Sürecinde Türk Tiyatrosu, Mitos Boyut Yay.,2012
4-Ayşegül Yüksel, Uzun Yolda Bir Mola, Cumhuriyet Kitapları, 2011
5-Ayşegül Yüksel, Türk Tiyatrosunda 10 Yazar, Mitos Boyut Yay., 2000
6-Ayşegül Yüksel, Sahneden İzdüşümler, Mitos Boyut Yay., 2000
7-Zehra İpşiroğlu, 2000’li Yıllara Doğru Tiyatro, Mitos Boyut Yay.,1998
8-Semih Çelenk, Kalemden Sahneye, YGS Yayınları,2003
9-Yavuz Pekman, Çağdaş Tiyatromuzda Geleneksellik, Mitos Boyut Yay., 2002
10-Dikmen Gürün, Tiyatro Yazıları, Mitos Boyut Yay., 2000
11-Cumhuriyetin 75. Yılında Türk Tiyatrosu, Mitos Boyut Yay., 1999
12-Yeni Tiyatro Dergisi, 12 Eylül Özel Sayısı, Sayı 7, 2008
13-Banu Ayten Akın, 12 Eylül Karanlığında Tiyatronun Işığı, Yeni Tiyatro Dergisi, 21, 22, 23, 24. Sayılar, 2010

14-Ahmet Erinanç, 12 Eylül’de Depolitizasyon ve Tiyatro, Yeni Tiyatro Dergisi, 21, 22, 23. Sayılar, 2010

12 EYLÜL VE TİYATROMUZ - 1


Akrep adlı oyundan

12 EYLÜL VE TİYATROMUZ

Önce tiyatromuzun değerli bir ustasının özyaşamöyküsünde anlattıklarını özetlemeye çalışalım:
            12 Eylül cuntasının başa geçip sahte barış, sahte Atatürkçülükle yutturmaya çalıştığı baskı ve kıyım ortamının en yoğun yaşandığı günlerde ustamız her günkü gibi tiyatrosuna, Harbiye’ye gider. Tiyatro pusludur, alacakaranlık her yanda… İdareye çağırılır. Önüne bir kâğıt uzatılır. Güler. İmzalaması neredeyse emredilir. Gülerek imzalar ve çıkıp gider. Beş yıl uzak kalacaktır yıllarını verdiği, çok sevdiği tiyatrosundan. O andan itibaren işsizdir. Evde yeni doğmuş bir erkek çocuk, kızı ve eşi onu beklemektedir. Ev kirası, süt, ekmek parası gerekecektir. Yıllarca çocuklarına istediklerini alamaz, bazen ev kirasını bile ödeyemez. Ama savaşıma devam eder. Üç beş kuruş kazandığı radyodan da uzaklaştırılır. Radyo müdürü baskılara dayanamadığını söyler, ‘meslektaşlarınıza dikkat edin’ der. Radyo ve seslendirme işi dostlarının(!) sayesinde kesilir. Tiyatrolarda dekor boyamaya, amatör gruplara ders vermeye, korkmayan bir arkadaşını bulursa reji yapmaya başlar. Bazen ailece aç kalırlar, ev sahipleri birkaç defa kapılarına dayanır. Sağlığı bozulur. Tek olan böbreği de teklemeye başlar. Beş yıl sonra konuk sanatçı olarak döner tiyatrosuna. Bir yıl sonra da eski kadrosuna kavuşur. Ama sağlığı çok bozulmuştur. Üç yıl sonra böbrek ve kalp yetmezliğinden… (1)

Oben Güney
            Oben Güney’dir ustamızın adı. 12 Eylül cuntasının çıkardığı 1402 sayılı yasayla görevlerinden uzaklaştırılan sanatçılardan biri. Çektiği sıkıntıların, hastalanmasının, erkenden sonsuzluğa göçmesinin hesabını verebilecek olan var mı? Peki, en verimli çağında tiyatromuzun onun bilgisinden mahrum kalmasının suçlusu kim? Cunta elbette, ama cuntayla birlikte, onu yolda gördüğünde yolunu değiştiren dostlarının(!) hiç mi suçu yok? Şimdi biz 12 Eylül ve tiyatromuzu yazarken tiyatronun 12 Eylül’ü yeterince ele almadığını, tartışmadığını söyleyeceğiz, peki, “insan” kalınabildi mi o dönemde? Çağının tanığı olunabildi mi? Olmaya çalışanlar sıkıntıları, işkenceleri, sağlıklarını kaybetmeyi göze alabilenlerdi. Bu yaşadığımız günler aynı derecede sorumluluğu, “insan” kalabilmeyi gerektirmiyor mu? Bence 12 Eylül’ün baskıcı günlerinden çok daha fazla gerektiriyor.
            Bir başka ustanın, 12 Eylül’de İ.B.Ş.T’nin Genel Sanat Yönetmenliği’nden uzaklaştırılan Hayati Asilyazıcı’nın “Türk Tiyatrosu ve Münir Özkul” adlı yazısından bir bölüm okuyalım şimdi de:
            “12 Eylül 1980 darbesi gerçekleşti. Belediye Başkanlığı’na aşırı sağcı Akansel adlı paşa getirildi. Ekim’de Şehir Tiyatroları’nda oynanması için “Kanlı Nigar” provaları alındı. Belediyeden Akansel’in gönderdiği iki subay, provalardan birini izlemek için Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’na geldi. Provayı izlemek istediklerini Münir Özkul’a söylediler. Bu bir sahne provası değildi, Münir’i sıkıntı basmıştı. Bir süre sonra subaylardan biri, “paşam da paşam” tümcesinin oyundan çıkarılmasını istedi. Münir Özkul’un tepesi attı: “ Siz izin almadan benim yatak odama (çalışma odası) hangi cüretle giriyorsunuz? Ben provayı kesiyorum ve bu oyunu oynamayacağım” dedi. Gerçekten de Münir Özkul provayı yarıda kesti ve istifa dilekçesini yazıp tiyatrodan ayrıldı. 12 Eylül darbesine tepki göstererek istifa eden tek sanatçı oldu. Ben ve on dört arkadaşım ise antidemokratik yasalar ile tiyatrodan uzaklaştırıldık...” (2)
            1402 sayılı yasayla görevlerinden uzaklaştırılanların arasında şehir tiyatrolarından kırka yakın sanatçı vardır. Bugün tiyatromuzun yüz akı olan oyunlara imza atan yönetmenler, oyuncular o dönemde işlerinden uzaklaştırılmış, sıkıntılar içinde yaşamaya mahkûm edilmişlerdir. Hayati Asilyazıcı görevden alındıktan sonra Vasfi Rıza Zobu ‘müfettiş’ olarak sanat yönetmenliği görevine getirilmiş ve cuntanın isteğine karşı koymayarak kırka yakın meslektaşının ismini vermiştir. Oynanan oyunlar kaldırılmış, yönetim yapısı değiştirilmiş, her oyun denetime tabi tutulmuştur. Devlet Tiyatrolarında ise Cüneyt Gökçer’in sanatçı kişiliğini koruyarak sorumlu davrandığı, listenin en başına kendi ismini yazarak cuntanın istediği listeyi vermediği söylenir. 12 Eylül’den önce Devlet Tiyatroları Genel Müdürü olan Ergin Orbey cuntacılar tarafından görevden alınır ve yerine apar topar Cüneyt Gökçer getirilir. İlk iş olarak Bertolt Brecht’in oyunu olan Arturo Ui’nin Yükselişi’ni yasaklılar arasına alır ve yönetmeni Yücel Erten’in sözleşmesini fesheder. Bazı yönetici ve oyunculara geçici uzaklaştırma cezası verilir. Eski genel müdür Ergin Orbey daha açılmamış Adana Devlet Tiyatrosu’na atanır.
Daha prova aşamasında yasaklanan oyunlar, provaları seyreden askerler, sansür, yakılan, yıkılan tiyatro binaları, tiyatrolarından atılan oyuncular, yönetmenler, yazdıkları oyunlar yüzünden sakıncalı olanlar, sürülenler, zorunlu sürgünler…
Vasıf Öngören
            Vasıf Öngören, 1970’li yıllarda tiyatromuzun en verimli insanlarından biriydi. Gerek oyunlarıyla, gerek sahne üstündeki emeğiyle… Sakıncalıydı ama… 70 cuntasında tutuklanmış, hapis yatmıştı. 1980’de yurtdışına gider Vasıf Öngören. Almanya’ya. Turistik bir gezi değildir bu, bir zorunlu sürgündür. Almanya’da da tiyatroyla iç içe olur. Ama 1984’te, 46 yaşında, gencecikken ölür… Bence Vasıf Öngören’i öldüren sadece kalp krizi değildir, krizi tetikleyen 12 Eylül’dür.
Oktay Arayıcı
            Oktay Arayıcı da 70’lerin verimli yazarlarındandır. Toplumcu düşünceye sahip, epik tiyatroyu benimseyen, geleneksel tiyatromuzun öğelerini çağdaş tiyatroyla buluşturabilen önemli oyun yazarlarımızdan biri. 1981 yılında TRT’deki görevinden uzaklaştırılır. Baskılara dayanamaz ve istifa eder. Zor günler yaşar. Tiyatroyla yaşamaya çalışır ama oyunlarının oynanması, tiyatroya tutunması çok zordur o dönemde. Tüm tiyatrolar kıyım yaşamaktadır. 1982 de AST, Rumuz Goncagül’ü oynar. Sıkıntılar içindedir Oktay Arayıcı. 1985’te rahatsızlanarak yaşamını yitirir.
            Tuncer Cücenoğlu’nun 1983’te sakıncalı personel olarak görevine son verilir ve sürgüne gönderilir. İstifa eder Cücenoğlu ve zorlu günler başlar. Oyun yazarlarımız en verimli çağlarında baskıyla, kovuşturmayla, sürgünle karşı karşıya kalmışlardır. İşlerinden olmuşlar zor yaşam koşullarıyla karşı karşıya bırakılmışlar, yalnızlaştırılmışlardır. Söyleyeceklerini farklı yollardan söylemeye çalışmışlardır. Kimi zaman tarihsele yönelmişler, kimi zaman başka ülkeleri anlatmışlardır. Örneğin, Tuncer Cücenoğlu, işkenceyi anlatabilmek için Çıkmaz Sokak oyununun mekânını Yunanistan’a, zamanını da Albaylar Cuntası dönemine taşımıştır. Turgut Özakman, 1980 anayasasını eleştirmek için tarihe geri döner. Resimli Osmanlı Tarihi oyununda Osmanlı’nın anayasa tarihini kullanır. Dolaylı da olsa sözünü söylemek için farklı yollar bulur.
Bakın, Türk tiyatrosunun önemli yazarlarından biri olan Orhan Asena, Yıldız Yargılaması oyunu için yazdığı önsözde ne diyor: “Ben Yıldız Yargılaması adlı oyunumu 1981’de, Mithat Paşa’nın yüzüncü ölüm yılında yazarken yine olağanüstü bir dönemden geçiyorduk. İşkence yine gündemdeydi. Hapishaneler tıklım tıklım, sanki yüz yıl geçmemiş aradan. Birden konumun gerisinde asıl dramı, evrensel dramı gördüm. Zorba bir yönetimde işlenmemiş bir cinayet bahane kılınarak, adalet mekanizmasına nasıl bir cinayet işletilir, bu dramı gördüm.”(3)
   
***

            12 Eylül çok sert bir kırılmadır. Bu kırılmanın açtığı yaraların kapandığını, onarıldığını söylemek bir yana, giderek derinleştiğini, kangren olduğunu söyleyebiliriz. Hatta bugün için 12 Eylül’ün çok daha ötesine geçildiğini düşünüyorum. Bugünkü sivil baskı ortamı, 12 Eylül’ün yerleştirdiklerinin artık 12 Eylül’ün cuntacılığını bile aşacak konuma gelmesinin göstergesi. Basına, medyaya yapılan baskı, susturma… Sanata ve sanatçıya yapılan baskılama, susturma ‘ileri demokrasi’mizin de ilerisinde. Heykellerin yıkılmasından tutun da dünya çapında bir piyanistimizin ülkesini terk edecek duruma getirilmesi, kendini bilmez popüler kültür insanlarının televizyon aracılığıyla baş tacı edilmesi gibi pek çok örnek sıralanabilir. Tiyatro özelinde söylersek, tiyatromuz temellerinden sarsılmaya çalışılıyor diyebiliriz. Devlet Tiyatroları’nın, Şehir Tiyatroları’nın özerkleştirilmesini, sağlıklı bir yapıya kavuşturulmasını tartışmak dururken özelleştirilmesini tartışmak pek de iyi niyetli bir çalışma gibi durmuyor. Hele bütün tartışmalar tiyatro insanlarının ahlak anlayışları üzerinden, yaşama bakışları, aldıkları maaş üzerinden, kendilerinin ne kadar ideolojik olduğunu göremeden ‘ideolojik, ideolojik’ naraları atanlar tarafından yürütülünce insan iyice kuşkulanıyor. Bütün bir Türk oyun yazarlığını, yazılmış sayısız iyi oyunu bir kenara atıp ‘Necip Fazıl’dan başka yazar tanımam’ durumuna getirmek insanı iyice işkillendiriyor art niyetler konusunda.
            Bugün yaşanan toplumsal sağlıksızlığın baş sorumlusu 12 Eylül’ün topluma yerleştirdikleridir. Değerlerin bu derece ters yüz olması, değersizleşme, kültürsüzleşme, hatta kültüre ve bilime düşman olma, gündelik yaşamımızda bile cehalete saplanma, nezakete alaysı gözle bakma, şiddetin yaşamın en küçük alanlarına bile yayılması… Cahilleşme… Üniversitelerin artık bilim yuvası olmaktan çıkması… Kültürel emperyalizmin bizi kendi değerlerimizden koparışı. Dilimizin giderek kirlenmesi, yamalı bohçaya döndürülmesi. Bilimsel olana, kültüre sırt çevirerek çöküşe doğru sürüklenen bir toplum. Yoksullaşma, gelir dağılımındaki büyük uçurum, pembe tablolara rağmen ezmeye devam eden bir ekonomi, dış borç, cari açık, tuhaf bir ‘milli gelir’. Bir türlü tam anlamıyla kazanılamayan işçi, memur hakları. Yitirilen örgütlenme hakkı. İnsanların bireysel tepkisizliği. İşsizlik. Geleceğe güvensizlik. Giderek artan gericilik. Ilımlı İslam devleti alıştırmaları. Küreselleşme adı altında yeni sömürgeciliğin dümen suyuna girişimiz. Özelleştirme adı altında çökertme tasarıları. Her geçen gün daha çok kaşınan mezhep, etnik köken ayrımları, bunun getirdiği şiddet ortamı. Sivas yangını. Ülkemizin doğusunda yaşananlar, her gün gelen acı haberler. Ve gelip dayandığımız nokta tam bir akıl tutulması.

***

            Hürriyet Yaşar, 12 Eylül öykülerini derlediği Bir Tersine Yürüyüş adlı antolojisinin önsözünde şöyle diyordu: “12 Eylül’ün bir öykücü olarak bende yarattığı hoşnutsuzlukların en büyüğü, kopmuşluk duygusudur. Darbenin en etkin ve en hain başarısı oldu koparmak. Bugünü dünden, dünü yarından koparmak. Bu görevini yerine getirirken, halkın halktan yana olan siyasal önderlerini hapse tıkarak onları da birbirinden koparmakla kalmadı; sanatta, ekinde, yazında da, öncüleri, ustaları yenilerden, çıraklardan kopardı; birikimin bir noktada durmasına neden olurken, yozlaşmanın, yabancılaşmanın da koşullarını yarattı.”(4)
            Bu koparmayı tiyatromuzda da derinden duyumsayabilir, yazılan, oynanan oyunları, repertuarları incelediğimizde somut olarak görebiliriz. 12 Eylül’le birlikte toplumcu tiyatro, toplumla ilişkisi olan, gündeme dair sözünü sakınmayan bir tiyatro yapma anlayışı neredeyse ortadan kalkmıştır. Dönemin toplumcu, politik tiyatro yapan topluluklarının perde açmaları çeşitli yollarla engellenmiştir. Oyunlar yasaklanmıştır. Bazı oyunlar oynanabilse bile turne yapmalarına izin verilmemiştir. Oyunlar görevlilerce izlenmiş, teybe alınmış, oyunlardaki replikler cımbızla ayıklanıp 141, 142 davaları açılmıştır. Giderek toplumdaki gerçeklikleri sahneye taşımaktan vazgeçer tiyatromuz. Ödenekli tiyatrolar eski oyunları, suya sabuna dokunmayan komedileri seçer, çağdaş tiyatro metinleri azalır, dünya klasiklerinin sayısı artar. Yabancı müzikallere, vodvillere kurtarıcı gibi sarılır tiyatro toplulukları. Burada müzikallerin, vodvillerin oynanmaması gerektiğini söylemek istemiyorum, elbette. Bu türler de tiyatronun güçlü bir damarını oluştururlar. Söylemek istediğim o dönemde niteliğe bakılmaksızın müzikli oyunların sahneleri doldurmasıdır. Müzikalleri sorgulamadan, toplumumuzdan kopuk, oynayan oyuncunun müzikal eğitiminin yetersizliği ortadayken, seyirci çekmek için mankenler, fizik güzelliği olanlar sahneye çıkarılmışken, komedisi bayağılaştırılmış bir dolu kötü örnek…
            Bu döneme damgasını vuran kabare türündeki gösterilere de değinmek gerekiyor. Özellikle Devekuşu Kabare topluluğu oyunlarında kullandığı siyasi mizah öğesiyle toplumsal eleştiriyi kitlelerle paylaşıyordu. Uzun süre bu toplumsal mizah anlayışını, niteliğini korudu Devekuşu Kabare. Kabare türü oyunlar oynayan topluluklar zamanla çoğaldılar, siyasi mizahı, toplumsal taşlamayı azaltıp birkaç taklide ve erotik gülmecelere yöneldiler. Aslında politik tiyatroyla sıkı bağları olan kabare türü zamanla zayıfladı ve zararsız hale geldi.
            Darbeden sonraki ilk seçimde iktidara gelen Turgut Özal darbeyle oluşturulmaya çalışılan ekonomik sistemi her yönüyle topluma yaymaya başlamış ve zamanla tüketim toplumu olma özellikleri yerleşmiştir. Tüketim toplumunun kolaycılığıyla halk artık iyi sanat ürünlerine rağbet etmez olur. Zaten yaşanan baskılı, kötü günlerin devamında sesini yükseltmek, sorunları gündeme getirmek, toplumsal yapıyı tartışmak olası değildir. Sanat adına beklenen, insanları gündelik yaşamlarından uzaklaştırıp güldürmek, eğlendirmek ya da hüzünlendirmek, ağlatmaktır. Toplum tüketmeye alışmıştır ve sanattan da kolay tüketilecek yapıtlar, elle tutulacak bir karşılık istemektedir. Sinema ve televizyon bu konuda elbette çok işlevseldir. Bu yapı sanatı da bir kaçışa, içe kapanmaya, otosansüre itecektir. Halkın istediğini vermeye çalışmak, her ne kadar ekonomik zorluklara dayanabilmek için gerekliymiş gibi görünse de, bütün sanat dallarında bir geriye gidişe, duraksamaya, birikimi ileriye taşıyamamaya sebep olacaktır.
Önceleri Türk oyun yazarlarının oyunlarını ardı ardına oynayan özel tiyatrolar, 12 Eylül sonrasında Türk oyun yazarlarından uzaklaşacak, çeviri oyunlara ağırlık verecektir. Toplumsal söylemi olan oyunlardan kaçınacaktır. Bazı özel tiyatrolar perdelerini kapamak zorunda kalacaktır. Çünkü tiyatro seyircisi anlamında da düşüş yaşanacaktır tiyatromuzda.
            Bu dönemde özel tiyatrolara devlet yardımı gündeme gelir. Bir yandan olumlu karşılanırken bir yandan da devletin sanata müdahalesi olup olmayacağı tartışılmaya başlanır. Bu arada amacı sadece devlet yardımından pay almak olan tabela tiyatroları kurulur. Tiyatromuzda yer edinmiş özel tiyatrolar repertuarlarından taviz vermemeye çalışırken, muhalif, farklı tiyatro anlayışı olan toplulukların yıllarca devlet yardımı alamadığı görülür. Uzun yıllar yardımın ölçütleri, veriliş biçimi tartışılacak, bazı özel tiyatrolar bilinçli olarak uzun süre devlet yardımına başvurmayacaktır.
            60’lı yılların ‘ulusal tiyatro’ tartışmalarından gelen, 70’lerin yoğun toplumsal duyarlılıklarıyla gelişen, çağdaş dünya tiyatrosuyla at başı gitmeye başlayan tiyatromuz 1980’le birlikte uzun bir süre geriye çekilmek zorunda kalacaktır. O güne kadarki birikimini sahneye yeterince taşıyamayacaktır. 12 Eylül öncesinin öncüleri, ustaları yaşam savaşına düşmüşken dönemin çıraklarıyla gerekli iletişimi kuramayacaklardır. Tiyatromuzun o coşkulu çıkışı kesintiye uğrayacaktır. Tiyatro üzerine düşünen, çağdaş tiyatroyu özümsemiş ve bunu Türk tiyatrosuyla harmanlamaya çalışarak bize özgü bir tiyatro dili kurmaya çalışan tiyatro insanlarına darbe indirilmiştir. Dünün tiyatro birikimi, toplumsalcı bakış açısı, baskılar sonucunda eriyip gider. Epik tiyatro, politik, belgeselci tiyatro, gelenekselle buluşturulan açık biçim, toplum sorunlarını sahneye taşıyan, çağının tanığı olmayı önemseyen tiyatro neredeyse tamamen terk edilmiştir. 60’lı, 70’li yılların sözü olan tiyatrosu yerini sözünü sakınan, gizlemeye çalışan bir tiyatro anlayışına bırakmıştır.

Tiyatro tartışmak, tartışılanı sahne pratiğiyle buluşturmak uzun yıllar tiyatrolarımızdan uzak kalacaktır. Ancak 90’lı yıllarda yeniden, ama dünün birikiminden uzak yeni tartışmalarla, yeni sahnelemelerle karşılaşmaya başlarız. Bu da alternatif tiyatro topluluklarının öncülüğünde gerçekleşecek, toplumsal bakış açısından biraz uzakta olacaktır.