30 Haziran 2014 Pazartesi

SAHAFTAN 4 - TÜRK TİYATROSUNDA KOMEDYANIN EVRİMİ



TÜRK TİYATROSUNDA KOMEDYANIN EVRİMİ

            Uzun yıllardır baskısı olmayan bir kitap var önümde, on yıl önce notlar alarak, satır altlarını çize çize okuduğum, tiyatromuzun kuramsal çalışmaları içinde çok özel yeri olduğunu düşündüğüm bir çalışma. Sevinç Sokullu’nun “Türk Tiyatrosunda Komedyanın Evrimi”. Böyle bir çalışmanın her baskısı bittiğinde yayınlanması gerekiyor. Çünkü bir başvuru kaynağı aynı zamanda bu çalışma. Türk tiyatrosunun geleneğinde, bütün hücrelerinde var komedya. Yaptığımız işe kafa yormayı pek önemsemiyoruz sanırım, oyuncusundan yönetmenine, yazarından dekor-kostümcüsüne kadar tiyatronun düşünsel yanını hep hafifsiyoruz, eylemsel kısmında el yordamıyla ya da usta çırak ilişkisiyle öğrendiklerimiz yetiveriyor. Güldürmeyi önemsiyoruz ama gülmek, güldürmek üzerine ince eleyip sık dokumuyoruz, kaba güldürünün bile özellikleri üstüne kafa yormuyoruz. Kimse kızmasın bana lütfen, çünkü eksiklik gün gibi ortada… Tiyatro kuramımız üzerine en değerli kitapları hâlâ sadece sahaflardan – o da zar zor – bulabiliyor olmamız bile yeterince düşündürücü olmalı. Sözüm meclisten içeridir.
            Mutlaka okunması gereken, yüz sayfalık bir giriş bölümüyle başlıyor Sevinç Sokullu’nun kitabı. Komik ve komedyaya ilişkin kavramların anlatılmasıyla, parodiden ironiye, groteskten trajikomiğe pek çok farklı gülmece öğesi yerli yerine oturuyor. Çağlar boyunca komedya anlayışlarının nasıl değişip geliştiğiyle devam ediyor bölüm. Klasik komedya’dan absürd komedi anlayışına dek bütün komedya anlayışları, tarihsel bakış açısına, neye, nasıl gülündüğüne dair sosyolojik ve psikolojik yaklaşımlar da eklenerek anlatılıyor. Aristoteles’in komedyaya karşı yaklaşımından, Bergson’un komedya anlayışına, Freud’un gülmeceye yönelik ruhbilimsel çözümlemelerinden, Brecht’in yabancılaştırma etmenini kullanımına, Bernard Shaw’a… Komedya türlerinin ayrıntılı tanıtımıyla kapanıyor giriş bölümü. Sonraki bölümlere ilişkin bir hazırlık olduğu gibi tek başına da önemsenerek okunacak bir bölüm bu.         
            Giriş bölümünden sonra üç bölüme ayrılıyor kitap. Birinci bölüm “Geleneksel Tiyatro”, ikinci bölüm “Batı Etkisiyle Oluşan Komedya”, üçüncü bölüm “Çağdaş Komedya” adlarını taşıyor. Geleneksel tiyatromuzda gülmecenin yerini ele alan birinci bölümde Karagöz ve Ortaoyunu ele alınıyor. Meddah çalışma dışında bırakılmış, ama meddahın da gülmece öğelerini çeşitlendiren yönleri olduğunu düşünüyorum. Geleneksel tiyatromuzda güldürünün, yergisel, grotesk, ironik ve fars güldürüleriyle ortaya çıktığını söylüyor Sevinç Sokullu. Bu gülmece yöntemleri söz oyunları, yanlış anlamalar, dil taklitleri, bedensel kusurlar gibi değişik kullanımlarla oluşuyor. Bu oyunlarda güldürü kaba saba da olsa dünyasal olana dönük, eğlendirici ve muziptir. Tam bir halk tiyatrosu olarak başlayan ve gelişen geleneksel tiyatromuz dolaylı anlatıma, söze, benzetmelere, simgelere dayanması ile gerçek bir komedya sanatı oluşturmuştur.
            İkinci bölümde ele alınan batı etkisindeki komedyamız geleneksel tiyatromuzdan farklı bir doğrultuda gelişmiştir. Bu komedyalarda dramatik yapı doğrusal çizgide oluşturulmuş, dolantıya ve kapalı biçim öğelerine yer verilmiştir. Geleneksel tiyatronun açık biçim anlatımından, kendi içinde devinen parçalı yapısından, ironik durumdan uzaklaşılmıştır. Batı etkisindeki Tanzimat ve Meşrutiyet komedyası önemli adımlar atmasına rağmen kendi geleneğinden koptuğu ve batılı anlamda dramı çok iyi kullanamadığı için yüzeysel bir eğlendiriciliğin ötesine geçememiştir. Burada şunu mutlaka unutmamak gerekir ki, batılı anlamda dram sanatının arkasında iki bin küsur yıllık bir gelenek varken Tanzimat tiyatrosu dram sanatı adına her şeyi yoktan var etmek, öğrenmek zorunda kalmıştır.
            Üçüncü bölüm çağdaş komedya adıyla Cumhuriyet dönemi komedyasını sorgulamaktadır. İlk yıllarda yüzeysellik sürüp gitmektedir. Bu dönem içersinde komedya, gülmeceye aykırı bir alaya, taşlamaya, inandırıcılıktan uzak durumlara yer vermektedir. (Elbette bu genellemeye uymayacağını düşündüğüm yazarlar da var, Müsahipzade Celal bu yazarlardan biri. Müsahipzade Celal, oyunlarının zenginliği, renkliliği, komedya anlayışı ile o dönem yazarlarından ayrılır.) 1940’lar, 50’lerden sonra beliren yeni eğilimler komedyayı olması gerektiği yere taşıyacaktır. Gündelik sorunlar, toplumsal içerik, ekonomik yapı, yetke sorunları oyunlarda yer almaya başlar. Komedyanın bakış alanı aileden, dar çerçeveden çıkıp tüm toplumu kapsayacak bir yapıya uzanır. Bu içerik değişimi biçimde de yeni denemeleri beraberinde getirecektir. Batılı anlamda tiyatronun özelliklerini kullanan komedya anlayışı geliştiği gibi, kendi geleneksel anlayışımızla çağdaş tiyatroyu bağdaştıran komedya anlayışı da kendisine yer edinmeye başlamıştır. Bugün çok farklı güldürme yöntemleri kullanılarak farklı türlerde komedyalar yazılmaktadır artık.
Bununla birlikte komedyamızda o toplumsal, siyasal, eleştirel gür kahkahanın azaldığını, sevinçli, içten olmasına karşın baş eğmeyen, yaşama inancını yitirmeyen komedyanın eksildiğini söylemek istiyorum. Gücünü sürekli tazeleyen, bireysel olana da, toplumsal olana da sırtını dönmeyen, groteskten ironiye, parodiden kaba güldürüye dek her gülmece olanağını bugünün sorunlarına karşı incelikle kullanan, korkmayan komedyanın yeni bakışlarla, kışkırtan denemelerle yeniden üretilmesi gerekiyor.

Sevinç Sokullu’nun ve Esen Çamurdan’ın kitaplarını okuyup komedya üzerine düşlerimizi, düşüncelerimizi zorlamaya, yeniden sorgulamaya başlayabiliriz.

GÜLMENİN OYUNSU ÖZGÜRLÜĞÜ



GÜLMENİN OYUNSU ÖZGÜRLÜĞÜ

İlk kitabı “Çağdaş Tiyatro ve Dramaturgi” den bu yana bütün kitaplarını edinip vakit geçirmeden okuduğum Esen Çamurdan, geçen yılın sonlarında gene kışkırtan bir kitapla, “Gülmenin Oyunsu Özgürlüğü” adlı çalışmasıyla kuramsal tiyatro kitaplığımıza zenginlik kattı. “Haldun Taner’in Seyir Defteri”, Sabahattin Kudret Aksal oyunları üzerine bir okuma denemesi olan “Hıçkırmakla Haykırmak Arası” ve çağdaş tiyatromuzda şiddet görünümlerini ele aldığı “Şiddet ile Oynamak” adlı kitaplarıyla çağdaş tiyatromuzu sorgulayan, bakış açılarımızı genişleten Esen Çamurdan, bu kitabıyla da tiyatrodaki ana türlerden biri olan komedyanın tiyatromuzdaki yansımalarına yöneliyor.
            Aristoteles Poetika’sında Komedya’nın ortalamanın daha aşağısında olan karakterleri taklit ettiğini ve gülünç olanın soylu olmadığını, kusurlu olduğunu söyler. Komedyaya pek değer vermemiş, bir iki paragrafla sınırlamıştır. Tragedyanın yanında komedyanın daha düşük bir sanat olduğunu, soylu olmadığını savunmuştur. Oysa komedya Phallus şarkılarından, şenliklerinden bugüne kendi yatağını bulmuş, tiyatro sanatında vazgeçilmez yerini almıştır. Çünkü gülmek “yaşamı savunur ve insanlık onurunu korur.”
            Gülmenin özgürleştirici, sorgulayıcı yanını nasıl yok sayabiliriz. En kaba güldürüden, trajikomiğe dek bütün güldürü türlerinin ciddiyeti bozduğunu, erke, baskıya karşı çıktığını, genel geçer değerleri sorgulayıp tersyüz ettiğini görmezden gelebilir miyiz? Yüzlerdeki maskeyi düşürür gülmece, toplumu gerçeklerle yüz yüze bırakır, unvanları, üstünlükleri yere çalar, çıkarcılıkları, fırsatçılıkları, sömürüleri açığa çıkarır… Tabu, yasak dinlemez… İnsani olan her şeye açıktır… Kusurları yüzümüze vururken bazen aşağılasa da sonuçta insani yanımızı getirir karşımıza. Çocuksu yanımızdır aslında. En basit halk masallarında bile, söylencelerde, halk hikâyelerinde insani değerleri öne çıkarıp gökyüzünden yeryüzüne indiriverir insanüstü olarak sunulanları. P.N. Boratav’ın o güzel söyleyişiyle, “yokluğa yoksulluğa sızlanarak değil gülerek meydan okunur.” Aydınlatan, duygulardan arıtıp akla yönlendiren, huzuru kaçıran bir yanı vardır gülmecenin. İnsanın kendi yaptıklarını, kendi kötücüllüklerini bile gülerek görmesini sağlar, eleştirdiği kadar onarıcıdır da gülmece. Oyunbazdır her şeyiyle, tokadı yüzümüze indirirken bile eğlendirir, inen tokadın acısını yüzümüzde değil aklımızda hissetmemizi sağlar.
            Neye, kime, nasıl güldüğümüzü anlamak kendimizi anlamakla eşdeğerdir. Gülünç olan, bizi toplumun göremediğimiz yüzüyle, gerçeklerle karşı karşıya bırakır. Seyirciyi, güldürür, eğlendirir ama yaşamın gerçeklerini göstermeden edemez. Tiyatroda neye, kime, nasıl güldüğümüzü irdelemek için öncelikle gülme ile gülünç olanın yapısına yönelmek gerekiyor. Yola buradan koyuluyor Esen Çamurdan. Gülme biçimlerine, güldürme yöntemlerine yöneldikten sonra incelediği oyunlar çerçevesinde gülme olgusunu sorguluyor. Seyircinin gülmece içindeki konumlanışını da unutmuyor. Dramaturg olmasının getirdiği titizlikle, seçtiği oyunlarda kullanılan gülmece biçimlerini, yöntemlerini oyunun içinden tek tek ayırıp ele alıyor. Seyirci oyun ilişkisine de ağırlıklı olarak yer vererek tiyatronun bütünlüğünün tamamlanmasını göz ardı etmiyor.
            Kitabın ilk bölümü geleneksel tiyatromuzun bir türü olan Ortaoyunu’na ayrılmış. Ortaoyununda gülmecenin nasıl ortaya çıkarıldığını inceliyor Esen Çamurdan bu bölümde. Ortaoyunu her şeyden önce söz komiğine yönelen, taklide dayalı yönüyle önemlidir. Dil ve beden kusurlarıyla oluşturulur taklitler. Söz oyunlarıyla, yanlış anlamalarla, küfürlerle, kaba güldürüyle beslenen gülmece tam bir halk komedyasını oluşturur. Toplumsal yapının bozuklukları, uyumsuzlukları gülme konusu olduğu gibi, tavırlar, davranışlar, giyim kuşam, meslekler, kadın erkek ilişkileri çeşitli yöntemlerle gülmece malzemesi oluverirler. Ortaoyunundaki yabancılaştırma öğeleri de kendine özgü gülmece unsurlarıdır. Ortaoyunundaki grotesk öğelerden, absürde pek çok özellik yer alıyor bu bölümde. Sadece ortaoyunu için değil, geleneksel tiyatromuzun bütün türleri için geçerli özellikler bunlar. Geleneksel tiyatromuz ironiyi de parodiyi de birlikte kullanır. Aslında sergilenen toplumsal hayatın gülmecesidir. Toplumun portresi çizilir ortaoyununda.
            Sonraki bölümlerde çağdaş oyunlarımıza yöneliyor Esen Çamurdan. Çağdaş oyunlarımızda gülmecenin nasıl, neyle ve kimle sunulduğunu, gülmenin özelliklerini sorguluyor. Bunu yaparken özellikle farklı türlerde oyunları seçmiş. Mitosa, masala yakın ironi başlığıyla Güngör Dilmen’in “Deli Dumrul” ve “Midas’ın Kulakları” adlı oyunları inceleniyor. Olmanın ve görünmenin acı güldürüsü başlığıyla Haldun Taner oyunları ele alınmış. Gülme nesnesi olarak şiddet konusunda Sevim Burak’ın, Sabahattin Kudret Aksal’ın ve Melih Cevdet Anday’ın oyunları mercek altına alınmış. Türsel özelliklerinden gülmece anlayışlarına, şiddete olan eğilimlerinden gülme olgusuna önemli ve farklı bir bölüm olarak duruyor karşımızda. Bu bölümün yanında mutlaka “Şiddet ile Oynamak” adlı kitabı da okunmalı Esen Çamurdan’ın. Farklı düşüncelere kapı araladığını göreceksiniz. Hayatın dışındakilerin buruk oyunu olan “Oyunlarla Yaşayanlar”a ayrılan bölüm Oğuz Atay’ın dünyasındaki trajikomiğe yöneliyor. Bir yaşlılık fantezisi başlıklı bölüm Aziz Nesin’in “Hadi Öldürsene Canikom” adlı oyununa ayrılmış. Aziz Nesin’den başka oyunlar da alınabilir miydi? Alınabilirdi, ama zaten türsel özellikleriyle aynı olan başka oyunlara yer verilmiş kitapta. Başka yazarlara yönelebilir miydi? Yönelebilirdi kuşkusuz. Ama bu çalışma bir kışkırtma denemesidir zaten. Ucu açık bırakılmış, üzerinde fazla kafa yorulmamış bir alanda düşünce üretmek isteyenleri kışkırtma denemesi. Sorgulamak, söz söylemek isteyenler buyurun meydana.

            İncelenen oyunların ortak özelliklerinin ele alındığı “İroni, Maske ve Seyirci” adlı bölüm yazar, oyuncu ve seyircinin gülmecedeki suç ortaklığının ele alınmasıyla son buluyor. “Sonsöz ya da Gülmecenin Gücü” gülmecenin tiyatrodaki ve yaşamımızdaki yerine ilişkin düşüncelere yer verilen son bölüm. Kitap çok vurucu bir cümleyle kapanıyor: “Yaşamı savunur gülme ve insanlık onurunu korur.” 

29 Haziran 2014 Pazar

SAHAFTAN 3 - Cengiz Yörük

Sahaftan
Çölde Bir Deve

            1965 yılında Yeditepe Yayınları arasında yayınlanan Çölde Bir Deve adlı öykü kitabının yazarı Cengiz Yörük, bu kitabıyla 1966 yılında Sait Faik Hikâye Ödülü’nü kazanır. Kurtuluş Savaşı kahramanlarından Yörük Ali Efe’nin oğludur. İlk öyküsü Küçük Dergi’de 1952 yılında yayınlanır. 1954 yılında ilk kitabı Yoldaki Taşlar yayınlanır Yeditepe Yayınları arasında. Varlık, Yeditepe gibi dergilerde de öyküleri yayınlanmaktadır. İkinci kitap Çölde Bir Deve ilk kitaptan on bir yıl sonra gelir, 1965’te.
            1950’li yılların ikinci yarısı ve altmışların başlarındaki öykü kuşağının arasına girmez Cengiz Yörük. 1950 kuşağı olarak adlandırılan kuşağın yenilikçi denemelerine, öyküdeki arayışlarına katılmaz. Bilmem ki, o kuşağın dışında kalması mı getirdiği küskünlüğünü? Küskünlüğünü diyorum, çünkü 1967’de yayınlanan son kitabı Yalnız Kalanlar’dan sonra öykü kitabı yayınlamaz. Dergilerde kalan az sayıda öyküsü olabilir, araştırmak gerek. Bir süre ticaretle uğraştıktan sonra, İstanbul’da kurduğu bir reklam şirketini işletir. Yazar sözlüklerinde fazla bir bilgiye ulaşılmıyor. Öyküleri üzerine bir inceleme yazısına da rastlayamadım.
            Öykülerinde alışılmış kalıpları kırmaya çalıştığını, farklı kurgulamalara, söyleyişlere yöneldiğini söyleyebiliriz Cengiz Yörük’ün. Gerçekçi anlayışına, açık bir anlatımı yeğlemesine karşın dönemin kendi anlayışına yakın öykücülerinden farklı bir ses yakalayabilmiştir. Ama 50 Kuşağının öyküdeki devrimci tutumunun, anlatımın ve yenilikçi bir öykü yapısı kurabilmenin dışında kalmıştır.
            Sait Faik Hikâye Ödülü alan Çölde Bir Deve adlı öykü kitabında Ege yöresinin köy, kasaba gerçekliğine, insanların gündelik yaşam içindeki açmazlarına, yoksunluklarına ilişkin öyküler yer alıyor. İnsanlarını her yönüyle çiziyor Cengiz Yörük. Bir yanıyla onlara sevecen yaklaşırken, diğer yanıyla kötücül yanlarını, çatışmalarını anlatmaktan kaçınmıyor. Bu kitaptan sonra gelen Yalnız Kalanlar adlı öykü kitabı ise önceki iki kitabının da önüne çıkıyor. Öykü kitaplarına daha derinlikli bir bakış yapmayı isterdim, bu yazının sınırlarını aşıyor ne yazık ki.
            Cengiz Yörük sayısı hiç de az olmayan unutulmuş öykücülerimizden biri. Yakaladığı güçlü sesi sürdürebilseydi ya da 50 Kuşağının içinde yer alsaydı, bugün başka türlü söz edecektik Cengiz Yörük’ten, çünkü üç kitabıyla iyi bir öykücü olduğunu gösteriyor. Belki de öykülerinin toplu basımı yapılabilir, dergilerde kalmış öyküleri araştırılabilir.

Değeri Bilinmeyenler, Unutulmuş Öykücüler...

Ankara Öykü Günleri – 5 Mayıs 2013       “Değeri Yeterince Bilinmeyen Öykücülerimiz”
Yöneten: Aysu Erden         Ahmet Yıldız – Kemal Gündüzalp – Kadir Yüksel

DEĞERİ BİLİNMEYENLER, UNUTULUP GİDENLER

            Öykü günlerinde olduğumuz için başlığa “Öykücülerimiz” eklemesini yapıyoruz elbette. Ama burada şu sonuç çıksa ne güzel olurdu. Bizim toplumumuz her şeyin değerini yeterince bilir, vefalıdır, belleği güçlüdür… Nedense, nasıl olduysa, sadece öykücülerimizin değerini bir türlü bilememiştir. Ülkemizin neresine bakarsanız bakın değerini bilemediğimiz pek çok değerle karşılaşacaksınız, ne yazık ki. Bilim adamlarımızın değerini bilebilseydik, bilimsel düşünceye inanabilseydik, bugün böyle bir konumda mı olurduk? Konumuz öykü ya, fazla uzaklaşmayalım.
Panel için davet aldığımda aklıma yıllar öncesinde yayımlanmış iki öykü dergisi geldi. İlki 1995 yılının son aylarında yayımlanan Adam Öykü dergisinin ilk sayısı, ikincisi 2005 yılının ortalarında yayımlanan İmge Öyküler dergisinin 3. Sayısı. Bu iki dergide de bir soruşturmaya yer verilmişti. Adam Öykü’deki soruşturma “Başlangıcından bugüne, öykücülüğümüzde unutulmuş ya da yeterince üstünde durulmamış değerler var mıdır? Nedenleri nelerdir?” adını taşıyordu. İmge Öyküler’deki soruşturma ise “1980’den günümüze unutulmuş, öyküleri gözden kaçmış, öykülerinin değeri yeterince bilinmemiş farklı kuşaklardan öykücüler kimlerdir, neden?” adıyla yer alıyordu. On yıl arayla yapılan bu iki soruşturmanın yanıtlarına bir göz atalım birlikte, bakalım ikinci soruşturmanın da üzerinden on yıla yakın bir zaman geçmişken, değişen bir şeyler var mı?
Adam Öykü’nün soruşturması öykü dergiciliğimizin büyük ustası Salim Şengil’in yanıtıyla açılıyor. Seçilmiş Hikayeler dergisinde öykülerini yayımladığı Zeynel İlhan adlı bir öykücünün, ardı ardına öyküleri yayımlandıktan sonra yazıya küsmesini anlatır öykücülüğümüzün Salim Amca’sı, hem de öyküsel bir dille.
Devam edelim, bir hayli ilginç yanıtlarla, çok düşündürücü tespitlerle karşılaşacağız:
Necati Cumalı – Zamanın yargıçlığına inandığını söyler. Zaman kalburunun kimi öykücüleri elediğini söyler. Edebiyatın doğal yasasıdır bu. Kuşaktan kuşağa değişen okuyucunun geçmişin örneklerini de onaylaması gerektiğini söyler. Öykücü adı vermekten kaçınır.
Zeyyat Selimoğlu – Öteden beri değerleri bolca harcayan bir toplum olduğumuzu söyler. Geçim derdiyle öyküden uzaklaşanlardan, eleştirmenler tarafından görülmek istenmeyen öykücülerden, öldükten sonra anılmaya başlanmasından söz eder.
Mehmet H. Doğan – Aslında bütün bir edebiyatımızın, şiiriyle, romanıyla, öyküsüyle yeterince anlaşılamadığını söyler. Sait Faik’in bile yeterince değerinin bilinmediğinden söz eder. Toplumun yalınkat ürünleri önde tuttuğunu, yenilikçi olanların gözden uzak kaldığını, ortak beğeninin edebiyatın değerlerine zarar verdiğini söyler.
Tarık Dursun K. – Geçmişin değerli öykücülerinden söz eder ve yazıyı şu soruyla bitirir: “Bugün yaşayan öykücülerimiz üzerinde değer olarak duruluyor mu? İnceleniyor mu? Öykü kitaplarına gereğince, hem yayıncılardan, hem okurdan, kahrolası medyadan da, ilgi gösteriliyor mu?” 1995’te sorulan bu soruyu, hiçbir yerini değiştirmeden bugün de sorabiliriz sanıyorum. Yanıt mı? Bu aralar yanıtın öykü dergilerinden, öykü günlerinden yükseldiğini düşünüyorum. Hiç olmadığı kadar yazı yayımlanır oldu öykü dergilerinde öykü üstüne, öykücülüğümüz tartışılıyor öykü günlerinde. Bunlar inanıyorum ki kendi kuşağını da yaratacak gelişmelerdir.
Tahsin Yücel – Necati Cumalı gibi zamanın yargıçlığından söz eder. Yaşayan yazarlara gerektiği kadar değer verilmemesi, incelenmemesi, ölümden sonra unutuluşu da beraberinde getiriyor.
Konur Ertop – Edebiyatımızın yeni bir edebiyat sayılabileceğini, edebiyat tarihçiliğimizin pek de gelişmemiş olduğundan söz ediyor. Verdiği az sayıda addan biri de Metin Eloğlu’dur. Konur Ertop’un dileği on beş yıl sonra gerçekleşecek, Metin Eloğlu’nun dergilerde kalan öyküleri kitaplaşabilecektir.
Doğan Hızlan – Edebiyatın bir bütün olarak algılanması gerektiğini söyler. Her yazarı, uzun bir zincirin halkası olarak görür. Eğer unutulmayacak, unutturulamayacak değerde bir yazarsa, nasıl olsa bir gün eserleri gün ışığına çıkacaktır. Sadece dönem başlarının okunmasına da karşı çıkar. O bütüncül bakış gereği hepsinin okunabilmesinden yanadır. Burada eleştirmenlere ve öykücülere büyük iş düşecektir. Çünkü sıradan okuyucu elbette seçecektir. Ama öykü için yorulacak olan yazdığı türün gelişimini bilmek zorundadır. Eleştirmenin işlevinin daha çok önem kazandığını belirtir. Önemli bir saptaması da şudur bana göre; biçime, üsluba önem vermeyen öykücüler, sadece anlattıklarıyla var olanlar, anlattıkları yaşam koşulları, anlattıkları kişiler eskiyince unutulmaya sürüklenirler. Edebiyatın mutlaka nasıl anlatmalı sorusunu sormasını, sorgulamasını zamana karşı direnebilmesinin ölçütü olarak koyar. Bence unutulan öykücülerimizin bir kısmı için bu tespit geçerlidir.
Güven Turan – Öykücülüğümüzde kim varsa hepsini değeri yeterince bilinmemişler arasına alır. Özellikle uzun yıllar boyunca öykünün romana geçmek için bir sıçrama taşı olduğunu söyler. Bunun yazarları etkilediğinin altını çizer.
Selim ileri – Unutulmaya yüz tutmuş yazarları her zaman yazılarına, öykülerine, romanlarına taşımıştır, bilirsiniz. Soruyu tersinden sorar: “Unutulmamış öykücülerimiz kimler?” Sait Faik’in, Sabahattin Ali’nin raflarda bulunabiliyor olmalarına karşın, okunuyor oldukları konusunda şüpheleri vardır. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki yeterli olmayan çaba dışında, ülkeyi yönetenlerin gözünde edebiyatın bir hiç olarak görüldüğünü, düşman olarak bakıldığını söyler. Böyle olunca edebiyatı sevdirmek, unutturmamak olanaksızdır. Yazarlarımızın ne acılar çektiklerini düşününce, bunun da çok önemli bir tespit olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bu soruşturmada adları anılan öykücülere bakalım. Sait Faik, Sabahattin Ali, Memduh Şevket gibi adları atlayarak okuyalım.
Samet Ağaoğlu, Tektaş Ağaoğlu, Ahmet Naim, Müfide Anadol, F. Ülkü Aren, Kemal Bilbaşar, Ayhan Bozfırat, Fahri Celalettin, Meral Çelen, Sadri Ertem, Orhan Hançerlioğlu, Şahap Sıtkı, Osman Cemal Kaygılı, Kenan Hulusi, Bekir Sıtkı Kunt, Umran Nazif, Selahattin Enis, Mehmet Seyda, Kamuran Şipal, İlhan Tarus, İsmet Tokgöz, Saadet Timur…
Bu adlardan bazıları son beş yıl içinde biraz olsun hatırlandılar, kitapları, toplu öyküleri basıldı. Ahmet Naim, Samet Ağaoğlu, Osman Cemal Kaygılı, Kenan Hulusi, Kamuran Şipal, Ayhan Bozfırat şanslı olan adlar.
Adam Öykü’nün soruşturmasından on yıl sonra İmge Öyküler’de benzeri bir soruşturma yapar. İmge Öyküler’in soruşturmasında her ne kadar 1980’den günümüze denmişse de yanıt verenler eski kuşakları da yanıtlarının içine almışlar. O nedenle gene öykücülüğümüzün bütünündeki değeri bilinmemiş öykücüleri kapsadığını görüyoruz soruşturmanın.
İnci Aral – Zamanın yargıçlığına inanan yazarlar arasında. Kimin unutulmayacağına, kalıcı olacağına zaman, edebiyat tarihi karar verecektir, diyor.
Ferit Edgü – Çok önemli bir tespiti, defalarca dillendirilen, ama ne kadar söylense az olan bir düşünceyi dile getiriyor: Biz belleği olamayan bir toplumuz. Bellek olmayınca birikim de olmayacaktır. Çok önemli bir noktaya daha dikkat çekiyor Ferit Edgü, Okurlarımızın, en ilginci yazarlarımızın da çoğunluğu herkesi, kendisinden önce yazanları unutup kendisinden başlamak istiyor. Oysa eskiler sadece öyküyü öğrenmek için değil nasıl yazılmaması gerektiğini öğrenmek için de okunmalıdırlar.
Nursel Duruel – Çok önemli bir tespiti getiriyor önümüze: “Okurun beğenisini olgunlaştıran eleştiri kurumunun reklamın gölgesinde bırakıldığı, kenara itildiği, edebiyatın kendisinin değil, edebiyat dışı mekanizmaların belirleyici olduğu günümüz ortamında unutulmayanları, değeri bilinmiş olanları saymak daha kolay.” Ne demeli, on yıl sonrası için bile noktası, virgülüne kadar doğruluğunu koruyor.
Semih Gümüş – Edebiyat tarihi içinde değeri bilinmeden kalan, neden sonra unutulan öykücü olacağını düşünemiyorum, diyor. Değerli olan er geç hak ettiği yeri bulacaktır. Ama geç kalınabileceğini, söylüyor. Değerlerimizi doğru zamanda anlamanın önemini vurguluyor.
Behçet Çelik – ilginç bir bakışı dillendirir. Unutulmaktan, gözden kaçmaktan söz ettiğimizde, edebiyat dünyasında bir ana akımın varlığını da kabul ediyoruz demektir. Bu ana akımın unuttuklarından, gözünden kaçanlardan söz ediyoruz aslında. Geçmişte olduğu gibi, bugün de ana akımın dışında kalanlar, dışında kalmayı yeğleyenler belirli bir çevrede okunsalar da, ana akım tarafından görülmedikleri için gözden kaçmaktalar. Unutulmak dediğimiz şey, aslında ana akımın görüş alanının dışında olmaktır.
Daha fazla uzatmaya gerek yok sanıyorum. Görüldüğü gibi değeri yeterince bilinmeyen öykücülerimiz konusunda görüşler onar yıl arayla pek de değişmeden sürüp gidiyor. Bu soruşturmada da pek çok öykücünün adı anılıyor.
Ortak görüş olarak belirleyebileceğimiz bir şey var, neredeyse yanıt verenlerin tamamı öykücülüğümüzün yeterince değerlendirilemediği konusunda birleşiyor. Bugün adlarını öykücülüğümüzün en üstüne yazdığımız imzaların bile yeterince değerlendirilemediği söyleniyor. Sait Faik’ten Bilge Karasu’ya, Tahsin Yücel’den, Tomris Uyar’ a kadar. Gene de kitapları sürekli yayımlanan öykücülerimizi dışarıda tutarsak gene de değeri bilinmemiş, unutulup gitmiş öykücülerimizin sayısının hayli fazla olduğu görülecektir. Pek çok isim anıldı burada ya da anılacak. Ben de yenilerini eklemeden önce ilginç bir döküme başvurmak istiyorum. Ödüllerin dökümü bu, bakın nelerle karşılaşıyoruz:
Önce Sait Faik Öykü Ödülü’ne bakalım:
1955’te ilk ödülü alanlar Sabahattin Kudret Aksal ve Haldun Taner. İkisinin de öyküleri basılıyor çok şükür. Haldun Taner, oyun yazarlığının öne çıkması öykülerini de koruyor ama okunduğunu söylemek zor bana kalırsa.
1964’te ödül Mehmet Seyda’ya verilmiş. İşte size tam bir değerbilmezlik örneği. Ona yakın öykü kitabı olan Mehmet Seyda bence iyi bir öykücüdür. Öyküleri toplu basımı hak etmiyor mu?
1965 yılının ödülünü Mahmut Özay ve Kamuran Şipal almış. İki öykücümüzün de eğer yakın zamanda toplu öyküleri basılmamış olsaydı aynı değerbilmezliği söylememiz gerekecekti. Gene de bu toplu basımların sessizlikle karşılanması can acıtıyor. Oysa ne kadar da özgün bir öykücüdür Kamuran Şipal.
1966’nın ödülü Cengiz Yörük’ün olur. Duydunuz mu hiç Cengiz Yörük adını? İşte gene ne diyeceğini bilemiyor insan. Üç öykü kitabının ardından öyküye küsmüş, yazıyı terk etmiş bir öykücü. Nedendir bilinmez, o kadar soruşturmama rağmen izini süremedim Cengiz Yörük’ün.
1968 yılının ödülü Muzaffer Buyrukçu’nundur. Ne kadar oldu ki öleli Muzaffer Buyrukçu. Daha şimdiden unutulmaya yüz tuttu.
1970 yılının ödülü Zeyyat Selimoğlu’nundur.
1978’de Selçuk Baran’ın adını okuyoruz. Çok şükür ki yakın bir zaman önce toplu öykülerini okuyabildik.
Türk Dil Kurumu Ödülleri’ne gelelim:
Yıl 1971’dir ve ödülü alan imza Şahap Sıtkı. Seçilmiş Hikayeler dergisinde adına özel sayı yapılan bir öykücü. Hatırlayanınız var mı?
1980’de ödül alan ise Muzaffer Hacıhasanoğlu… Bu da tam bir değerbilmezlik örneğidir. Muzaffer Hacıhasanoğlu çoktandır toplu öyküler kitabını hak edenlerdendir.
Diğer ödüllerde daha kimler var kimler: Duran Yılmaz, Celal Özcan, Samim Kocagöz, Muhtar Körükçü, O. Zeki Özturanlı, Behiç Duygulu, Mustafa Niyazi…
Ya köy enstitülüler kuşağına ne demeli: Fakir Baykurt’un, Talip Apaydın’ın, Dursun Akçam’ın, Mehmet Başaran’ın öyküleri…
Evet, gerçekten de değeri bilinmişleri saymak daha kolay olacak.
Köpeğin Biri’ndeki öyküleriyle Necdet Ökmen…
Nahit Eruz, Metin İlkin, Tuna Baltacıoğlu…
Daha yenilere gelmek istemem, sabrınızın da bir sınırı olmalı. Ama bir öykücü var ki adını anmadan geçmek istemem: 1986 Akademi Kitabevi ödülü almış, ardından yayımlandığı yıl Sait Faik öykü ödülüne değer görülmüş, övgüyle, ilgiyle karşılanmış bir öykü kitabı: “Bir Gece Yolculuğu” Yirmi beş yıldır nerededir Gülderen Bilgili? Bir derin küskünlük daha.
Konuşmamı bitirmeden önce şunu da eklemek istiyorum. Hep değeri bilinmeyen, unutulan öykücülerden söz ettik. Peki, ama öykü üzerine çok emek vermiş başkaları yok mu unutulan, değeri bilinmeyen? Olmaz olur mu? İşte Tahir Alangu. O üç ciltlik Cumhuriyetten Sonra Hikaye ve Roman incelemesi tam bir kaynak kitaptır. Ya Asım Bezirci, Sivas Yangını deyince hatırlıyoruz elbet, ama öykü üzerine çalışmaları nasıl unutulur.

Uzayıp gidiyor liste, bir yerde durdurmalı. Konuşmamın başında, sadece öykücülüğümüzde değil toplumumuzun neresinden tutarsak tutalım değer bilmezliğin var olduğunu görebiliriz demiştim. Konuşmamı öykücülüğümüzden değil de müziğin içinden bir hatırlatmayla bitirmek isterim. Bir Esin Engin vardı, hatırlar mısınız? 

2012 YILINDA ÖYKÜNÜN GÖRÜNÜMÜ

2012’de Öykü

2012 yılının öykücülüğümüz açısından en önemli yanı öykü dergileri oldu. 90’lı yıllarda Adam Öykü, Düşler Öyküler ve ardından çıkan öykü dergilerinin öykücülüğümüze nasıl önemli katkıları olduğunu biliyoruz. Benim “Öykü Dergileri Kuşağı” ya da “Adam Öykü Kuşağı” adıyla andığım bir kuşak oluşturmuştu öykü dergileri. Öykücülüğümüze olan katkıları tartışılmaz. 2012’den önce de yayımlanmakta olan Notos (öyküye verdiği ağırlığı düşününde öykü dergisi olarak anmanın sakıncası olmadığını düşünüyorum), Öykü Teknesi ve Hece Öykü dergilerinin yanına bu yıl Dünyanın Öyküsü, Sarnıç Öykü ve Kayseri’de yayımlanan Semaver Öykü dergileri eklendi. Öykü fanzinlerinin sayısı arttı; Galaperaöykü, Üç Jeton… Öykücülüğümüze yeni soluklar getireceğini düşünüyorum öykü dergilerindeki bu artışın. Ayrıca öykü üzerine düşünmenin, öykücülüğümüzü tartışmanın da adresi olmalı öykü dergileri. Notos, birbirinden ilginç dosyalar açtı her sayısında. Dünyanın Öyküsü, bütün renkleriyle öykücülüğümüzü sayfalarına taşıyan, açtığı dosyalarıyla, öykü üzerine düşünen yazılarıyla, büyük kentlerin dışında oluşturduğu öykü çalışmalarıyla önemli bir dergi oldu. Hece Öykü’nün özellikle hapishane öykülerini ele aldığı dosyası belki de ilkti. Sarnıç Öykü farklı ve yeni bir anlayışla girdi öykü gündemine. Özellikle ‘odak kitap’ ve ‘kült kitap’ bölümlerindeki yazılarla öykü eleştirisine bir canlılık getirdi, her sayısıyla beklenir oldu. Öykü Teknesi her sayısında bugünün usta bir öykücüsünü dosya konusu yaptı. Dosya için yazılan yazılar öykü üzerine düşünmeye kışkırtan yazılardı. Semaver Öykü Kayseri’den katıldı bu yılın öykü gündemine.    
Yayımlanan öykü kitapları açısından da verimli bir yıldı diyebiliriz 2012 için. Öykücülüğümüzde kendine yer açmış öykücülerimizin yanı sıra genç öykücülerde görülen artış, en azından niceliksel olarak göz dolduruyor. Bunun, öykülerin niteliğine ne kadar yansıdığı ayrı bir değerlendirmeyi, hatta tartışmayı gerektirebilir. Benim düşüncem, özellikle ilk kitap anlamında, nitelikli, belli bir düzeyin üstüne çıktığını söyleyebileceğimiz öykü kitaplarının önemli sayılabilecek oranda olduğudur.
            Bu yıl yayımlanan öykü kitaplarının sayısının iki yüzü aşkın olduğunu söyleyebilirim. Birkaç kaynağı değerlendirerek ulaşabildiğim öykü kitaplarının sayısı 204 oldu. Bunun önemli bir toplam olduğunu düşünüyorum. Bu kitapların içinde 120 civarında öykü kitabının ilk öykü kitabı olması da ilgi çekici. Bu sayının çokluğu öykünün niteliksel olarak çıtasını daha yukarılara taşıdığı anlamına geliyor mu? Dediğim gibi, bu ayrı bir tartışma konusu. Ama bu sayılar bize öykünün tercih edilen bir tür olduğunu, özellikle genç yazarların öyküye yöneldiklerini kanıtlıyor gibi. Elbette, en azından niceliksel olarak, romanın tartışılmaz bir şekilde en tepedeki yerini koruduğu söylenebilir. Ama öykünün roman kadar popüler edebiyatı içinde barındırmadığı da gözden kaçırılmamalı.
Bir de dikkat edilmesi gereken önemli bir ayrıntı var sayısal verilerin içersinde; 82 öykü kitabı kadın öykücülere ait. Öykü kitapları toplamının yüzde kırkı yapıyor bu sayı. Bunun önemli bir oran olduğunu düşünüyorum. Öykücülüğümüzde kadın öykücülerin izi, gün geçtikçe artarak derinleşiyor, ustalarının getirdikleri öykü düzeyini düşürmeden, hatta daha da ileri taşıyarak yazıyorlar. İlk öykü kitabını yayımlayan kadın öykücülerimizin sayısı ise 59. Ayrıca şunu da söylemeden geçemeyeceğim; sayısal verilerle, belli bir düzeyin üstüne çıkabilen öykü kitapları oranlandığında kadın öykücülerin öne çıktığı görülecektir.
Sağ düşünceye sahip edebiyatın önemli bir çıkışı var, bunu da görmek gerekli. Özellikle Hece Öykü dergisinin önderliğiyle diyelim, sağ düşünceye sahip öykücülerin ardı ardına öykü kitaplarının yayımlandığını söyleyebiliriz. Edinebildiklerimin içinde ilgi çekici, güzel öyküler okuduğumu söyleyebilirim.    
            Bu sayısal veriler elbette kendi çabalarımla yaptığım, küçük bir araştırmanın sonucudur. (10 Aralık 2012 tarihine kadar olan veriler kullanılmıştır.) Gözümden kaçanlar mutlaka olmuştur, çünkü bazı küçük ölçekli, butik yayınevlerine ya da kendi baskısı olanlara ulaşmak çok kolay olmuyor. Sayısal veriler ne kadar değişirse değişsin, ortaya çıkan tablo değişmeyecektir. Öykü, bütün çeşitliliğiyle önemli bir ivme yakalamış gibi görünüyor.
            Öyküye yer veren yayınevleri olarak baktığımızda butik yayınevleri olarak da adlandırılan yayınevlerinin büyük sermayeli yayınevleriyle aynı sayılarda öykü kitabı yayımladıklarını görüyoruz. (Sadece ilk baskısı yapılan yerli öykü kitaplarının sayısına göre değerlendiriyorum, yoksa ikinci baskısı yapılan ve çeviri öykü kitapları da düşünüldüğünde durum farklılaşıyor.) Örneğin Can Yayınları’yla Bence Kitap aynı sayıda öykü kitabı yayımlamış (8), YKY ile Okur Kitaplığı’nın da öykü kitapları sayısı birbirine eşit (7). En çok öykü kitabı yayımlayan yayınevi ise Ankara’dan Kanguru yayınları (12). Bu yayınevlerini Alakarga Yayınları (5) ve Hayal Yayınları (6) izliyor. İletişim (4), Yitik Ülke (4), Evrensel (4), İkinci Adam (4), Dedalus (3), Bengü (4), Sokak Kitap (3)  ve Granada (3) yayınları da öykü kitabı yayımlayan yayınevleri. Burada ölçünün sadece sayısal veriler olduğunu hatırlatmam gerekiyor.
            Öykücülüğümüzün hareketlenmesiyle, gündemini oluşturmasıyla paralel yürümeyen bir şey var ki eksikliğini her geçen gün daha çok hissettiriyor. Öykü üzerine eleştirilerin, tartışmaların, incelemelerin, öykü deneyimlerinin yer aldığı kitapların neredeyse yokluğu. İçindekileri sadece öyküye odaklamış bir eleştiri, inceleme kitabı yayımlanmadı bu yıl. Öykü dergilerinde giderek artan yazıların zamanla bu boşluğu dolduracağını, bu kuşağın da kendi içinden eleştirmenlerini yetiştireceğini düşünüyorum. Dergilerle düşülen kayıtlar, önceki dönemlerde olduğu gibi, zamanla bu dönemi de yerli yerine oturtacaktır. Behçet Çelik’in Ateşe Atılmış Bir Çiçek, Hülya Soyşekerci’nin Mavi Harfler Atölyesi adlı kitapları öykücülüğümüz üzerine yazılara da yer veren kitaplar olarak anılabilir.
            Çeviri öyküde bu yıl gene Can Yayınlarının “öykü şenliği” kuşağıyla yayımladığı kitapların ayrı bir yeri vardı. İzak Babel’in Kızıl Süvariler (Çev: Engin Altay), Raymond Carver’in Lütfen Sessiz Olur musun, Lütfen? (Çev: Ayça Sabuncuoğlu), Alice Munro’nun Çocuklar Kalıyor (Çev: Cem Alpan), David Vann’ın Bir İntihar Efsanesi (Çev: Esra Birkan) adlı kitapları öykü okurları için kaçırılmaması gereken kitaplar olarak öykü vitrinlerinde yerini aldı. Yılın çeviri öykü sürprizlerinden biri de Metis Yayınları arasında yayımlanan Ursula K. Le Guin’in Aya Tırmanmak (Çev: Aslı Biçen) adlı öykü toplamıydı. Önceki yıllarda çevrilen öykü kitaplarıyla ülkemizde kendine yer edinen Etgar Keret’in bu yıl da Kapı Birden Vuruldu (Çev: Avi Pardo) adlı kitabı yayımlandı. John Cheever’in geçen yıl yayımlanan Yüzücü adlı kitabının ardından bu yıl da Ey Yıkılmış Hayaller Şehri (Çev: Roza Hakmen) adlı kitabı yayımlandı Everest Yayınları arasında. Alakarga Yayınları öykü yayıncılığına verdiği değeri çeviri öykü kitaplarıyla da gösterdi. Nathaniel Howthorne’den Rapaccini’nin Kızı (Çev: Zeynep Avcı), Isabelle Eberhardt’tan Unutuşu Arayanlar (Çev: Ayşegül Demir), Horace Walpole’den Hiyeroglif Masallar (Çev: Burcu Yılmaz) adlı kitapları yayımladı. Bunların yanı sıra James Joyce’un, S.A. Conan Doyle’nin öykü kitaplarının yeni çevirilerini sundu öykü okurlarına. Doğan Yayınları arasında yayımlanan Bernhard Schlink’in Yaz Yalanları (Çev: Barış Tut) adlı kitabındaki sorgulayan, okuyucusunu kışkırtan öyküleri de öykü okurlarının kaçırmaması gerekiyor bence. Bu yılın benim için en güzel çeviri öykü sürprizi ise Yapı Kredi Yayınlarından geldi. İtalyan edebiyatının önemli imzalarından, bizim okurumuzun suç romanlarıyla sevip okuduğu Leonardo Sciascia’nın Şarap Rengi Deniz (Çev: Neyyire Gül Işık) adlı öykü kitabı yayımlandı. Suçun, kara anlatının, traji –komik olanın, toplumsal eleştirinin öne çıktığı öyküler yer alıyor kitapta. 
            Öykü derlemeleri açısından iki kitap öne çıkıyor. Bunlardan ilki Metis Yayınları arasında yayımlanan Murathan Mungan’ın hazırladığı Bir Dersim Hikâyesi, ikincisi ise Kırmızı Kedi Yayınları arasında yayımlanan İlknur Özdemir’in hazırladığı Kar İzleri Örttü. İki kitap da hazırlayan tarafından yazarlardan istenen, yeni öyküleri içeriyor. Bir Dersim Hikâyesi adından da anlaşılacağı gibi Dersim’e öykücülerin gözüyle bakıyor. Kar İzleri Örttü ise suç üzerine, cinayetlerin işlendiği, kan donduran öykülerin yer aldığı bir derleme.
            Yıl içersinde yayımlanan öykü kitaplarından bazılarına kısaca değinmek istiyorum. Ancak öykü vitrininin önceki sayılarında tanıtımını yapmaya çalıştığım öykü kitaplarına yeniden değinmeyeceğim. Adlarını anmakla yetinelim; Hoşgör Köftecisi Orhan Veli, Bir Hal Var Sende Berna Durmaz, Hah Birgül Oğuz, Hasta Öyküler Gökçe Parlakyıldız. Ayrıca dergimizin odak kitap bölümünde yer verilen kitapların da adını anmakla yetinelim; Gül Öksüren Melek İlhan Durusel, Önünde Boş Bir Uzam Demir Özlü, Aynadaki Zaman Cemil Kavukçu.
            Mizah öykücülüğümüzün ustalarından biri olan Muzaffer İzgü verimliliğini hiç yitirmiyor. (Gerçi böylesi bir ülkede mizah yazarı ne kadar verimli olsa yetişemiyor ya, neyse…) Bu yıl Ayıya Bak adlı kitabı yayımlandı Bilgi Yayınları arasında. Kendine özgü öykü anlayışını sürdürüp, dilinin kıvraklığını her kitabıyla daha da bileyen ustanın bu yıl yazarlıkta elli üçüncü yılı, yanılmıyorsam.
            Mustafa Kutlu, bu yıl Anadolu Yakası adlı neredeyse romana dayanan upuzun bir öykü kitabı yayımladı. Nehir söyleşi tekniğiyle yazılmış olan kitap, yazarın genel öykü çizgisi içinde ustalıkla kullandığı öykü dilinin tadını devam ettiriyor.
            Osman Şahin, ustalığını kanıtladığı öykü anlayışını farklı bir çerçeveyle kurguladığı, anı öykü biçimindeki öyküleriyle oluşturduğu Ölümün Süt Dişleri adlı öykü kitabını yayımladı.
Burhan Günel’in de anı öykü biçiminde değerlendirilebilecek, acılarla yoğrulmuş günümüz ilişkilerini, yaralayıcı anları ele aldığı Aşka Yorgun adlı öykü kitabı yayımlandı.
            Selma Fındıklı tarihsel konularla buluşturduğu öyküleriyle bu yıl da öykü vitrininde yerini aldı. Tütün İskelesi’nde Bir Köhne Vapur adlı kitabında 1919’dan 1950’lere kadar, farklı kentlere uzanarak Cumhuriyet’in kuruluş yıllarının panoramasını çiziyor.
            Murat Tuncel Güneşsiz Dünya adını verdiği öykü kitabında okuyucusunu seksenli yılların kasvetli günlerine götürüyor. Bütün öykülerde o yılların acılarıyla, sürgünleriyle, karanlıklarıyla buluşturuyor.
            Murat Yalçın’ın Karga Zarif adlı öykü kitabı yılın en dikkate değer kitaplarından biriydi. Dille kurduğu öykü evreni bu kitapta daha da renkleniyor, zenginleşiyor. Öykülerdeki ironi günümüz yaşamının sıkıntılarına değişik açılardan bakmanızı sağlıyor. Kimi kez neşeyle gülümserken neşeniz boğazınıza düğümleniyor, hüzne ya da trajediye dönüşüveriyor. Gündelik olanın sıra dışı anlatımıyla yaşamın anlamsızlığına kışkırtıcı bir bakış.
            Sema Kaygusuz farklı bir kurguyla oluşturduğu Karaduygun adlı öykü kitabıyla yer aldı bu yılın öykü gündeminde. Bir şairle olan dostluğunun yaşama dokunuşlarını öykülerle kuşatıyor kitap. Her öykünün adı, şair dosta (Birhan Keskin) yazılmış bir öyküsel yazının içinde gizleniyor. Adak, Musallat adlı öyküler daha bir öne çıkıyorlar.
            Geçtiğimiz yıl yitirdiğimiz Ali Teoman’ın ardında bıraktığı öykülerden oluşan Kırık Kalpler Terazisi adlı öykü kitabı yayımlandı bu yıl. Edebiyatımızın yenilikçi çizgide, farklı, deneysel öykülere, romanlara imza atan yazarından gene kendine özgü öyküleme biçimleri, dilin yapısını sorgulatan metinler.
            Şule Gürbüz Zamanın Farkında adlı öykü kitabıyla Oğuz Atay Öykü Ödülü’nü almıştı. Bu yıl da Coşkuyla Ölmek adlı öykü kitabı yayımlandı. Önceki kitabında kullandığı dil anlayışını daha da genişletiyor Şule Gürbüz, eskimiş sözcüklerle öykülerini iyice kuşatıyor. Öykülemeleriyle, huzursuz insanların iç dünyalarını anlatmasıyla ve öykülerin birbiriyle olan bağlantılarıyla farklı bir atmosfer kuruyor.
            Başar Başarır diliyle, anlatımıyla, öyküleme biçimiyle, bana kalırsa önceki öykü kitaplarından ayrılan bir öykü kitabıyla çıktı okuyucusunun karşısına: Düzenboz. Elbette, kendine özgü öykücülüğün izlerini koruyor, ama öykü kanalını genişletiyor. Kitabın tasarımına da değinmek gerekli, kapağından iç tasarımına kadar Bülent Erkmen imzasını taşıyor.
            Ahmet Büke genç öykücülüğümüzün çalışkan imzalarından. Bu yıl da Cazibe İstasyonu adlı öykü kitabını yayımladı. Değişik teknikler de deneyerek oluşturduğu öykülerinde küçük insanların dünyalarının izini sürmeye devam ediyor, gene boşlukların da öyküye eklendiği anlatımını, dil evrenini koruyor. “Tuhaf Su” bölümünün öyküsü daha bir öne çıkarıyor kendisini.
            Nurdan Beşergil uzun süren bir suskunluğun ardından ardı ardına her yıl bir romanıyla ya da öykü kitabıyla çıkageliyor. Bir Sonraki Dolunay’ın ardından bu yıl İyi Geceler Öpücüğü adlı öykü kitabı yayımlandı. Bir yanıyla insanın iç dünyasına yolculuk yaparken bir yanıyla da yaşamın derin anlamını sorguluyor, insanın doğayla, kendisiyle çatışmasının izini sürüyor. Bazen fantastik, grotesk olana yaslanıyor. Daha önceki kitaplarında kullandığı ironi yüklü dil anlayışını koruyarak.
            Dili Yüreğinde adlı kitabıyla Anadolu insanını öykülere taşıyor Celal İlhan. Duru, abartıdan uzak anlatımı, klasik öykülemesiyle öyküler okuyucusunu sarıveriyor. Yalın ve özenli bir dili var Celal İlhan’ın. İnsanımızın alınteri, yaşama uğraşları, yoklukları, yoksunlukları yer alıyor öykülerde.
            Geçtiğimiz yıl Yunus Nadi Öykü ödülünü alan Fadime Uslu’nun Gölgede Yaşamak adlı öykü kitabı yayımlandı bu yıl. İnsanlık hallerini, küçük dünyaların çatışmalarını, iç hesaplaşmalarını ayrıntılara, diline, atmosferine özenen bir anlatımla öyküleştiriyor.
            2012 Haldun Taner Öykü Ödülünü alan Kerem Işık ikinci kitabı Toplum Böceği ile yer aldı öykü raflarında. Toplumsal sorunları kendine özgü bir bakış, yenilikçi bir anlayışla, ironi yüklü diliyle öykülere taşıdı. “Bir Ergenlik Dönemi Tragedyası”, “Toplum Böceği” adlı öyküler sıyrılıp öne çıkıyor bana göre.
            Onur Caymaz Gökyüzü Sineması adlı kitabında İki Film Birden altbaşlığında iki uzun öyküsüyle buluşturuyor okurunu. Gündelik yaşamın içinde sıkışan, uyumsuz, çelişkili insanların yaşamın baskısına direnmeleri öne çıkıyor.
             2012’nin öykü raflarında dikkatten kaçmaması gereken bir kitap da Mahir Ünsal Eriş’in Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde… adlı öykü kitabı. Canlı, ritimli, coşkulu bir anlatımı var yazarın. (Sonraki öykülerinde sözcük seçiminde savrukluktan kurtulacağını düşünüyorum) Çocukluğun dünyasında dolaşıyor, taşranın can alıcı ayrıntılarıyla kurduğu atmosferde yoksulluklar, yoksunluklar, yalnızlıklar yer alıyor.
            Dilek Emir Tek Kişilik Kahvaltı adlı ilk öykü kitabını yayımladı bu yıl. Çocukların bazen ürkütücü olan dünyalarından yalnızlıklara, uyumsuzluklara uzanan öyküler. Özenli bir dil anlayışı var yazarın, ilk kitabıyla kendine özgü öykü dünyasını kuruyor.
            İlk kitabıyla adından söz ettiren, kendine özgü öykü dünyasını kuran bir başka genç öykücü de Bora Abdo oldu. Bu yılın iyi öykü kitaplarından birine imza attı Öteki Kışın Kitabı’yla. Dergilerde yayımlanan öyküleriyle kitabını bekletir olmuştu zaten. Özellikle cesur dil kullanımı ve farklı atmosferiyle öne çıktı yıl içinde, adından çok söz ettirdi.
            Şenay Eroğlu Aksoy ilk öykü kitabı Evlerin Yüreği’yle katıldı öykücülüğümüze. Yalın, incelikli, özenli anlatımıyla, kendine özgü olmayı başaran öykü dünyasıyla sarıverdi öykü okurunu.
            Bütün öykü kitaplarına değinmek dergi boyutunu aşacak elbette. Bu nedenle yıl içinde dikkat çeken, öykücülüğümüzde yer edineceğini düşündüğüm diğer öykü kitaplarının adlarını anmak istiyorum: Pencere Serhat Çelikel, Beşinci Köşe Gamze Güller, Ömrün Yazı Berat Alanyalı, Tanrı Mandalina Ağacına Tırmanınca İrem Karabaş, Avcısını Arayan Ceylan Erkan Aslan, Üsküp’ün İçinde Kumaş Biçerler Hale Seval, Serçeler Ölürse Sibel Öz, Sonsuz Uyanış Kadir Aydemir, Bazen Hayat Sine Ergün, Kanatları Ölü Açıklığında Pelin Buzluk, Yüzüne Sabah Çiyi Düşmüş Şafak Pala, Ben, Kendim ve Bergen Ayşe Başak Kaban, Bohem Apartmanı Mehmet Erikli, Ne Olur Geri Dönme Hakan Tağmaç, Deniz Kokusu Can Göknil, Kızak Yusuf Nazım, Çaparide Çırpınmak Hande Gündüz, İçeri Girmez miydiniz? Neslihan Önderoğlu, Biraz Kuşlar Azıcık Allah Gökhan Yılmaz, Çakır Zamanlar Nilüfer Açıkalın, Ama Sizden Değilim Nihan Kaya, Haymatlos Birol Özdemir, Eksik Yıl Onur Çalı, Safran Çiçeği Yelda Karataş, Merdiven Boşluğu Abdullah Mollaoğlu, Hiçbir Şey Anlatmayan Hikâyelerin İkincisi Güray Süngü, Sabahleyin Bir Tantana Yılmaz Yılmaz…

(Not: Yukarıda sayısını verdiğim, iki yüz öykü kitabının tamamına ulaşmam, okumam hak verirsiniz ki neredeyse olanaksız. Kendi kitaplığımda olan, edinebildiğim, en azından bir iki öyküsünü mutlaka okuduğum kitap sayısı ise toplamın nerdeyse yarısına yakın (86). Diğer yarısında gözden kaçırdığım öykü kitapları mutlaka olmuştur. Gözden kaçırdığım ve sadece adını anmakla yetinebildiğim öykücülerimiz kusuruma bakmasınlar ne olur.)

Sahaftan 2 - Türk Dili Dergisi Tiyatro Özel Sayısı

Sahaftan
Türk Dili – Tiyatro Özel Sayısı
            1980 darbesinden sonra kapatılan Türk Dil Kurumu’nun dergisiydi Türk Dili. Sorumlu yönetmeniyse dilimizin gelişimine büyük emekler vermiş Ömer Asım Aksoy. Derginin özel sayıları bugün bile geçerliliğini koruyan başvuru kaynakları niteliğinde. Türk Şiiri, Deneme, Günlük, Eleştiri, Roman ve Öykü üzerine düzenlenmiş özel sayılar ancak sahaflardan bulunabiliyor. Tiyatro Özel Sayısı da derginin Temmuz 1966 tarihli 178. Sayısı olarak yayımlanmış. Diğer özel sayılarda olduğu gibi bu sayıda da o konunun sorunlarına, estetiğine önem verilmiş, konuyla ilgili düşünceler üretilmesine çalışılmış. Çok boyutlu hazırlıklarla yayımlandığı hemen anlaşılıyor bu sayıların. Ben Öykü, Roman, Deneme ve Tiyatro özel sayılarına ulaşabildim.
            Bir dil ve yazın dergisi olmasına karşın tiyatro özel sayısı, tiyatronun farklı disiplinleri de içinde barındıran bir sanat olduğu unutulmadan hazırlanmış. Beş bölüme ayrılıyor dergi. Birinci bölüm Türk Tiyatrosuna ayrılmış. İkinci bölümde tiyatronun tanımı, estetiği, kavramları üzerine dünya tiyatrosunun önemli adlarının çevirilerine yer verilmiş. Üçüncü bölüm dünya tiyatrosunun önemli oyunları üzerine yazılan yazılardan oluşuyor. Dördüncü bölüm yönetmene, dramaturga ve oyunculara ayrılmış. Beşinci ve son bölümde ise tiyatronun diğer etmenleri, dekor, kostüm, müzik ve ışık üzerine yazılar yer alıyor.
Türk tiyatrosu tarihi üzerine Mustafa Nihat Özön’ün kısa bir yazısı var girişte. Nureddin Sevin’in, Metin And’ın, Burhan Arpad’ın tiyatro tarihimizin belli başlı yönlerine ilişkin yazılarının ardından anılara ve görüşlere yer verilmiş. Oyun yazarları, yönetmenler, oyuncular tiyatromuz üzerine düşüncelerini, görüşlerini yazmışlar. Muhsin Ertuğrul’dan, Kemal Küçük’e, İ. Galip Arcan’a, Ahmet Kutsi Tecer’den Lütfi Ay’a, Nurullah Ataç’tan Turgut Özakman’a kadar pek çok ustanın tiyatromuz üzerine düşünceleri. Özellikle Haldun Taner’in, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun ve Sabahattin Kudret Aksal’ın yazıları mutlaka okunması gereken, üzerine düşünülmesi gereken yazılar. Tiyatromuzun sorunları öne çıkıyor bu yazılarda. Bir yandan tiyatro yapılarımızın, tiyatrolarımızın azlığı ele alınırken, bir yandan da nasıl bir tiyatroya yönelmemiz gerektiği tartışılıyor. Ama bütününe baktığımızda, ulusal tiyatro anlayışının nasıl sağlanacağı konusunda düşünceler üretilmesi öne çıkıyor.
Tiyatronun tanımı, estetiği ve kavramları üzerine hazırlanmış yüz sayfalık ikinci bölüm dünya tiyatrosunda derin izler bırakmış oyun yazarlarının yazılarına ayrılmış. Hemen bölümün başında Strindberg’in “Modern Oyun Yazarlığı ve Modern Tiyatro Üstüne” adlı müthiş bir yazısı var. Anton Çehov’un oyun yazarlarına öğütleri, W.B. Yeats’ın “Dil, Kişi, Yapı”, Eugene O’Neill’in “Maskeler Üzerine”, Lorca’nın “Tiyatronun Sorumluluğu”, Ionesco’nun “Gene Öncü Tiyatro Üzerine”, Dürrenmatt’ın “Tiyatro Sorunları” adlı yazıları ve John Osborne’un bildirisi mutlaka okunmalı. Bu yazıları çevirenlerse Cevat Çapan, Özdemir Nutku, Bilge Karasu, Şadan Karadeniz, Tahsin Saraç, Suat Taşer, Salah Birsel, Melahat Özgü gibi dilimizin ustaları.
Dördüncü bölümse tiyatronun sahne üstüne, sahnelemeye ayrılmış. Dramaturg, sahneye koyma, oyunculuk kuramı üzerine yazılar yer alıyor. Stanislavski’nin, Gordon Craig’in, Max Reinhardt’ın, Jean Louis Barrault’un yazıları. Bu yazıların bir kısmı daha sonra Suat Taşer tarafından “Sahneye Koyma Sanatı” adlı kitaba alınmıştı. Derginin beşinci ve son bölümü tiyatronun görselliğini sağlayan etmenlere, dekor, kostüm, müzik ve ışığa ilişkin yazılardan oluşuyor. Roland Barthes’in “Tiyatro Giysisi Hastalıkları”, Alfred Jarry’nin “Dekor ve Oyuncu” adlı yazıları ilginç ve önemli bir yazılar.
Özenle hazırlanmış bir özel sayı bu. Altmışlı yılların o çok canlı tiyatro ortamında çağdaş tiyatro düşüncemizi etkileyecek, ufuk açıcı yazılar olduğunu söylemek gerekiyor. Bu yazıların birçoğu kitaplara girmemiş, bu özel sayının sayfalarında kalmış. Bugün bile bizi etkileyebilecek, tiyatro üzerine yeniden düşünmemizi sağlayabilecek yazılar.
Eski Türk Dil Kurumu özel sayılarıyla yazın alanımıza çok önemli katkılar sunuyor, bugün bile aranan, kaynak olan sayılar hazırlıyordu. 1980 darbesiyle kapatıldıktan sonra yerine tuhaf bir yapıyla kurulan Türk Dil Kurumu’nun böylesi kalıcı özel sayılar hazırladığını görmedim. Hazırlayabileceğini de sanmıyorum. Çünkü bunun için çağdaş yazın düşüncelerini önceleyen bir bakış açısı gerekiyor. 

OYUN TÖREN GÖSTERİM - AYŞIN CANDAN

Oyun Tören Gösterim
Ayşın Candan’ın “Yirminci Yüzyılda Öncü Tiyatro” adlı kitabını 1994 yılında YKY’ deki ilk baskısı çıkar çıkmaz almış ve altını çize çize, yutar gibi okumuştum. Avangart akımlar, politik tiyatro, coşku tiyatrosu, öteki tiyatro gibi bölümleriyle beni sarsmış, tiyatro üzerine yeni yeni kafa yormaya başlayan bir hevesli için müthiş kapılar aralamış, farklı gözlerle bakabilmemi sağlamıştı. Hâlâ ara ara bölümlerini açıp okuduğum, başvurduğum çok önemli bir kaynaktır. Kaynak olduğu kadar, sorular üretebilen, bakış açılarımızı her seferinde yenileyebilen aşılamamış bir kitap. Pek çok yanlış bilgiyi, birbirine karışan pek çok teatral kavramı, çağdaş tiyatrodaki modern ve modern sonrası biçimsel arayışları yerli yerine oturtur. Bunu yaparken salt yazınbilimsel açıdan yaklaşmaz. Yönetmenin ortaya çıkışından gerçeküstücülüğe, Piscator’dan Brecht’e, Grotowski’den postmodern tiyatroya kadar bütün biçimsel yönelişlere, özellikle sahne pratikleri açısından, yapılan gösteriler açısından, tiyatronun eylemsel yönünü öne çıkararak yaklaşır. Yaşamını tiyatroyla bütünleyebilen herkesin kitaplığında mutlaka bulunması gerektiğini düşünüyorum.
            Ayşın Candan, makale, eleştiri ve kuramsal yazılarını “Oyun Tören Gösterim” adıyla bir kitapta topladı. Kitap, Norgunk Yayıncılık tarafından geçen yılın sonunda yayınlandı. Kitaptaki yazılar, kitabın son yazısı dışında, sahne olayına odaklanan, oyun sanatını eylemsel yanıyla ele alan yazılar. Ayşın Candan, kitabın önsözünde sahne sanatlarının yazın sanatının vesayeti altında görülmemesi gerektiğini söylüyor. Tiyatronun kuramsal yanına eğilenlerin ağırlıklı olarak böyle bir bakışa yöneldikleri söylenebilir belki. Gene de bu “vesayet altında” deyimine çok katılamıyorum. Tiyatro bir bütündür. Elbette tiyatronun olmazsa olmaz öğeleri oyuncular ve seyircilerdir. Ama değil mi ki dilin de ağırlığını hissettirdiği bir sanattan söz ediyoruz, öyleyse yazınsallığı da barındırmasından doğal bir şey olamaz. Sadece ve sadece yazınsal sanatlara indirgenmesinin büyük bir yanlış olduğu konusundaysa hiçbir kuşku yok. Elbette ki, dram okunmak için değil, gösterilmek içindir.
            Kitabın son yazısı olan “Türk Tiyatrosunda Oyunun Biçimsel Özellikleri” adlı yazı dışındaki diğer yazılar sahne olayına odaklanmış yazılar. Kitap üç bölüme ayrılıyor. “Kökler” adlı ilk bölümde performans ve ritüel üzerine iki yazının ardından antik oyunların günümüz sahnelerinde yorumlanmasına ilişkin bir yazı yer alıyor. Daha önce Sanat Dünyamız dergisinden de aklımda kalmış bir yazıydı. Antik oyunların bugünün tiyatro diliyle yorumlanmasına, bu yorumlamaların nasıl sorunlar barındırdığına ilişkin güzel bir yazı. Antik oyunların bugüne söyleyecekleri daha çok söz var. Doğru bir bakış açısı, iyi bir dramaturgi o oyunları rahatlıkla çağdaşımız kılabiliyor. Bu bölümün son iki yazısı geleneksel tiyatromuza ilişkin. İlki “Köy Meydanından Tiyatroya”, ikincisi ve gerçekten ilginç olanı “Sultan III. Selim’in Oyun ve Hayal Dünyası.” III. Selim döneminin şenliklerindeki geleneksel gösteri sanatlarına değiniyor yazı. Kaynaksa sır kâtibi Ahmet Efendi’nin “Rûznâme”si. Ahmet Efendi, III. Selim’in tüm yaptıklarının resmi kaydını tutmuş. 18. Yüzyıl Osmanlı’sında sahne sanatları nasıl farklılıklar barındırıyordu? Gösteri geleneğimizde, genlerimizde neler var? Tiyatromuzun eylemsel yönünde, gösterimlerimizde, sahnelemelerimizde pek izi sürülüp araştırılamamış, üstüne kafa yorulup geliştirilememiş bir alan bu.
            Kitabın ikinci bölümü “Sahne” adını taşıyor. Bu bölümde Ayşın Candan, tiyatromuzun tarihine sahne yorumları üzerinden yeni bir bakış getiriyor. Türk sahnelerinde Hamlet, Faust oyunlarının ve gelişim yıllarında sahnelerimizde yorumlanan İbsen oyunlarının yorumlarını ele alıyor. Bu açılım genişletilse ne iyi olur. Farklı bir tiyatro tarihi yazılabilir. Sahnelemelerden hareketle yazılacak bir tiyatro tarihine ihtiyacımız olduğunu düşündüm. Metin And tiyatro tarihimize ilişkin kitaplarında hep bir bölüm ayırmıştır tiyatro topluluklarına, sahnelemelere. Ama Ayşın Candan’ın yazıları oyunlara sahneleme deneyimleri ve biçimleri üzerinden yaklaşıyor. Bu bölümün bir diğer yazısı “Mehmet Ulusoy Tiyatrosunun Bütününe Bakış” adını taşıyor. Geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz tiyatromuzun en yaratıcı yönetmenlerinden biri olan Mehmet Ulusoy’un sahneleme deneyimlerinin ele alındığı yazı belki de bir yönetmenin oyunlarına toplu bakış olarak bir ilk. Biz hep yazarlarımızın oyunlarına toplu bakış yazıları okuruz. Düşünüyorum da Muhsin Ertuğrul’dan başlanarak tiyatromuzda önemli oyunlara imza atmış yönetmenlerimizin sahnelemelerine ilişkin böylesi değerlendirmeler nasıl da gerekli. Yarının sahnelemelerine de çok şey kazandıracağı, yaratıcı düşlerimizi, düşüncelerimizi kışkırtacağı kuşkusuz.
            Kitabın üçüncü ve son bölümü “Kuram” adını taşıyor. “Grotowski’nin Gizemi”, “Eugenio Barba ve Bizler”, “Politik Tiyatro ve Geleceği” adlı ilk üç yazı gene sahneleme, gösterim deneyimlerine odaklı yazılar. Özellikle politik tiyatro üzerine olan yazı politik tiyatronun dünya tiyatrosundaki ve bizim tiyatromuzdaki yerini ele alıyor. Politik tiyatro, tiyatro tarihi kadar eskiye götürülebilir mi? Tiyatro tarihini toplumsal yapıların tarihinden, birey toplum ilişkilerinden soyutlayabilir miyiz? Antik Yunan tiyatrosundan, Moliere’e, Shakespeare’den Brecht’e pek çok oyun bizi politik sorunlarla yüzyüze bırakmaz mı? Sanat eleştireldir ve usdışına güdümlü olamaz. Umutsuzluğu barındırmaz.
            Kitabın son yazısı “Türk Tiyatrosunda Oyunun Biçimsel Özellikleri”, sahne deneyimlerine değil tiyatronun yazınsal yönüne ilişkin bir yazı. Tiyatromuzun oyunlarına Peter Szondi’nin dram sanatına ilişkin düşüncelerinin ışığında yeniden bakış denemesi. Yazının hemen başında bir dip not var ki özellikle ilgimi çekti; “Peter Szondi’nin bir türlü dilimize kazandırılamamış olan başyapıtı Dram Kuramı…” deniliyor. Bu çeviri için daha fazla beklenmez umarım. Dramatik yazınımızın başlangıcından bugüne nasıl bir gelişim çizgisi içinde olduğuna ilişkin genel bir bakışın ardından dram sanatımızın kendine özgü farklılığının sorgulanmasını isteyen kışkırtıcı bir yazı.

            Ayşın Candan gerek bakış açısıyla, gerek diliyle farklı bir kitaba imza atıyor. Kitaptaki deneme, eleştiri ve kuram yazıları bizi tiyatronun tartışılan yönlerine, değişik pencerelerinden bakmaya ve “bakış yeri”ni yeniden düşünmeye sürükleyecek. Bu arada Norgunk yayınlarına da bu özenli baskı için teşekkür etmek gerekiyor. Norgunk yayınlarının bütün kitaplarında aynı özeni görebilirsiniz.