15 Eylül 2017 Cuma

Sahaftan 16 - Kör Karga - O.Zeki Özturanlı

Sahaftan
Kör Karga

Kadir Yüksel

            1972 yılında Yeditepe Yayınları arasında yayımlanan Kör Karga O. Zeki Özturanlı’nın dördüncü öykü kitabı. İlk kitabı Mühür 1962’de yayımlanır. Tabanca 1969’da, Başakçılar 1970’te yayımlanacaktır. Kısa sayılabilecek yaşamına sığdırdığı dört öykü kitabının yanında Kent Oyuncuları tarafından güçlü bir kadroyla oynanan, oynandığı yıllarda oldukça ses getiren Batak Göl adlı bir oyunu da var. Oyun 1969’da Kent Oyuncuları Yayınları arasında yayımlanır.
            1926’da Söke’de doğar O. Zeki Özturanlı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra Söke’de serbest avukat olarak çalışır. 1982’de öldüğünde 56 yaşındadır. Son on yılında neden yazıdan koptuğunu bilemiyorum. Oysaki önemli bir tiyatroda oynanan, ses getiren bir oyunun sahibidir. Tek oyunla kalır, oyun yazmayı sürdürmez. Öyküleriyle o dönemin önemli bir yayınevinin yazarları arasındadır, dergilerde öyküleri, söyleşileri  yayımlanmaktadır. 1972’den ölümüne kadar geçen on yıllık süre içinde yeni bir öykü kitabı yayımlamaz.
            Gerçekçi bir bakışla, klasik kurgulamanın öne çıktığı öyküler olduğunu söyleyebiliriz dört kitapta bir araya getirdiklerinin. Toplumsal sorunları, özellikle Ege yöresinin sorunlarını, insanlarını, toprakla boğuşan kırsal kesimi, sağlıklı bir gözlem gücüyle öykülerine taşır. Avukat olmasının, Söke’de yaşamasının, öykülerinde çevresini, iyi tanıdığı insanları, tanık olduğu olayları ele almasında büyük payı olmalı kuşkusuz. Olaya dayalı anlatımı yalınlıkla, akıcılıkla, içtenlikle, sağlam kurgu anlayışıyla birleşir. Dönemine göre özenli bir dil kullandığını, temiz bir dille yazdığını söylemeliyiz. Bu arada, özellikle o yörenin ve göçmenlerin şive özelliklerini neredeyse her öyküde başarıyla kullandığını, diyaloglarda ustalıklı davrandığını unutmamalı. Gerçekçi damara, kırsal gerçekçi anlayışa eklenebilecek bir yazar olduğunu düşünüyorum. Erken ölümü, ömrünün son on yılındaki küskünlüğü ya da nedenini bilmediğimiz verimsizliği yazarlığını daha geniş bir alana taşımasını engelleyecektir.

            Sekiz öykü yer alıyor kitapta. İlk öykü kitaba da adını veren “Kör Karga” adlı öyküdür. Dördüncü çocuğu da kız olarak doğan kadın kocasının şiddetiyle karşılaşır. Adam kadının gözünü çıkarır ve köylülere karşı yüzü tutmadığı için evi terk eder. Kadın tek başına kalır ve çocuklarını büyütür. Küçük kızın küçük bir ameliyatla erkek olabileceğini söyler doktor. Erkek olunca babasına haber salınır. Baba eve geri döner, ama kadının gözü geri gelmeyecektir. Adamın “biz de evde kör karga besleriz” sözleriyle biter öykü. “Camping” adlı öykü kitabın en güzel öykülerinden biri. Hem diliyle, anlatımıyla, hem de ele aldığı konuyla, mizaha da yaslanan yapısıyla… Para babası bir adamın asker emeklisi ortağıyla el ele verip turistik bir kamp işletmesinin öyküsüdür. “Josette Christine” kentte geçen öykülerden biridir. Kendisini herkese farklı farklı isimlerle ve mesleklerle tanıtan bir sokak kadınıyla, kadın özlemi çeken yalnız bir adamın lokantada karşılaşmalarını konu alır. “Mektup” öyküsü de kitabın iyi öykülerinden biri. Yüksek miktarda vergi kaçıranları yakalayan memur, dürüstlüğünün kurbanı olur, yakaladığı ağaların iftiralarına uğrar ama geri adım atmaz, gönlü rahattır. Köyündeki anasının yolladığı mektupta ise ailesinin sefaletinden söz edilmektedir.
“Karpuz” öyküsünde biri olgun, diğeri ham iki karpuzun gözüyle anlatır öyküyü. Alegorik bir anlatımla karpuzların tarladan, kesilecekleri zamana kadar başlarından geçenler anlatılır, yoksul insanların yaşamlarına göndermeler yer alır. Son öykü “Eskici Davut Ağa” yaşlı bir adamın, bir ayakkabı tamircisinin yalnızlığının öyküsüdür.

            Dört öykü kitabı ve bir oyunla edebiyatımızdan ayrılması ne kötü O. Zeki Özturanlı’nın. Keşke en ustalıklı ürünlerini vereceği dönemlerde de verimliliğini sürdürebilseydi. Bazı öykücülere bu yönleriyle üzülmemek elde değil. En azından bir sahafta dolaşırken elinize geldiğinde, gözünüze çarptığında elinizi çekmeyin, ilginizi eksik etmeyin.   

Karton Ev - M.Özgür Mutlu

Karton Ev

Kadir Yüksel

            2011 yılının Temmuzunda Varlık dergisinde yayımlanan “Çingeneler ve Mezarları” adlı öyküyü çok sevmiş ve aylarca öyküyü, yazarını aklımdan çıkarmamıştım. M. Özgür Mutlu dosyasıyla 2011 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü kazanmıştı. Daha sonra dosya Van Gölü Ekspresi adıyla Varlık Yayınları arasında yayımlanınca hemen edinip okumuş, o öykünün yanında diğer öyküleriyle de iyi bir öykücünün yola çıktığını düşünmüştüm. 2007 yılında da aynı ödülde dikkate değer bulunduğunu görünce geriye dönüp o yılın Temmuzunda yayımlanan “Gar Aile Çay Bahçesi” adlı öyküsünü de okudum. Daha sonra, izleyebildiğim dergilerde öyküsünü görürsem kaçırmadan okumaya çalıştım. Tam da, kitap istiyor artık bu öyküler derken, geçtiğimiz yaz başında, ilk kitabından beş yıl sonra ikinci kitabı Karton Ev’le çıkıp geldi M. Özgür Mutlu.

            İlk kitabındaki öyküleriyle gerçekçiliğin izinde ama bazen düşle gerçeğin sınır uçlarındaki geçişlerden de yararlanmasını bilen bir öykü damarının sürdürücüsü olacağını düşündürüyordu M. Özgür Mutlu. Gerçekçi bir bakışın yer aldığı, yaşamın içinden, yaşam sıcaklığıyla, içten, yalın anlatımın seçildiği, gözden kaçırılan ayrıntıların inceliğiyle örülen bir damardı bu. Okuyucusunu hemen içine çekiveren, atmosferini oluşturan, sinematografik dilin kullanıldığı, hareketli bir anlatım. “Çilek Bahçelerine Giderken”, “Fotoğraf”, “Yok Olan Kompartıman” gibi kimi öykülerinde düşlerin küçük dokunuşlarıyla gerçeğin kırılmasını, anlatının alanını, çağrışımını genişleten bir kurguyu da kullanıyordu. Nesne, mekân kullanımını, ayrıntı zenginliğini de unutmamalı: Mezarlık, sirk, apartman boşluğu, ceket, fotoğraf makinesi… Trenler, garlar, gitmeler, ulaşmak istenen yerler, mezarlıklar, sevilenler, ip cambazları, sirkler, kompartımanlar, apartman boşlukları… Yoksunluklar, yokluklar, yitirişler, yaşamın eziciliğine direnen insanlar… Öyküler Van Gölü Ekspresi’nin kalkışıyla başlayıp, son istasyona varışıyla bitiyor. “Kalkış” ve “Varış” da birer kısa kısa öykü olarak yerini alıyor kitabın başında ve sonunda. Aradaki öyküler belli bir sırayla yerleştirilmiş. Trenin durduğu istasyona, kente ya da kasabaya ait bir öyküyü trenin içinde, kompartımanda geçen bir öykü takip ediyor. Dilin yalın, özenli kullanımı, kimi kez iyi durmayan benzetmelere (“tarla ardıcı gibi şakıyışı”) yer verse de, hareketli, okuyucusunu avucunun içine alan, iştahlı bir anlatım sağlıyor.
            Aynı anlatma iştahıyla karşılıyor okuyucuyu Karton Ev. Kitabın başında ve sonunda yer alan iki kısa kısa öyküye daha sonra değinecek olursam geriye kalan on dört öykü de derdini anlatmayı, toplumsal sorunları öykülemeyi, dile getirmeyi çok seven iştahlı bir anlatıcıyı getiriyor karşımıza. Dert edindiklerini kendine saklamıyor M. Özgür Mutlu, paylaşıyor. Anlattıkları hepimizin dertleriyle benzeşiyor, hepimizin yaşamında, kimi kez düş dünyasında kendisine yer buluyor. Sahile vuran mülteciler, sığınma yerlerine sığınan mülteciler, cinsel tacizler, iş kazaları, işçi ölümleri, etkileyici hayat kadınları, eğlence yerleri, barlar, işsizlikler, tünel inşaatları, deprem, ölümden sonra bizi bırakıp gidecekleri mezarların merak edilmesi ve elbette ki aşk. Gerçekçi bakışın egemen oluşu klasik kurgu anlayışını da beraberinde getiriyor, olaya dayalı bir yapı kuruyor öykülerinde. Anlatmak istediklerine, bizi ortak ettiği dertlerine, günlük yaşamın izlekleriyle kurduğu atmosferine, yalın ama hareketli diline en uygun biçimi oluşturuyor. Okuyucusunu çabucak içine alıveren, öykülerini, kişilerini küçük sözcük dokunuşlarıyla canlı kılan, sürükleyen, aynı iştahı okuyucusuna da veren bir öykücü M. Özgür Mutlu. Yaşamın gürültülü hay huyu içinde geçip giden ayrıntılarla, ince noktalarla işliyor öykülerini. Bir site bekçisinin basmakları saymasından, bir mülteci kızın geride bıraktığı karton evine, garaville toplamaktan, nüfus cüzdanı yenilemeye, kız istemek için önce iş bulmaktan, mezar kiralamaya… 
  
            İlk kitabında bir tren yolculuğu içinde “Kalkış” ve “Varış” adlı iki kısa kısa öykünün parantezine almıştı öykülerini M. Özgür Mutlu. Karton Ev’deki öykülerini de iki kısa kısa öykünün parantezine alıyor: “Ay’ın Düşü” ve “Ay Vatandaşı”. İki öykü de düşsel, imgesel dokunuşlarla gerçekliği boyutlandırıyor. Diğer öykülerde ise düşselliğin kullanımı ilk kitaptaki kadar yer almıyor. Bu yönüyle ilk kitaptan ayrılıyor, gerçekçi bakış belirginleşiyor. “Tünel” öyküsünün sonunda yakalanmaya çalışılan, “Kiralık Mezar”da, “Solus”un sonunda kullanılan bir yönüyle düşsel yapıyı sayabiliriz Karton Ev’de.
            Yaşamın trajik anlarını yakalıyor M. Özgür Mutlu. O trajik anların sıra dışı bir olayla, imgeyle, düşle, mekânla, nesneyle kırılmasını sağlıyor. Babasının ölümünden amcasını sorumlu tutan çocuğun bakışı, amcasının annesine ve kendisine davranışlarının açtığı yaralar trajik yanını oluştururken babasının amcasının karnında olduğunu düşlemesiyle kırılıyor gerçeklik. Nüfus müdürlüğünde çalışan kahramanın yalnızlığı, nüfus kaydının insanların yüzlerine, davranışlarına yansıması trajik olana yol alırken, karşısına çıkan kadına âşık olması ve öykünün sonunda açılan düşsel alan gerçeğin boyutunu değiştiriyor.
            Öykülerdeki insan çeşitliliği de yazarın yaşama dönük yüzüyle, izleklerinin genişliğiyle, gerçekçi bakışıyla örtüşüyor. Garaville toplayan öykü kişisinin yanında balıkçıları görüyoruz örneğin. Babasını küçük yaşta kaybeden öykü kahramanımız, baba yarısı olarak gördüğü amcasının babasını yuttuğunu, karnında taşıdığını düşünüyor, burada küçük ayrıntıların başarılı kullanımıyla çizilmiş amca karakterinin canlılığını da söylemeliyiz. “Baba Yarısı”, gerek imgesiyle, gerek anlatımıyla, gerek sonuyla etkileyici, okunduktan sonra akılda kalıcı bir öyküye dönüşüyor. Öyküde karaktere önem verilmesi, karakterlerin özenle, işlevsel ayrıntılarla işlenmesi, bugünün öykü yazarlarının pek de üstünde durmadıkları bir konu. Oysaki karakter yaratabilmenin vuruculuğu güçlü öyküler getiriyor. “İki Yüz Kırk Beş Basamak”taki site bekçisi Osman’ın, “Solus”’un, “Tünel”in, “Ölüm Doğum Kayıp / Yenileme”nin başarıyla çizilmiş karakterlerinin öykülere güç kattıklarını söylemeliyiz. Öykü kişilerini küçük ayrıntılarla, psikolojik derinlik sağlayan dokunuşlarla, kusurlarının duyumsatılmasıyla, diyaloglarla birer karaktere dönüştürüveriyor M. Özgür Mutlu. “Karton Ev”in mülteci kızını, “Beklediğimiz O Gün”ün Gargalak Kemal’ini de unutmamalı. Ama kitabın bazı öykülerindeki (“Panik Atak”, “Vukuat Mirzat” gibi…) karakterlerin o kadar güçlü yer almadıklarını da söyleyelim.   
            Kitabın dört öyküsünün dışında bütün öyküleri ben anlatıcının ağzıyla anlatılmış. “Cenaze Arabası”, “Tünel”, “Beklediğimiz O gün”, “Panik Atak” öyküleri ise o anlatıcının ağzıyla aktarılıyor. Ben anlatıcıda daha akıcı, daha kıvrak olabildiğini düşündüm M. Özgür Mutlu’nun. Bu söylediğimin öznel bir yargı olduğunu kabul ediyorum ama o anlatıcıda öykü dilinin içtenliğini zaman zaman yitirdiğini gördüm. Yazarın devreye girmesi, sesini etkinleştirmesi öykü kişisinin dünyasını zedeliyor, öykünün derdini daha öne çıkarıp bütünü bozabiliyor. Örneğin “Tünel” de Halit’in dünyası sıradana dönüşebiliyor kimi yerlerde. Öykü kişilerinin o anlatıcıda derinlikli boyutundan uzaklaştığını, anlatma iştahını ben anlatıcıda daha hareketli, daha canlı tuttuğunu söylemek yanlış olur mu? Örneğin “Cenaze Arabası”nda çarptıkları adamın hemen ardından, daha öykünün başında, arabanın içindekiler ölüm, öbür dünya üzerine düşünür, üstüne üstlük yazar araya girmekte geç kalmaz, düşünüp düşünmediklerinin bile belli olmadığını söyler. Kişilerin de, öykünün de dengesi kayıveriyor, öykünün akışına da, karakterlerin derinleşmesine de bir katkısı olmuyor… Oysa M. Özgür Mutlu bir iki ayrıntıyla, bir iki diyalogla bu duygu durumlarını duyumsatabilen, atmosferini oluşturabilen bir kaleme, bir biçeme sahip.       
            Diline özenen bir yazar M. Özgür Mutlu. Diyalogları çok işlevsel kullanıyor. Kısa, yalın, net cümlelerle hareketli bir anlatımı yeğliyor. Düşselliğin sınırlarını kullandığında da aynı anlatımı, hareketliliği görüyoruz. “Ay’ın Düşü”nde ayı alıp tabağına koyuyor, bir parça kesip yiyor, rakısına meze yapıyor. Sinematografik bir anlatımı olduğunu, görüntünün diline yatkın olduğunu söylemeliyiz. “Baba Yarısı”, “İki Yüz Kırk Beş Basamak”, “Cenaze Arabası”, “Ölüm Doğum Kayıp / Yenileme” okuyucusunu çabucak olay akışının içine çeken öyküler.
            Öykü evreninin birikimini, bütünlüğünü sağlayacağı sağlam bir bakış, biçem ve anlatım için ilk iki kitabıyla önemli bir yol alıyor M. Özgür Mutlu. 

Yoksunlar - Ferhat Özkan

Yoksunlar

Ferhat Özkan ilk öykü kitabı Logosoloji’de kendine özgü bir öykü evrenini oluşturmayı başarmıştı. Dikkat çekici bir ilk kitaptı. “Edebi Gam” adlı ilk öyküde tanıştığımız Katushi M., kitabın son öyküsü “Edebi Mekan”da da karşımıza çıkıyor, bütün öykülere eşlik ettiğini duyumsatıyordu, diğer öykülerle kurulan bağ, öykülerin öyküsüne, göndermelere dönüşüyordu. Dülger İbrahim Efendi, Mehtap Hanım, savunma yapan sanık, mektup yazan şair yazarın okuyucusunu tanıştırdığı öykü kişilerinden bazılarıydı. Öykülerdeki kurgusal denemeler fantastik öğelerle ve alaysamalı anlatımla birleşiyor, okuyucusunu hemen içine çekiveriyordu. Haplara kaydedilmek istenen müzikler, büyüyen zihin, edebiyatın tüketime yönlendirmeyen, yararsız, ilkel bir sanat olması, dili tüketmek, alfabeyi baştan yazmak… Bütün öykülerdeki günümüz insanının çelişkilerine, çıkmazlarına ilişkin göndermelerin, gündelik yaşamın karşımıza çıkardığı ayrıntılarla, gerçeküstü ama sarsıcı öğelerle buluşması daha etkileyici kılıyordu öyküleri. Logosoloji Ferhat Özkan’ın giderek kendi öykü yatağında derinleşeceğinin ipuçlarını verdiği bir ilk kitaptı ve ikinci kitapta dilinin, kurgusunun nasıl evirileceğini düşündürtüyordu.

İkinci kitabı Yoksunlar Ferhat Özkan’ın kendi öykü evreni üzerine derinlemesine düşündüğünü, emek harcadığını, dilinin gelişimine özen gösterdiğini gösteren bir kitap olarak karşımızda duruyor. Logosoloji’yle kurduğu öykü evrenini Yoksunlar’da da sürdürdüğünü, bazı noktalarda değiştirdiğini, geliştirdiğini, ayrıksı yapısını koruduğunu söyleyebiliriz. İlk kitabında kullandığı fantastik öğelerin ikinci kitabında biraz farklılaştığını görüyoruz. Gündelik yaşamın içinden geçerken bazı öykülerinde gerçeküstücü öğeleri günlük yaşam atmosferinin içine katıp harmanlıyor. Kokuyu, nefesi, kahkahayı, bilgilerin çözünmesini kullandığı öykülerinde büyülü gerçekçiliğe yaklaşan ama kendi anlatımını kuran, çizgi dışı bir gerçek ve gerçeküstü kullanımı var. Çağdaş insanın trajikomik yapısını yansıtan öyküler, alaysamalı anlatımın ölçülü kullanımıyla daha da boyutlanıyor, anlatılanın gerisindeki asıl anlama, düşünsel olana yöneltiyor okuyucusunu. Koku sadece bir koku değildir artık, kahkaha kaybı, bilgi çözünmesi, ömür dilekçesi, dolmakalem de öyle… İnsani olana, insanın özüne, nesnelerle, eşyalarla, gündelik olanla kuşatılan insanın yoksun kalışlarına, düş gücüne gönderen öyküler.
  Yoksunluk bütün öyküleri kuşatıyor. Kendisinde olmayanın, mahrum kalışın, eksikliklerle yaşamanın, sahip olunanı kaybetmenin ya da hiç sahip olamamanın sıkıntısını, yokluğun acısını çeken öykü kahramanlarıyla tanışıyoruz. Çağımız insanının elinde olan ama bir türlü değerini bilemediği kendi insani özelliklerinin yaşattığı huzursuzluğa, çaresizliğe gönderiyor bizi yazar. Gündelik yaşamın içinde bir anda karşı karşıya kalıyoruz eksikliklerimizle ya da bir anda eksiliyoruz, kaybediyoruz. Kimi kez insanın bir takım özellikleriyle, kimi kez duyu organlarıyla, kimi kez de nesnelerle, eşyalarla somutlaştırıyor bu eksiklikleri yazar. Sanatın hangi dalıyla uğraşacağına bir türlü karar veremeyen sanatçı ruhlu bir öykü kişisi… koku almak, kahkaha atamamak, eksilen nefes… zeytin tanesi… çay bardağı, zarf bıçağı, dolmakalem… Öykülerin nerdeyse tamamında gündelik yaşamımızın ayrıntılarını gizleyen küçük eşyalar, öykünün ana öğesiyle, nesnelerle, yoksun kalınan duyularla, duygularla birleşerek öne çıkıyor. Kahvaltı masası, parfüm, derin düşünceler vazosu, çay bardağı, zarf bıçağı, dolmakalem…

İlk öykü “Bilgilerinize Ars Longa” adını taşıyor. Hangi sanat dalıyla uğraşacağına bir türlü karar vermeyen öykü kahramanının ömrünün uzatılması için yazdığı bir dilekçedir öykü. Ressam, müzisyen, edebiyatçı olmak arasında gidip gelir kahramanımız, öldürme sanatı, çiçek bakımı da girer yapabileceklerinin arasına, yaşama sanatına ulaşır en sonunda. Öykünün sonunda kitabın diğer öykülerini sıralayıp iyi bir kompozisyon çıkarmak ister kahramanımız. “Hayatımın Kahvaltısı” birlikte kahvaltı eden bir çiftin öyküsüdür. Zeytin paylaşılamaz. Harika hazırlanmış bir kahvaltı sofrası anımsamaya, birlikteliğin sorgulanmasına, iyi olma isteğine dönüşecektir.
Üçüncü öykü “Bir Gün Burnum Kokmaya Başladı” adını taşıyor. Gerek anlattıklarıyla, kurgusuyla, gerek diliyle anlatımıyla Ferhat Özkan’ın öykü evreninin bütün özelliklerini barındırıyor. Sabah kesif bir kokuyla uyanan öykü kahramanı kokunun nereden geldiğini bir türlü bulamaz. Bildiği bütün kokuları kaybetmiştir. Burnundaki kokuyu zamanla tanır, o koku kendi burnunun kokusudur. Çağdaş insanın gündelik yaşamına ilişkin, iyi kurgulanmış, fantastik öğesiyle, alaysamasıyla etkileyici bir öykü. “Eksik Nefes” adlı öyküde ağzından bulutlar çıkar öykü kişisinin, hızlı hızlı solumaya başlar, çıkan bulutları bir şeylere benzetmeye, onlara anlamlar yüklemeye çalışır. Nefes yoksunluğu içinde kendi nefesini tanımaya, kendi nefesine sahip olmaya çalışacaktır.
“Kahkaha Kaybı ve Sonuçları Üzerine” adlı öykü de iz bırakan, etkileyici bir öykü olarak yer alıyor kitapta. Fantastik bir atmosfer içinde günümüz yoksunluklarının getirdiği trajikomikliği, alaysamayı da çok ustaca kullanarak önümüze koyuyor Ferhat Özkan. Şöyle bir ağız dolusu gülebilmek için her çareye başvuran öykü kahramanımız kahkahasını kaybetmiştir. Aslında gülmektedir ama gülme refleksini kaybeden yüzündeki ciddi ifadeyi bir türlü değiştiremez, yüzü gülmez bir türlü. Yaşam karşısında, varlıkla yokluk arasında, acıyla neşe arasında gidip gelen bir salınım.
“Sahalara Dönüş” futbolcu olmanın, yeşil sahalarda izlenen, alkışlanan biri olmanın hayalini kurarken yaşadığı bir talihsizlik sonucu seyircileri izleyen bir güvenlik görevlisi olan öykü kişisinin yeteneklerinden yoksun kalışının, yeteneklerini kullanamayışının öyküsüdür. “Tecrübe Tercümesi” yeni evlenecek bir çiftin evini taşıyan arkadaşların kolilerin arasında bir yorgunluk çayı içmesini anlatır. Birlikteliğin, evliliğin, yaşantıların küçük ayrıntılarla, eşyalarla, anımsamalarla sorgulanmasıdır, tecrübenin tercümesidir öykü.
“Bir Zarf Bıçağının Ettikleri” kitabın içinde ayrı bir yerde duruyor. 1928 yılında Buenos Aires’te bir antikacı dükkânında geçmektedir öykü. Yıllardır ortak olan iki huysuz ihtiyarın ara ara yaptıkları gibi küçük bir tartışmaya girişmeleriyle açılan öykü antikacı dükkânına elinde bıçağıyla bir hırsızın girmesiyle gelişecektir. “Bilgilerin Çözünme Süreci” adlı öykünün kahramanı olmadık zamanlarda olmadık şeyler hatırlayan, gereksi bilgi kaynağı olan biridir. Yaşamın düzeyini yükseltmeyen, gereksiz bilgilerle çöplüğe döndürdüğümüz zihnimiz… kalıcılıktan yoksun bilgi…
“0.89”  hafızaya, hatırlamaya, unutmaya ilişkin eksik, mahrum bırakılmış bir öykü. Hafızasıyla ilgili sorunu olan bir matematik öğretmeninin evine giderken eşinin istediği bir şeyi bir türlü hatırlayamamasına, evrenin genişlemesinin içimizi daraltmasına ilişkin sorular.  “Orospuyazı” unutkanlıklarından şikâyetçi olan birinin dolmakalemini kaybetmesiyle başlayan bir öykü. Kitaplarının ilk sayfasına adını yazdığı kalemidir o dolmakalem. Son zamanlarda herkes için yazılmış kitapları okumaktan sıkılmaktadır, sadece kendisi için yazılmış, bir tek kendisinin okuyabileceği bir kitap hayal eder.

            Bugünün öykücülüğünde farklı bir kanalda iz sürüyor Ferhat Özkan. Öykülemede, kurguda, dilinde ve anlatımında bu farklılığı duyumsatıyor okuyucusuna. İnsanın özüne ilişkin ayrıntılarda gizlenenleri gerçeğin değişik boyutlarında öyküleştiriyor. Her öyküsünde kendini sınayarak çıkıyor öykü tutkunlarının karşısına, merakla okunmayı hak ediyor.