3 Mayıs 2016 Salı

Sahaftan 13 - Tahir Alangu "Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman"

Sahaftan
Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman

Kadir Yüksel

Tahir Alangu’nun ilk cildi 1959’da, ikinci ve üçüncü cildi 1965’te basılan inceleme – antoloji kitabıdır Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman. 1952’de hazırlamaya başladığı kitabın ilk cildini 1959’da tamamlar Tahir Alangu. “Yeni Hikâyeciliğimizin Yol Açıcıları” adını verir ilk cilde. Altı yıl sonra “Yeni Hikâyeciliğimizin Öncüleri” adını vereceği ikinci ve üçüncü ciltleri yayınlar. Ayrıca bu üç cildin ardından “Tanzimattan Sonra Batılı Roman ve Hikâyeye Yöneliş” ve “1950’den Sonrakiler” adını taşıyan iki cildin daha hazırlanmakta olduğunu söyler giriş yazısında. Ama ne yazık ki genç sayılacak yaştaki ölümü pek çok çalışmasını öylece tamamlanmamış, öksüz bırakacaktır. Ölümünden sonra masalları, halk kültürü çalışmaları toparlanıp yayınlanır ama o ek iki cilt yayınlanmadan kalır.
1915 İstanbul doğumludur Tahir Alangu. İstanbul Üniversitesi Türk Dili Ve Edebiyatı Bölümü’nü 1943’te bitirir. Köy Enstitüleri’nde öğretmenlik yapar. Kapatılınca Van ve Erzincan’da çalışır. İstanbul’da Galatasaray Lisesi’nde, Robert Kolej’de çalışır. 1969’dan ölümüne dek Boğaziçi Üniversitesi’nde Halkbilim dersleri verir. 1973 yılında İstanbul’da yaşamını yitirir.
Üniversite yıllarında halk kültürüne karşı ilgi duymaya başlar. Öğretmenlik yaptığı yerlerde halk kültürü derlemeleri yapar. Derlediği masalları, kendi yazdığı masalları Billur Köşk, Keloğlan Masalları adlarıyla kitaplaştırır. Edebiyat incelemelerine de ağırlık verir. Ömer Seyfettin üzerine yazdığı Ülkücü Bir Yazarın Romanı edebiyatımızda fazla görmediğimiz, içten bir anlatımla yazarın dünyasını kuşatabilen çok önemli bir yapıttır.

Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman’ın üç cildinde de yazarları tek tek ele alacak, onların yazı dünyalarından yola çıkarak edebiyatımıza bütüncül bir bakış getirecektir. Yazarlara ayırdığı sayfaları “Hayatı”, “Edebi Hayatı”, “Eserleri”, “Eserleri Üzerinde Düşünceler” başlıklarıyla bölümlüyor ve öykülerinden örnekler veriyor. Hayatı, edebi hayatı, eserleri ansiklopedik bilgiler olarak yer alıyor. Asıl önemsenmesi gereken başlık “Eserleri Üzerinde Düşünceler” başlığı. Bu başlık altında, seçtiği yazarın bütün yapıtlarına, öykülerine, romanlarına değiniyor. Kendi eleştiri anlayışıyla, çoğu kez ince eleyerek değerlendiriyor. Belki son ciltte değerlendirmelerin eksik kaldığını söyleyebiliriz. Çünkü son ciltteki yazarlar daha sonraları da ürün vermeye devam ettiler. Yazın yaşamlarında değişiklikler yaşadılar. Bu nedenle bugünden bakıldığında o değerlendirmeleri eksik görebiliyoruz.

İlk ciltte, yol açıcılar başlığıyla F.Celalettin, Selahattin Enis, Sadri Ertem, O.Cemal Kaygılı, M.Şevket Esendal, Sabahattin Ali, Kenan Hulusi, N.Sırrı Örik, Bekir Sıtkı, Reşat Enis yer alıyor. İkinci, üçüncü ciltte, öncüler başlığıyla Umran Nazif, Samet Ağaoğlu, Sait Faik, İlhan Tarus, Mehmet Seyda, Kemal Bilbaşar, Halikarnas Balıkçısı, Samim Kocagöz, Orhan Kemal, Sabahattin Kudret, Kemal Tahir, Ahmet Hamdi Tanpınar, Oktay Akbal, Aziz Nesin, Faik Baysal, Haldun Taner, Orhan Hançerlioğlu, Tarık Buğra, Necati Cumalı yer alıyor.

NECİP TOSUN - GÜNÜMÜZ ÖYKÜSÜ

Necip Tosun'dan Günümüz Öyküsüne Bakış

Kadir Yüksel 

            Öykü üzerine düşünen kitapları yazmıştım geçtiğimiz iki yılın öykü yıllıklarına. Ne yazık ki öyküdeki yükselişin öykü üzerine düşünen kitaplara yansımadığını söylemek gerekiyor. Oysa özellikle öykü dergilerinde, gazetelerin kitap eklerinde öykü üzerine yazıların çoğaldığını, pek çoğununsa kitap tanıtımının ötesine geçtiğini, iyi yazılar olduklarını görüyoruz. Bu yoğunluğun şimdilik daha çok dergilerde kaldığını, pek de dikkate alınmadığını, hatta öykü yıllıklarının bile suskunlukla karşılandığını söylemeliyiz. Hal böyleyken öykü üzerine düşünen kitapların suskunlukla karşılanması neredeyse doğal karşılanacak. Bir de bunun yanına deneme, eleştiri kitaplarını yayımlamaktan kaçınan yayınevlerini koyalım. Ortada öykü üzerine düşünen yazılar var ama kitaplaşamıyor, bir bütünlüğe ulaşamıyor.   

            Bu zorluğun üstesinden gelen bir öykücü var son yıllarda; Necip Tosun. Öykülerinin yanı sıra öykü üzerine yazılarıyla, eleştirileriyle, denemeleriyle Hece Öykü dergisinin kadrosunda yer alıyor uzun yıllardır. Öykü üzerine bütün birikimini 2011’den bugüne dört önemli çalışmayla okuyucuyla buluşturdu. Aslında daha öncesi de var; bir deneme kitabı Hayat ve Öykü, Mustafa Kutlu ve Rasim Özdenören üzerine iki inceleme.
            2011 yılında Modern Öykü Kuramı’nı yayımladı. Modern öykünün dünyadaki serüveniyle başlayan kitap, bizim edebiyatımızda öykünün serüvenini ele aldıktan sonra öykünün temel kavramlarına odaklanıyor; öykünün dili, atmosfer, karakter, ritim, anlatıcının konumu… Yazıyı, öyküyü sorgulayan, öykü üzerine düşünmeye çağıran bir kitap olarak yerini aldı.
2013 yılında Öykümüzün Kırk Kapısı yayımlanır. Son yüz yılda öykücülüğümüzün Türk edebiyatında oluşturduğu zengin birikimin yazarlar üzerinden kayıt altına alınmasıdır bu çalışma. Halit Ziya Uşaklıgil’den Hulki Aktunç’a kadar öykücülüğümüzde iz bırakmış, köşe taşı olmuş kırk öykücü üzerine düşünüyor, öykücülüğümüzün serüvenine bir de yazarlar üzerinden bakıyor Necip Tosun. Bu iki önemli kitabın da yeterince duyulmadığını, ne yazık ki, belli bir kesimin içinde yer bulduğunu düşünüyorum. Oysa bu iki kitapta da konuşulacak tartışılacak, belki de karşı çıkılacak çok şey var. Necip Tosun’un bu çalışmalarda öykünün estetik ölçülerini unutmadan, kadrosundan geldiği kesimin kimi imzaları gibi dar bir bakış açısının içine sıkışmadan yazdığını söylemeliyiz. Yargılarında önceliği hep öyküden, edebiyattan yana… Tabii ele alacağı öykücülerin seçiminde öznelliğin önemli olduğunu söylemek bile fazla. Kimine göre öykücülerde eksiklikler olacaktır ama seçilen öykücüler öykücülüğümüzün serüveninin köşelerini, damarlarını, izlerini ortaya koyuyor.
Necip Tosun’un benim için en değerli çalışması ise geçen yıl yayımlanan Doğu’nun Hikâye Kuramı adlı kitabı. Şimdiye kadar üzerine düşmediğimiz, ikincil durumda bırakıp söz arasında geçiştirdiğimiz bir alana odaklanıyor bu kitabında. Modern öyküye hep batının edebiyat anlayışlarının gözüyle bakıp karşılaştırıyoruz. Oysa toplumların anlatı gelenekleri öyle birkaç yılda, bir yüzyılda oluşmuyor, çok daha eskilerden, zamana karşı direnmiş yapıtlardan alıyor gücünü. Doğu’nun klasikleşmiş anlatılarından yola çıkarak hikâye anlatmayı ele alıyor, bugünün modern öyküsüne Doğu anlatısının nasıl katkılar yapabileceğini sorguluyor. Birçok yönüyle bizi kışkırtıyor, bugün öykü yazarken, belki de en çok “nasıl” konusunda yeniden düşünmeye çağırıyor.
Necip Tosun çalışkan, üretken bir yazar. Bu yıl da öykü üzerine kitaplarına bir yenisini ekledi: Günümüz Öyküsü. Öykü üzerine düşünce üreten bir dörtlemeye ulaşmış oldu. Günümüz Öyküsü daha önce yayımlanan Öykümüzün Kırk Kapısı adlı kitabın devamı gibi. Önceki kitabıyla Tanzimat’tan 1980’lere, bu yıl yayımlanan kitabı Günümüz Öyküsü’yle 1980’den bugüne öykücülüğümüzün izini sürüyor.
Kitabın “Sunuş” yazısında kitabı oluşturma amacını, oluştururken nelere dikkat ettiğini anlatmanın yanı sıra 1980 sonrası öykücülüğümüze de değiniyor Necip Tosun. Çerçeve çizme amacıyla yazılmış özet bir giriş yazısı olsa da önemli saptamalarda bulunuyor. 12 Eylül’le birlikte gelen kırılmaları, kopuşları, hemen peşi sıra inanç sarsılmalarını, kimlik bunalımlarını, sorgulamaları ele alıyor. Öykünün, hatta tüm bir edebiyat anlayışının nasıl bir değişimin içine girdiğini, isyanın sert, hırçın sesinin yerini yenilginin, hesaplaşmanın içsel, kırık sesine bıraktığını söylüyor. 70’li yıllardan devralınan kaba gerçekçi söylem yerini farklı gerçekçilik anlayışlarına, çok katmanlı söylemlere bırakacaktır. Toplumsal olanın edebiyata taşınması sekteye uğrayacak, hatta neredeyse edebiyattan uzaklaştırılacaktır. Biçimci, estetik kaygılar öne çıkacaktır. Yenilikçi anlayışlar yaygınlaşacak, özellikle 50 Kuşağının çıkışına eklemlenmek isteyen, o kuşağın izini süren, o birikimi taşımak isteyen bir kuşak oluşacaktır.
80’lerin ilk yarısında öykünün daha çok içine kapandığını, dergilerden uzaklaştığını, sürgüne gönderildiğini de belirtmek gerekir belki. Gerçi özet olduğunu söyledim ama küçük bir eklemenin yapılması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle 90’ların ikinci yarısında çıkagelen öykü dergileriyle birlikte sürgündeki öykü geri döner, yurduna kavuşur. Dergilerin açtığı alan öykünün hız almasını, o hep sözünü ettiğimiz öykünün gündeme taşınmasını sağlayacaktır.
Geleneksel birikimi değerlendiren, hikâye anlatma geleneğini bugünün öykü anlayışına taşıyan bir çizgiden söz ediyor Necip Tosun. Bu doğru bir saptamadır ama yönünün tek taraflı gösterildiğini düşündüm. Rasim Özdenören ve Mustafa Kutlu çizgisinin güçlü bir çizgi olduğuna kuşku yok. Ama geleneksel birikimden yararlanma ve özellikle ‘yerlilik’ bu çizgide mi var sadece? Örneğin Faruk Duman geleneksel anlatımlardan, hatta eski metinlerin söyleyişlerinden, dilinden yararlanmıyor mu? Halk hikâyecilerinin, meddahların ses tonu yok mu dönem öykücülerinde? Bence var, yani demem o ki, tespit çok doğru ama adres eksik bana kalırsa. Sonra ‘yerlilik’ kavramı da ilginç. Gene aynı çizginin bu ülkenin insanlarını duyuş, hissediş olarak öykülerine yansıtan bir yerli damar oluşturduğunu söylüyor. Bilmem ki, diğer çizgideki damarlar bu ülke insanlarını duyumsayamıyor, hissedemiyor mu? ‘Yerli’ değillerse yapaylar mı ya da ‘ne’ler? Bütün yazılarda gerçekten estetik değeri, öyküyü öne çıkaran, çok doğru saptamalarla, sorgulamalarla düşünce üreten Necip Tosun’un o yerlilik paragrafına bir kez daha göz atmasını rica ediyorum.
Sunuş yazısının ardından günümüz öyküsünde kendine özgü yer edinmiş öykücülerin öykü dünyalarına yöneliyor Necip Tosun. Elli öykücüye yer veriliyor. Necati Mert’le başlıyoruz öykücüler arasındaki yolculuğumuza, Cemil Kavukçu’yla devam ediyoruz. Hüseyin Su, Murathan Mungan, Leyla Ruhan Okyay, Sezer Ateş Ayvaz, Özcan Karabulut, Cemal Şakar, Ethem Baran, Ayfer Tunç, Özen Yula, Behçet Çelik, Sema Kaygusuz, Başar Başarır, Ahmet Büke, Köksal Alver, Abdullah Harmancı, Handan Acar Yıldız, Aykut Ertuğrul seçilen öykücüler arasında. Kitaptaki öykücüler bütün ürünleriyle değerlendiriliyor. Öykü anlayışları, yazış biçimleri, temaları, öykücülüğümüze kattıkları belirlenmeye çalışılıyor. Kitabın bütününde günümüz öykücülüğünün her kanadını, her çizgisini kapsayan bir fotoğraf oluşuyor.
Necip Tosun, bugün öykücülüğün en çok gereksindiği alanda, öykü üzerine düşünce üretmede üstüne düşeni fazlasıyla yapan, üretken bir yazar. Dört yapıtı da öykü yazanları öyküyü yeniden düşünmeye, sorgulamaya, hesaplaşmaya kışkırtıyor.

Öykücülüğüyle Muzaffer Hacıhasanoğlu

Kendi Kıyısında Bir Öykücü: Muzaffer Hacıhasanoğlu

Kadir Yüksel

            Öykücülüğümüzde unutulmuş ya da yeterince değeri bilinmemiş imzalar önemli bir toplam oluşturuyor, ne yazık ki. Kimine göre zamana karşı direnemeyenler unutulmaktan kurtulamazlar. Kimine göre ise toplumumuzun en büyük hastalığıdır belleksizlik. Birçok sebep aranıp bulunabilir, unutulma nedenleri sıralanabilir. Elbette sadece öykücülerimiz değil, romancılarımız, eleştirmenlerimiz, denemecilerimiz arasında da unutulmaya yüz tutanlara rastlamak mümkün. Ben çoğu zaman toplumsal yaşamımızın seyri içinde arıyorum unutulmanın nedenlerini. Özellikle 12 Eylül sonrası belleksizliğimizin giderek arttığını, bir koparılmışlığı yaşadığımızı düşünüyorum. Geçmiş deneyimlerimizden koparılmamız, gelecekle kurabileceğimiz bağımızı zayıflattı. Edebiyatta toplumcu bakışın yok sayılması birçok yazarın unutulmaya terk edilmesine yol açtı. Hemen arkasından gelen insancıl olandan uzaklaşma, toplumdan kopma süreci yapay bir edebiyat anlayışını öne çıkardı. Zamanla bu anlayışın kırıldığını söylemek de gerekli, elbette. Özellikle iki binli yıllar, topluma dönük sözü olan öykücülerin nasıl anlatmak gerektiğini de önceleyerek farklı anlatımlara yönelmelerini getirdi. Geçmiş dönemlerin öykücülüğüyle bağların daha sağlam kurulduğunu görüyoruz bu dönemde. Doksanların ikinci yarısında başlayan öykü dergileri kuşağı başta olmak üzere ardından gelen öykücülerin, toplumcu kuşağı da, 50 kuşağını da daha iyi değerlendirdiklerini, farklı okumalara giriştiklerini söylemeliyiz.

            Unutulmaya yüz tutan öykücülerimizden biri de Muzaffer Hacıhasanoğlu’dur. Dört öykü kitabıyla, yayımlanabilmiş iki romanıyla, bir deneme kitabıyla kendi kıyısına çekilmiş, edebiyatın bütün zamanlarına ilgi duyan, kafa yoran okuyucularını beklemektedir. Bir Tespih Tanesi (1951), Bu Dağın Ardı (1954), Eller (1979), Dağ Başındaki Ölü (1983) yayımlanan öykü kitaplarıdır. Trenler Yine Gidiyor (1982) adlı romanı sağlığında yayımlanır. Ölümünden yıllar sonra 2006’da Evlerde Sevgi Yoktu adlı romanı yayımlanacaktır. Roman otuz yıl önce 1970’de Milliyet Gazetesi’nde tefrika edilmiştir. Gene gazetelerde tefrika edilen ama kitaplaşmayan üç romanı daha var: “Kasaba Kadınları” 1961’de Vatan’da, “Tatsız Dünya” 1971’de Yenigün’de, “Emin Efendi” 1972’de Cumhuriyet’te… Bir de deneme kitabı; 1981’de yayımlanan Atatürk Bize Bakıyor.  
            Türk Dili dergisinin Temmuz 1975 tarihli Türk Öykücülüğü Özel Sayısı’nda Selim İleri ‘köyü kentliye anlatmayı amaçlayan öykücülerden’, enstitülü yazar kuşağından söz ederken kısa bir paragrafta değinir Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun öykücülüğüne: “Enstitülü yazarların dışında olmakla birlikte, kasaba insanını içli bir sesle anlatan Muzaffer Hacıhasanoğlu’nu da anmak istiyorum. Hacıhasanoğlu kasaba insanlarının acılı, üzünçlü serüvenlerini işliyor. Sessiz, durgun, dönüp baktığımızda aynı tadı veren öyküler bunlar.”
            O tarihlerde sadece ilk iki öykü kitabı yayımlanmıştır Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun. Aynı özel sayıda “Öykü Nedir? Öykü anlayışınızı anlatır mısınız?” sorusuna Hacıhasanoğlu’nun verdiği yanıttan bölümler okuyalım: “Öykü sözcük anlamına bakılırsa bir ya da birkaç olaya dayanan bir anlatı biçimidir. Benim anlayışıma göre öyküde olayın önemi eski değerini yitirmiştir. Olay yok mudur? Vardır, ancak eskisi değin vurucu nitelikte değildir. Bakın Sait Faik’in öykülerine, bir bölüğü kendi kendine konuşmalar biçimindedir. (…) Öykü yoğunlaştırmayı gerektirdiğinden romana göre daha da özen isteyen bir anlatı biçimidir. İyi bir öyküde yazar koca bir romanda anlatılandan daha çok sorunu ortaya koyabilir; söyleyebilir diyeceklerini. (…) Ben öykülerimde, olayı, kişileri, diyeceklerime yardımcı olarak kullanırım. İzlenimlerim öykücülüğüme yardımcı olmuştur; ancak hiçbir olayı baştan sona izlememişimdir. Bir ucundan yakalamışımdır. Sonrasını, kendi kendime geliştiririm.  Kesin bir sonuçla bitirmediğim öyküm çoktur. Okuruma düşünme payı bırakmak isterim. (…) Öyküde insanı toplumu içinde gerçekçi açıdan görmeyi amaçlarım.”
            Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun ilk öykü kitabı Bir Tespih Tanesi Varlık Yayınları arasında yayımlandıktan hemen sonra Kaynak dergisinde Attila İlhan bir eleştiri yazar, yazıyı Gerçekçilik Savaşı adlı kitabına da alacaktır. Hacıhasanoğlu’nun köyü değil kasabayı anlattığında daha başarılı olduğunu, köyü anlattığında hep bildik konuları, bildik şekillerde anlatmasını eleştirir. Kitabın içinde “Tokaç” adlı öyküyü diğerlerinden ayırır. Yazının pek çok yerinde Hacıhasanoğlu’na haksızlık ettiğini düşünsem de haklı olduğu nokta Hacıhasanoğlu’nun, ilk kitabında, nasıl yazmalı sorusuna, öykünün işçiliğine yeteri kadar eğilmediğidir. Nurullah Ataç’da 1954’te yazdığı bir yazıda kitaptaki öykülerin kusurlarından söz edecek ama yazısını onun iyi bir öykücü, daha doğrusu iyi bir romancı olabileceğini umduğunu söyleyerek bitirecektir. Muzaffer Hacıhasanoğlu’da 1981’de Kemal Ateş’le yaptığı bir söyleşide (Türk Dili Dergisi) başlangıçta dilde yanlışları olduğunu kabul edecektir. İlk kitabın kusurları daha ikinci kitabı Bu Dağın Ardı’nda düzelmeye başlasa da yazarının uzun bir suskunluğa girmesini engelleyemeyecektir. Yazmaktan uzak durmak değildir bu suskunluk, kitaba karşı bir suskunluktur. Çünkü kitaplarını yayımlatmadığı altmışlı, yetmişli yıllarda gazetelerde romanları tefrika edilir. Ama hiçbirinin kitaplaşması için çaba harcamaz. Sanki küskünlük yayıncılık dünyasına, kitaplaşmaya küskünlüktür. İkinci kitabın yayınlanmasından tam yirmi beş yıl sonra üçüncü öykü kitabını, Eller’i yayımlayacaktır (1979). Kitap 1980 yılı TDK Öykü Ödülünü kazanır. Bu kitapta usta işi öykülerle buluşturur öykü okuyucusunu. Çok geçmez, iki yıl sonra 1982’de Trenler Yine Gidiyor adlı romanı, 1983’te Dağ Başındaki Ölü adlı öykü kitabı yayımlanır. En çok verimli olacağı çağda, genç sayılacak bir yaşta, 1985’in hemen ilk ayında yaşamını yitirir.
            Bütün kusurlu yanlarına karşın Bir Tespih Tanesi’ndeki öyküler iç burkan, yoksulluğun, yoksunluğun acılarını yansıtan, insan sıcaklığında öykülerdir. Anadolu’nun değişik yerlerinde hekimlik yapan Hacıhasanoğlu’nun tanıklıklarından izler taşırlar. Bu izleri bütün kitaplarında da görebiliriz. Kenti anlatan öyküleri neredeyse yok gibidir. Köyün, özellikle de kasaba insanlarının anlatımında daha başarılı, daha ustadır yazar. Attila İlhan’ın sözünü ettiği “Tokaç” öyküsü her şeyiyle diğer öykülerden ayrı tutulmalıdır, kitabın en güzel öyküsüdür. Annesi fabrikada çalışmak zorunda olan Fatma, evde küçük kardeşlerine bakmak için okuldan ayrılır. Öğretmeni Fatma’nın peşine düşünce babası hastaneden okula gidemez diye rapor almak ister. Fatma’yı takar peşine hastaneye gider. Doktorlar röntgen isteyince babanın kafası karışır. Röntgen dedikleri şey insanın içini göstermez mi? Fatma’nın içini görürlerse işin aslı anlaşılacak, sahte rapor almaya çalıştıkları belli olacaktır. Baba kızının röntgene, içini gösteren aynaya girmesine izin vermez.

            Bu Dağın Ardı adlı ikinci kitap ilk kitabın kusurlarının aşıldığı, gerek sağlam kurgularıyla, gerek atmosferiyle, anlatımıyla, gerekse kişileştirmeleriyle, diyaloglarıyla ilk kitaba göre daha iyi öykülerin bir araya geldiği bir kitaptır. Bu öykülerde artık olay ikincil konumdadır. Olayın içinden bir kesit alınmış, o kesitin içinde kişilerin dünyaları, yaşam savaşımları, yoklukları, çoğu kez iç monologlarla, anımsamalarla anlatılmıştır. Kitaba adını veren uzun öykü kurgusuyla da ilgi çeker. Soğuk bir kış günü karargâhta iskambil oynayan subayların arasındaki konuşmalarla başlayan öykü her bölümünde farklı bir yere, mekâna evrilecek, her bölümde ötelerde görünen dağın ardı özlenecektir. Bütün öyküler kasaba yaşamından kesitler sunar okuyucusuna. “Kibrit Kutusu”nda tren istasyonundaki hamalları, istasyona dışarıdan gelen yolcuları anlatır.  “Gelirsiniz Değil mi?” turnelere çıkan bir tiyatro kumpanyasının rejisörünün başından geçenleri anlatacak, sanki bir Anadolu fotoğrafı çekecektir. “Davulcu” adlı öykü kasaba insanının sıkıntısını, durağanlığını, delicesine davul çalan bir davulcunun yaşamından kesitlerle birleştirerek, güçlü betimlemelerle, diyaloglarla anlatacaktır.

            Yirmi beş yıl aradan sonra yayımlanan üçüncü öykü kitabı Eller, Muzaffer Hacıhasanoğlu’ nun öykü ustalığını yerleştirdiği kitaptır. 1980 yılı TDK Öykü Ödülünü kazanan Eller’de on bir öykü var. Kitaba adını veren öykü “Eller”, köyden kente göçen, kentte bir fabrikada çalışmaya başlayan, tanıdığı herkesi elleriyle değerlendiren, elleriyle tanıyan Mehmet’in öyküsüdür.  “Eskimiş Bir Marangoz” öyküsü eski bir marangoz ustasının intihar etmek istemesiyle açılır. Yok olmaya yüz tutan esnaflığa ilişkin bir öyküdür, sonunda emeği, emeğinle kazanmayı yüceltecektir. “Traktör” farklı tanıklıklarla Hasan Ağa’nın anlatılmasıdır. Kazanma hırsı, toprak hırsı sonu olacaktır ağanın. “Ben, Molotof, Çörçil, Yosma” okuyucusunu at yarışlarına götüren bir öykü, gerek konusu, gerek anlatımıyla kitabın en farklı öyküsü. “Faytona Ağıt” öyküsünü de farklı inceliklerin öyküsü olarak mutlaka anmak gerek.

            Yayımlanan son öykü kitabı Dağ Başındaki Ölü ellili yıllardan seksenlere taşıdığı öykü anlayışının en üst noktasıdır. İlk kitabının ilk öyküsü “Bir Fotoğraf Canlanıyor”da kullandığı gerçeküstü bir öğeye ses vererek gündelik gerçeği anlattırma biçimini son kitabının ilk öyküsü, kitaba da adını veren “Dağ Başındaki Ölü”de de kullanır. Öyküyü ölen adama ses vererek anlatır. Giderek büyülü gerçekçiliğe de yaslanabilecek bu tutumunu ne yazık ki sürdüremez, geliştiremez. “Çiçekler” de öleceğini bilen bir ihtiyarı, “İsli ve Ötekiler” de zar atan kumar tutkunlarını, “Yeşil İskarpinler” de genç kız hayallerini, hayalleri yok eden yoksunlukları, “Tamam mı?” da kasabanın top peşinde koşan bıçkın delikanlılarını, “Cehennem Otobüsü”nde otogarları, otobüs yolculuklarının renkli kişilerini okuruz. 
Muzaffer Hacıhasanoğlu gerçekçi öykücülüğümüzün izinde ürünler vermiştir. Klasik öyküleme anlayışını fazla zorlamadan, duru, temiz bir dil anlayışıyla, yer yer yöresel söyleyişleri de yazıya aktararak oluşturur yazı dünyasını. En önemli özelliğinin de içtenliği olduğunu düşünürüm. Kırsal kesim ve kasaba insanlarının yaşamını keskin bir gözlem gücüyle yansıtır öykülerine. Kırsalda yaşamın sancıları, köyden kasabaya göç olgusu, sanayileşmenin getirdikleri, işçilerin dünyası, aile toplum çatışması, aile içindeki sürtüşmeler, çile çeken kadınlar, dayanışmalar, mutluluklar, bireyin iç dünyasını da unutmadan yazıya aktarılır. Küçük insanların gündelik dünyalarından çıkarır anlatacaklarını, eleştirmekten de korkmaz kahramanlarını, sevmekten de. 

Öykücülüğümüzün gerçekçi kuşağının bu alçakgönüllü, insancıl, kısa ömrünü çıkar gözetmeksizin yazının içtenliğiyle birleştirmiş öykücüsünün, Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun bütün öykülerini, hatta dergilerde kalanları da katarak tek bir kitapta toplamanın zamanı geldi de geçiyor. Yazının da yaşamın da çok acısını çeken bir kuşağın, gitgide artan bugünün acılarına da söyleyecek çok sözü olduğunu düşünüyorum. Kendi kıyısından dostça seslenen o güzelim romanının adını değiştirerek söyleyelim; ‘evlerde sevgi olsun’ diye…  

Bora Abdo - Seni Seviyorum. Çok,

Seni Seviyorum. Çok,

                Bora Abdo ilk öykü kitabı Öteki Kışın Kitabı’yla önemsenen bir çıkış yakalamıştı. Okuyucusunu çok bekletmeden çıkagelen Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü adlı öykü kitabıyla da öykücülüğümüzde kendine özgü bir yer açtı. İlk öykü kitabıyla Yunus Nadi, ikinci kitabıyla da Sait Faik ödüllerini aldı. İlk bakışta kapalı bir öykü evreni olarak görülse de ilk okumanın ötesine geçildiğinde derinleşen, okuyucusunu içine çekiveren bir evren kurduğu görülebilir. Dilin kırılganlıklarına yöneldiğini, öykü evrenini dilden bağımsız kurmadığını, sözcük seçiminden cümle kuruluşuna kadar hep cesur davrandığını ama kesinlikle şirazesinden çıkmadığını söylemek gerek. Bora Abdo’nun okuyucusunun, öykünün, yazının katmanlarını, hatta derdini de üstlenen, sadece anlatılanı değil anlatımı da, cümleleri değil sözcükleri de okumaya çalışan tutkulu bir okuyucu olduğunu düşündüm hep. Uzun yıllar uzak durduğu yazıyla son yıllarda öyle sıkı bir bağ örüyor ki ne kendi yazı evrenini ne de tutkulu okuyucusunu fazla bekletmiyor. Bu yılın başında da üçüncü öykü kitabıyla çıkageldi: Seni Seviyorum. Çok,

            Seni Seviyorum. Çok, önceki iki kitap gibi arkası gelecek olan bir üst başlığın, “Pergel İkilemesi”nin ilk kitabı. Öteki Kışın Kitabı “Karakış Üçlemesi”nin ilk kitabıydı. Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü ise “Beni Unutma Dörtlemesi”nin ilk kitabı. Önce bir üçleme, ardından bir dörtleme ve şimdi de ikileme… Ve hepsinin de ikinci kitapları roman. İlk ikisinde sözü edilen romanların adları bile verilmiş: “Gerçek Adı Süreyya” Karakış Üçlemesi’nin, “Balık Boğulması” Beni Unutma Dörtlemesi’nin ilk romanları. Pergel İkilemesi’nde ise romanın adı konmamış ama ikilemenin ikinci kitabının bir roman olduğunu öykü aralarındaki kısa alıntılardan anlıyoruz. Daha şimdiden üç roman sözüyle yayımlanan üç öykü kitabı. Zoru seven okuyucusunu bu kadar hazırladıktan, meraklandırdıktan sonra… cümlenin sonu nasıl tamamlanır belli değil mi?
            Kitabı elinize aldığınızda okuyacağınız arka kapak yazısını yazan Melal Yayıncılığın sahibi Şekip Adil, öyküleri okuduğunuzda daha bir ilginç hale geliyor, öyküler bittiğinde bir kez daha okuyorsunuz arka kapak yazısını, öyküler asıl orada bitiyor ya da yeniden başlıyor. Hele bir kabana iğne iplikle işlenmiş o söz başlı başına bir öykü evreni: “Yazma! Yazıp da kendini öldürme.”
            Babaya adanan ilk kitabın ardından, oğluna adamıştı ikinci kitabını Bora Abdo. Bu üçüncü kitabını ise annesine adıyor. Babası yazarın öykü yazmasını sevmiyordu, oysa annesi yazara ilk daktilosunu hediye etmiş ve ilk sayfaya “çiçeklerimi sulamayı unutma e mi” diye yazıp gitmişti. O sarı saman kâğıdı hâlâ saklanıyor.
            Sekiz öykü yer alıyor kitapta. Tarihsel arka planı da olan öyküler hepsi ama kesinlikle tarihsel öyküler değil. İlk iki kitabından ayrılarak öykülerinin zaman ve mekânında bir değişiklik yapıyor Bora Abdo. Günümüzden çok gerilere taşıyor öykülerini, her öykünün içinde o öykünün geçtiği tarihi yazıyla yazarak cümlelerin arasına yerleştiriyor. 1840’lardan 1930’lara, 1950’lerden 1960’lara kadar sıçramalı zaman aralıklarında dolaştırıyor bizi yazar, son öykünün altındaki tarih ve yer ise ilginç: 1920, Heybeliada. (Arka kapak yazısına gitmek gerek bir de: 2016, Bilecik)
            İlk öykü “Melâl” sucu Adil’in öyküsüdür. Öykünün zamanı 1840’lı yıllar. Üvey kızı Melâl’e âşık olur sucu Adil, kızın evlenmesini istemez, gelen görücüleri geri gönderecektir. En sonunda görücülerden birini geri gönderemez ve kızın evlenmesine engel olamaz. Ama aşkı sürecektir, hele karşılık bulduğunda iyice ateşlenir aşk. Aşkın sonu ise irkiltir, tedirgin eder… İkinci öykü “Muayyen Bir Rotaya Dönmek” ise sucu Adil’in denizci dostunun öyküsüdür. Denizcinin ağzından anlatılan öykü gemi yaşamına, korsanlığa, güvertede asılanlara götürüyor bizi. Bir yandan da denizcinin gemileri bırakıp Adil gibi su satıcısı olmak istediğini öğreniyor, Melâl’e olan aşkını okuyoruz. Dostu Adil’in üvey kızı olan Melal’e âşıktır denizci. Melal’in okuyucunun içini acıtan sonu…
            Öykü kişileri diğer kitaplarıyla benzerlikler taşıyor Bora Abdo’nun. Tarihsel olanın içinden seçiyor bu kez öykü kişilerini. Ama öyle de olsa bugünün öykü kişilerindeki kötücül yanlar tarihe yaslanan öykü kişilerinde de var. Giderek şiddete de yaslanan o sert yanını alıyor kişilerinin, kötücüllüklerini açığa çıkarmayı, insanın özündeki iki uç duyguyu aşkı ve nefreti, sevgiyi ve kötülüğü karşı karşıya getirmeyi istiyor.
Babaya karşı bütün öykülerdeki göndermeler de ilgi çekici. Baba göndermelerinin üç kitaba yayıldığını da söylemek gerek, baba imgesinin izi sürülmeli Bora Abdo’nun öykülerinde. Kimi kez içli bir sesle sesleniyorlar babalarına öykü kişileri, kimi kez ise sert göndermelerle. Baba imgesi oğlun içindeki yok edilmesi gereken bir engele de dönüşebiliyor, nefrete ulaşan bir kızgınlığa da, özleme giden bir sevgiye de… Ama kesin olan, öykü kişisinin kendini arayışının, kendiyle hesaplaşmasının imgesi olduğudur. 
Kadınlar da çoğunlukla boyun eğen, karşı çıkmayan, karşı çıkmayı denese de yenik düşen öykü kişileri olarak yer alıyorlar. Erkeğin egemen olduğu bir toplumda kadına düşen hep kâbus, hep zorluk, hep ölüm… Melâl, sucu Adil’in karısı, kayınvalidesi, Ayşe Edipoğlu, sahafa gelen gizemli kadın, sultanın kız kardeşi…
             Üçüncü öykü “Şekip Bey ve Gökyüzü” 1932’nin puslu bir Ekiminde İzmir’e götürüyor bizi. Döneme ilişkin ayrıntılarla oluşturulan atmosferin içinde şair Şekip Bey’le tanışıyoruz. İlk oğlu ölen Şekip Bey’in ikinci oğlu da hastanededir, doktorlar hastanın durumu hakkında bilgi vermekte zorlanırlar. Öykü trajik bir sona ulaşacaktır. Şiiri şiir yapan şairin intiharıdır, iyi şiirin ödülüdür intihar…
            İlk kitabından bu yana ölüm neredeyse Bora Abdo’nun baş tacı. Her öyküsünde ölümle karşı karşıya kalıyoruz. Bazen ölmüş bir insan üzerinden ilerliyor öykü, bazen ölmek üzere olan bir insan üzerinden. Çoğunlukla öldürme fiiliyle geliyor ölüm ya da bir intiharla… Öldüren üvey baba, öldüren oğul, kazada ölen genç kız, intihar eden baba, intihar eden eş… Önceki kitaplarında da işlenen cinayetleri, kuytuda yaşamların erken ölüme gidişlerini, intiharları okuyorduk. Kötücüllüğün, iyiyi alt eden kötünün yarattığı atmosferin doğal sonucudur şiddet ve ölüm.
            Dördüncü öykü “Zavallı Sahaf” kitapların arasında kaybolmuş bir sahafın öyküsüdür. 1960’lı yıllara götürür bizi yazar. Tozlu raflar arasında Hayat Ansiklopedisi’nin içinde bulduğu anlaşılmaz mektupları okuyacak ve okuyucuyla paylaşacaktır. Sahafa mektupları satan gizemli kadına olan aşkı okuruz. Öykünün içindeki göndermelerse bu öyküden sonra okunacak öykülere ilişkin zekice göndermelerdir.
            Kitaba adını veren uzun öykü “Seni seviyorum. Çok,” müzik haram denilerek idam edilmek üzere cellâtların önüne atılan bir müzisyenin öyküsüdür. İki oğlu ve bir kızı vardır müzisyenin. Sultanın kız kardeşiyle aşk yaşamaktadırlar. Müzisyenin oğullarıyla çatışması, aşkı için acı çekmeye katlanması, ölümler, öldürmeler… Parçalı kurgusu, geçişli, dönüşümlü anlatımı öyküyü hareketlendirir. 
            “Yayıncının Notu” adlı öyküye geldiğimizde arka kapak yazısını da yazan Şekip Adil’le ve gizli bir yazar olan eşi Ayşe Ediboğlu’yla tanışıyoruz. Daha doğrusu yazmayı ister ama tamamlayamadığı romanını basan eşi Şekip Adil’in Ayşe Hanım’a bir yazar geçmişi oluşturmasıyla ünlenir Ayşe Ediboğlu. Karısı turuncu paltolu bir adamla kaçıp terk etmiştir Şekip Adil’i, kekeme kızları da mor bir kamyonetin çarpması sonucu ölür. Karısının bitmemiş romanını yayınlamak için yayınevi kurar Şekip Bey, kızının adını verir yayınevine: Melâl Yayıncılık. Arka kapak yazısına gitmek gerekir hemen. Eşini öldüremeyecek kadar çok sevdiğini söylemektedir Şekip Bey, ama öyküde yazdığı yazıyı da okuyup karar vermeli okuyucu. (Elbette okuyucunun aklına ilk iki öykünün sucu Adil’i ve üvey kızı Melâl gelecektir, şöyle bir göz atmadan geçilmez ilk iki öykü de…)
            Çok katmanlı bir kurguyu içeriyor kitap. Her katını kaldırdığınızda başka bir gize gönderiyor. Birbirinin içinde ayrıntıların zenginliğiyle yerleşmiş göndermeler, geçişler, satır aralarına kadar saklar ipuçlarını. Örneğin yayıncının notundan önceki bütün öyküler Ayşe Ediboğlu’nun kaleminden çıkmış olabilir mi ya da karısına yazar geçmişi oluşturan Şekip Bey’in? Ya da son öyküdeki oğulun…
            İlk kitabındaki kısa cümlelerle hareket eden anlatımını ikinci kitabında farklılaştırmış, uzun cümlelerle, farklı sözcüklerle dilini sınamıştı Bora Abdo. Kapalı sayabileceğimiz, dilin, biçemin, arayışın öne çıktığı, kurgusal yapının sürekli bozulup yeniden yapıldığı, bütüncül olarak tasarlanan bir öykü kitabıydı Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü. Bu kez Seni Seviyorum. Çok, ‘un öykülerinde anlatılanın da, biçem ve dil kadar öne çıktığını görüyoruz. Uzun cümlelerin yanına farklı sözcük seçimlerini yerleştiriyor, söyleyişi kırıyor, duraksatıyor. Bazen ağırlığı anlattığı hikâyeye devrediyor, ama öykünün anlatım temposunu hiç bozmuyor.
            Okuyucusunu yormayı seviyor Bora Abdo. Sadece okuyup geçmesini istemiyor, hem öykünün içinde, hem de öyküyle yan yana dolaşmasını istiyor. Çok katmanlı, zor öykülerin kitabı Seni Seviyorum. Çok,’u eline alan okuyucuya biricik önerim kitabın zekice oluşturulmuş katmanlarına, satır aralarında aranması istenen gizlere ve en önemlisi de dilin kırılgan büyüsüne kaptırıp öykülerin tadına varmaları, bağlantıların, göndermelerin keyfini çıkarmaları, insanlık hallerinin, insanın değişmeyen özünün ayırtına varıp kafa yormaları. Sonrasını,