26 Şubat 2016 Cuma

Sahaftan 11 - Şahap Sıtkı


Sahaftan
ŞAHAP SITKI - ACI

Kadir Yüksel

            İlk kez Seçilmiş Hikayeler dergisinin sahaflarda bulduğum sayılarını karıştırırken rastlamıştım Şahap Sıtkı adına. Derginin sürekli yazarı gibiydi, sıklıkla yayımlanıyordu öyküleri. Bir de özel sayı yapmıştı dergi, onun öykülerine, onun hakkındaki kısa düşüncelere yer verilen küçük bir özel sayı. Daha sonra sahaflarda kitaplarını arayıp buldum. Öykü kitaplarının yanı sıra romanları vardı, bir de oyunu, Devlet Tiyatrosunda oynanmış. İlk öykü kitabı 1957’de yayımlanan Çırılçıplak, Bulut Gelir Pare Pare 1958’de, Gülen Ayva Ağlıyan Nar 1959’da, Şubat Gecesi 1964’te, Acı 1970’te yayımlanmış. Aynı tarihler arasında Gün Görmeyen Sokak, Toprak, Gökkuşağı, Horoz Değirmeni, Kimin İçin gibi romanlara imza atmış, Ayrı Dünyalar adlı oyununu yazmış.


            1915’te Niğde’de doğmuş Şahap Sıtkı İlter. Ankara Hukuk Fakültesi’ndeki yüksek öğreniminin ardından çeşitli kuruluşlarda memur olarak çalışmış. Varlık dergisinde yayımlanan ilk şiirlerinin ardından şiir eleştirisi, sanat üzerine denemeler yayımlamış. Daha sonra yazmaya başladığı öyküler asıl yazı evrenini oluşturmasını sağlamış.
Öykülerinde, romanlarında hep küçük insanların küçük dünyaları içindeki sıkıntılarını, geçim zorluklarını, topluma dönük bakış açısıyla ele aldığını söyleyebiliriz. Toplum birey çatışmasındaki haksızlıkları, yazgılarına yenik düşen insanları taşır öykülerine. Gerçekçi bakış açısının içersinde kişilerinin psikolojik durumlarını yansıtmaya çalışır.
            1970 yılında yayımlanan Acı adlı kitabındaki öykülerde de Şahap Sıtkı’nın yazı evreni tam olarak karşımıza çıkar. 1971 yılında Türk Dil Kurumu Hikâye Ödülü’nü kazanır kitap. Kapağında Arif Dino’nun deseninin, iç sayfalarında Abidin Dino’nun, Orhan Peker’in çizimlerinin yer aldığı özel bir baskıdır Acı kitabı.
            Kitapta on bir öykü var. Kitabın sonunda bir de Orhan Peker’e yazılmış bir mektup yer alıyor. Öyle bir mektup ki, insanın içini acıtan, en az öyküler kadar değerli. Mektubu Şahap Sıtkı’ya yazdıran ölen oğlunun acısıdır, acıyı yaşanır kılan anılarıdır. Kitabın ilk öyküsü “Havvana”, kitabın en güzel öykülerinden biridir, çocukluk kasabasına ziyarete gelen öykü kahramanının yaşlı kadınla konuşurken geçmişi anmasının öyküsüdür. “Sel” öyküsü günümüzde de sık sık yaşanan sel felaketine ilişkin bir öykü. Kendilerini iplerle ağaçlara bağlayan çobanlar gözlerinin önünde selin sürüleri önüne katıp götürmesini acıyla seyredeceklerdir. “Masalımsı” adlı öyküde bir yayla köyünde çayın suyunu kanal açarak toprakla buluşturur köylüler. Bunu duyan köyün ağası çıkagelir, köylülere verdiklerini geri alır, köylüler köyde barınamazlar, bırakıp gitmek zorunda kalırlar. Kitaba adını veren öykü “Acı” içe kapanıklığın, anılarla yaşamanın, yazarın gerçek yaşamından gelen evlat acısının öyküsüdür.
            Şahap Sıtkı gerek öykü kitaplarıyla, gerekse romanlarıyla edebiyatımızda kendine yer edinmiş bir yazardır. Gün Görmeyen Sokak, Kimin İçin adlı romanlarının da gerçekçi sesle insanın iç dünyasını buluşturan atmosferleriyle, iyi bir editör çalışmasının ardından yeniden yayımlanmayı hak ettiğini düşünüyorum. Öyküleri de elbette, bir toplu öyküler cildiyle buluşturulmalı.         

Tarihte Yaşanmamış Olaylar - Ülkü Tamer

Tarihte Yaşanmamış Olaylar - Ülkü Tamer

Kadir Yüksel

            Çağdaş Türk şiirinin önde gelen imzalarından biridir Ülkü Tamer. Şiirimizin eskimeyecek ustalarındandır. Yanardağın Üstündeki Kuş adlı kitapta topladığı şiirleriyle, Mitologya çevirisiyle, denemeleriyle, hatta tiyatroya verdiği emekle unutulmayacaklar arasında yerini almıştır. Alleben Öyküleri adlı kitabındaki öyküleriyle öykü okurları için de ayrı bir yerdedir. 1991 yılında yayımlanan kitap aynı yıl Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü almıştı. Sitti Zeynep, Şekerci Asım, Macı Hüseyin, Çete İsmail bellekte yer eden öykülerdi. Alleben Öyküleri’nden yirmi üç yıl sonra yeni bir öykü kitabıyla öykü okurunu selamladı Ülkü Tamer: Tarihte Yaşanmamış Olaylar.


               “Tarihte yaşanmış ilginç olaylar” türünden kitaplar ilgi çekicidir, hep karşımıza çıkar kitapçı raflarında. Ya da bu ilginç olaylardan hareketle denemeler, romanlar, öyküler yazılmıştır, ilgiyle edinip okumuşuzdur kimi kez. Edebiyatın tarihle olan ilişkisi sorgulanmıştır hep. Ama yanılmıyorsam, ilk kez tarihi bir anlatının içinde tarihte yaşanmamış olayların öyküleştirilmesiyle karşılaşıyoruz. “Bu kitapta okuyacaklarınızın tümü uydurmadır” cümlesiyle başlıyor açıklamasına Ülkü Tamer. Tamamen düzmeceden, palavradan ibaret on tarihi öykü okuyoruz, üstüne üstlük tamamen palavra bir kaynakçayla uğurluyor kitap bizi. Bunu bilerek okuduğumuzda bütün öyküler tarihin yapısını da sorgulatıyor bize. (Kitabı bitirir bitirmez E.H.Carr’ın “Tarih Nedir” kitabını arayıp buldum kitaplığımda.) Tarihin kesinliği ile kurmacanın yalancılığına ilişkin bir karşıtlık yok okuyacağınız öykülerde. Tamamı kurmacanın yalancılığının ürünü ama diliyle, anlatımıyla, atmosferiyle, göndermeleriyle, göstergeleriyle tamamı tarihi… Kitapçı raflarındaki “ilginç tarihi olaylar” türündeki kitapların pek çoğundan daha çok “tarih” gerçeğine yakın olduğunu düşünebilirsiniz, şaşırmayın. Şunu da söylemeliyiz, bu öykülerin fantastik edebiyat açısından da değerlendirilmesi gerek.
            Öyküler farklı tarihsel dönemlere ait. Kabile toplumundan, Mısırlılara, Roma’ya, Elizabeth döneminden, Kızılderililere, İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadar farklı dönemlerde yaşanmamış olayların öyküleri. İlk öykü “Gölün Tıkacı” adını taşıyor. Tanganika Gölü kıyısındaki bir köyde yaşayan Oogna Mbuti, köyde yüzmeyi bilen tek kişidir. Suyun üstünde yüzebiliyor oluşu Mbuti’yi neredeyse evliya katına çıkaracaktır. Köylüler o ne derse yapmaya başlarlar, zamanla köyün, yörenin hâkimiyeti yüzmeyi bilen gencin eline geçecektir. Uzun yıllar yöreyi huzur içinde yönetir Mbuti.
            İkinci öykü “Dördüncü Piramit”, kumlar üstündeki üç büyük piramidin yanına yaptırılan dördüncü piramidin yapılış ve yıkılış öyküsüdür. Ayrıca kedilerin neden Mısır’da kutsal varlıklar olarak görüldüğünü de öğreniyoruz! “Kanla Yıkanan Ölü” kitabın üçüncü öyküsü. Maya tarihine ilişkin bu öyküde Mayaların sonunu hazırlayan ilginç mi ilginç rastlantı çıkıyor karşımıza! Maya hükümdarı Atanqui, halkını kurtarmak adına büyük bir hata yapacak ve bunu kanıyla ödeyecektir. Portekizliler büyük bir donanmayla bu yeni topraklardaki zenginlikleri yağmalamaya belki de hiç gelmeyeceklerdi, Mayalar bugüne dek yaşayacaklardı.
            “Çin Seddi’nde Büyük Koşu”da, iki oğlunu da savaşta yitiren imparator, kızını evlendirmek için adaylar arasında bir yarış düzenler. Kazanan tahta oturacak ve ülkeyi yönetecektir. Dört soylu aday arasında geçecek olan yarış zamanla kızışır. Tahtı ele geçirme hırsı, iktidar savaşının yaşattığı kirlenmeler, öyküdeki gibi hep uydurma, palavra aslında, gerçeklerle uzaktan yakından ilgisi yok (!)
             “Sen de mi, Brutus?” W.Shakespeare’nin Julius Caesar adlı oyununda geçen, oyundan da, yazarından da, karakterlerinden de daha ünlü bir repliktir. Roma tarihine ilişkin bir gerçekmiş gibi kabullenilmiştir. Oysa gerçek bambaşkadır. Ülkü Tamer asıl tarihi gerçeği yazıyor, yaşanmamış o ilginç tarihi olayı aydınlığa kavuşturuyor. “İvan Rubinoviç’in Yükselişi” annesi gözlerinin önünde babası tarafından öldürülen İvan Rubinoviç’in talihinin yardımıyla hızla basamakları tırmanarak çarlığa kadar tırmanışının öyküsüdür. Rubinoviç’in oğlu ise Rusya’nın yükselme dönemini başlatacak Çar Petro’dur. İşte tarihin gizli kalmış bir noktası daha.
            “Cezasını Önceden Çekmişti” Lucia’nın Teni adını verdiği mor gülü üreten Albrecht Brümmer’in ilginç yaşamının öyküsüdür. İşlemediği bir cinayetten yirmi sekiz yıl hapis yatan Brümmer, adaletten alacaklı olmuştur. Adalet sisteminin sorgulanması bu ilginç yaşanmamış tarihi hakikat karşısında yeniden yapılmalı. “Karlı Geyik’in Düşü” Kızılderililerin yaşamına ilişkin bir öykü. Wabijo kabilesinin reisi Yıldız Gözlü Boğa’nın tek kızı Karlı Geyik çocuk doğurma yaşına erişmiştir. Evlenmesi için en doğal aday Ateş Salkımı’dır. Geleneklere göre evlenme izni alınır ama Karlı Geyik bir düş görecek ve işler karışacaktır.
            “Soylu Oyuncu” Kraliçe’nin yeğeniyle evli Lord Wynter’in başından geçen ilginç tarihi yaşanmamış gerçeklerin öyküsüdür. Genç çiftin bir türlü çocukları olmaz. Suçu birbirine atarlar. Evde çıkan bir tartışma sırasında kaza sonucu Lord Wynter eşini öldürür. Kraliçe’nin kendisini sağ bırakmayacağını düşünen Lord kaçıp izini kaybettirir. Bir tiyatro topluluğunda oyuncu olacaktır. Kendisini unuttursa da gün gelecek topluluk Kraliçe’nin önünde oyun oynayacaktır. “Savaşı Uzatan Fırtına” daha yakın sayılabilecek bir tarihte, İkinci Dünya Savaşı sırasında geçiyor. Hitler ordusundan kaçıp İngiltere’ye sığınan Wolfgang Hauser’in öyküsüdür anlatılan. Gizli belgeleri Amerika’ya ulaştırmak için İngiliz generali Denham’la birlikte uçağa binerler. Atlantik’i geçerken fırtınaya yakalanırlar. Tarihin ve talihin cilvesi savaşın gidişini değiştirecektir.
            Tarihin o anlatımcı dilini kullanıyor öykülerinde Ülkü Tamer. Ayrıntıları unutmadan, anlattığı dönemin atmosferini sözcüklerden öykünün bütününe yayarak okuyucusunu içine alıveriyor. Alaysamalı anlatımı, oyunsu kurgusu, fantastik öğeler, hatta yer yer tamamen şakaya varan yazarlık hileleri (sondaki kaynakça gibi) Tarihte Yaşanmamış Olaylar kitabını bir önceki Alleben Öyküleri’nden çok farklı bir yerde konumlandırıyor.

            Yaşanmamış olmalarına karşın yaşanmış gerçekler kadar etkileyici ve hakiki olduklarını düşünüyorum öykülerin. İnsanın özüne, insanlığın tarihte yaşadıklarının insan soyu için nasıl da değişmez özellikler barındırdığına ilişkin öyküler. Tamamı uydurma kitaptaki öykülerin, ama hakiki olmayan hiçbir yanları yok. O nedenle öyküler, edebiyatın gerçekten daha gerçek olduğuna inanan okuyucularını bekliyor. 

Melike Uzun - Kürar


kürar melike uzun ile ilgili görsel sonucu



KÜRAR - Melike Uzun

Kadir Yüksel

            Birkaç yıl önce yayımlanan ilk kitabı Ateş Öyküleri’nin ardından Melike Uzun öyküleriyle, öykü kitaplarına ilişkin yazılarıyla, öykü üzerine düşünmesi, kafa yormasıyla dikkat çeken bir öykücü oldu. Geçtiğimiz yıl yayımlanan Direniş Öyküleri adlı derlemeyi hazırladı. Gezi parkına ilişkin öykülerin yer aldığı derleme yaşananlara öykücülerin kendi pencerelerinden bakmasının yanı sıra genç öykücülere daha çok yer vermesiyle de önemliydi. Melike Uzun’un ikinci öykü kitabı İletişim Yayınları arasında yayımlandı: Kürar. Göz alıcı bir kapak tasarımının ardında aynı derecede göz alıcı öyküler yer alıyor.
            İki ana bölüme ayrılıyor Kürar.  İlk bölüme “Zehir”, ikinci bölüme “Zemberek” adları verilmiş. Bir araya geldiklerinde kitabı da bütünleyen bir deyimi oluşturuyor bu iki sözcük: Zehir zemberek. Öykülerin tanımlanmasına da yardımcı oluyor kitabı okuyup bitirdiğinizde: Zehir zemberek öyküler.
            Kürar, çok çekici bir sözcük, doğrusu. İlk iki anlamı, felç olma hali, felç edici zehirli bitki. Diğer iki anlamı ise, Kızılderililerin kullandığı zehirli ok atan boru, kasların bloke olması. Bütün anlamlarıyla öykülerde yerini alıyor kürar. Kimi öyküde felç olma hali olarak, kimi öyküde zehirli bitki olarak, kimi öyküde ise ok atan boru olarak öykülerin içine yerleşiyor. Son öyküye de ad oluveriyor, okuyucusunun bütün kaslarını bloke etmeyi başarıyor, odaklıyor kendi içine, görünür kılıyor.
            İlk bölüm “Rüzgâr’ın Estiği” adlı bir giriş öyküsüyle başlıyor. Bu girişin dili, anlatımı kitabın gövdesini oluşturan diğer öykülerden farklı. Okuyucusunu hemen kendine çekiveren masalsı anlatım, şiirselliğe yaslanan söyleyiş… İkinci bölümün başındaki “Rüzgâr’ın Getirdiği”, kitabın sonundaki “Rüzgâr’ın Dindiği” adlı kısacık bölümlerle (küçürek öykü olarak da okunamaz mı?) kitabın bütününe göndermeleriyle tamamlanıyor giriş anlatısı. Aslında tamamlandığı da söylenemez, sondaki bölümün ucu açık bırakılıyor. Rüzgâr şimdilik diniyor.
            “Rüzgâr’ın Estiği” öyküsündeki kötülüğün dönüştüğü fare, kötülüğü kovalayan kedi imgeleri bütün öykülerde karşımıza çıkıyor. Fare, korkulan, kötülüğe götüren, kedi ise kötülüğü kovalasa da zarar verilen, öldürülen hayvanlar olarak öykülerde yerlerini alıyorlar. Her öykünün içine sızıyorlar. Kimi kez öykü onlara odaklanıyor, kimi kez içten içe sezdiriyorlar kendilerini, ama hep oralarda dolaşıyorlar. (“Rüzgâr’ın Estiği” neden İçindekiler sayfasında yer almamış? Oysa güçlü anlatımı, kitaba etki eden imgeleri, diğer iki küçük bölümüyle bütünlenen bir yanı var. )
 “Üzgün Balık Başları” birinci bölümün girişinden sonraki ilk öykü. Mahallenin büfesini işleten Selo o sabah büfesini açamaz, büfenin önünde ağlamaktadır. Dört bölüme ayrılan öykünün Selo, Azra adlı bölümleri anlatıcının diliyle yazılmış. Azra’nın Dediğidir, Selo’nun Dediğidir adlı bölümlerde ise öykü karakterleri konuşuyor. Tek öykünün içinde farklı bir kurguyla iki anlatımı birden kullanıyor yazar. Her iki anlatımda da öykünün atmosferini çok iyi oluşturduğunu, eksiltmelerin, merak öğesini ustalıklı kullanmanın öyküyü sürükleyici kıldığını söylemeliyiz. Girişin hemen ardından karşılaşıyoruz kediyle, ölü kedidir bu, elbette, peşi sıra fare yerini alır, kötücül olanın yanı başında.
            Kürar, birbirinin içinden geçen, birbirini tamamlayan, gerek karakterleriyle, gerek kedileri, fareleriyle, imgeleriyle, ‘rüzgâr’ıyla birbirini okutan (birbirini yazdırmış mıdır?) öykülerden oluşuyor. “Fare İnsan” adlı ikinci öykü ilk öyküde tanıdığımız Azra’nın annesi Saadet’in öyküsü. Bu öykü de ilk öyküdeki anlatım biçimleriyle iki bölüme ayrılıp kurgulanmış. Öykünün her iki bölümünde de anlatılan tedirgin edici, iç acıtıcı olay dizisi okuyucuyu olduğu yere mıhlayan müthiş bir cümleyle son buluyor. “Kedimiz Candide” adlı öykü de gene önceki öykülerle bağlantılı. Azra’nın üniversite arkadaşından dinliyoruz Azra’yı. “İyilik” adlı öykü, öykü kahramanının apartmanda kedisiyle birlikte yaşayan kapı komşusunu anlattığı, anlatımıyla, irkiltici sonuyla, polisiyeye yaslanan kurgusuyla kitabın iyi öykülerinden biri. “Şehit Üstteğmen Fatih Münir Yurdakul Lisesi” adlı öykünün kahramanı Emine, kitabın son öyküsü “Kürar”da da yerini alıyor. On yedi yaşın ataklığı, acımasızlığı, korkaklığı, kötücüllüğü bir farenin etrafında görünür kılınıyor.  “Umut” bir hapishane, işkence öyküsü, fare de bütün kötücüllüğüyle işkencedeki yerini alıyor, elbette insan denen daha da kötücül canlıların elinde.
            “Zemberek” adı verilen ikinci bölümdeki öykülerin okuyucuyu en sert biçimiyle irkilten yanları olduğunu söylemeliyim. “Sığ” öyküsünün kahramanı, “Çikolatalı Baldıran”da Ahmet ve annesi, “İmzayı Anla(t)mak” da çocuklarıyla intikam alan kadın duraksatacak, sarsacaktır okuyucusunu. “Kapı Dışarı” adlı öyküde Azra’yla, annesi Saadet’le karşılaşırız yeniden, gerilim yayılmıştır bütün öyküye. Kitabın son öyküsü “Kürar”da ilk bölümdeki Emine ve annesi Sevda çıkacaktır okuyucunun karşısına, hem de unutulmayacak bir öykünün iki kahramanı olarak.
            “Rüzgâr’ın Estiği”nde Mülcem hem iyiliği hem de kötülüğü barındırır içinde, sonunda “yüreğinin kötü yarısı alev” alacaktır. Ona baba olan Ebu Turab’ın iyilikleri ağırlıktadır ama ölümünün sonrasında öz çocuğu olmayan Mülcem için iyilikler de sona erecek, kötülük ağır basacaktır. İyiliğin de, kötülüğün de birbirinin içinden canlandığını, alevlendiğini okuyoruz ama Kürar kötücüllüğün şiddetinden yana ağır basıyor. Şiddeti odaklıyor bütün öykülerde. Bunu yaparken nerede durması gerektiğini çok iyi biliyor, kırılganlıkla katılığın, incelikle kabalığın, iyilikle kötülüğün dengesini, iyiliğin kötücüllüğe dönüştüğü yeri, şiddete varışı ustaca ayarlıyor. Şiddeti insanın insana uyguladığıyla değil, insanın küçük hayvanlara uyguladığıyla görünür kılıyor. Kötülüğü her yere ulaştıran fare, gururlu suskunlukla kötülüğü koklayan kedi imgeleri bütün öykülere yayıyor gerilimi, şiddeti.
            Melike Uzun’un Kürar’da kurduğu dilin kendine özgülüğünden de söz etmeli. Yalın ama yoğunlaştırılmış anlatım, kısa ama tam can evinden vuran cümleler, şiirselliğe de uzak durmayan imge düzeyi, sadeliğin kavrayışı, öykülerin okuyucusunu felç eden olaylarını daha bir görünür kılıyor, diliyle de okuyucusunun bilincini bloke ediyor.
            Kürar, ele aldığı dünyasıyla, atmosferiyle, kurgusuyla, diliyle bu yılın dikkat çeken öykü kitaplarından biri. Melike Uzun da öyküleriyle kendisine öykücülüğümüzde önemsenecek bir yer ediniyor.  

22 Şubat 2016 Pazartesi

Deniz Tarsus - İt Gözü

Deniz Tarsus - İt Gözü

Kadir Yüksel

Ozo Ozo Çakta adlı öykü kitabıyla 2012’de yolculuğuna başlayan Deniz Tarsus’un, 2013 yılında yayınladığı, Ayrıkotu adını verdiği ikinci kitabı öyküde kendine yer açacağının göstergesiydi. Ozo Ozo Çakta’da yaratılışla başlıyor, düşlerden mitlere, kutsal metinlere uzanıyor, efsanevi, masalsı bir dille çağdaş yaşamımızı sorgulayacağımız farklı öykülere imza atıyordu. Ayrıkotu çok daha iyi bir dil anlayışıyla, usta işi anlatımıyla gelivermiş, ilk kitabının çok ötesine geçmişti.
it-gozu-deniz-tarsus-Kadir

Pek el atılmayan, ayrıksı bir yerde duruyordu Deniz Tarsus’un öykü dünyası, dili, anlatımı. Fantastik kurgusuyla, doğaya bakışıyla, oluşturduğu coğrafyayla kendine özgü dünyasını kurmuştu. Kitabın ilk bölümündeki “Od”, “Döl”, “Lut”, “Göç”, “Ser” adlı beş öykü tam bir okuma keyfi sunuyordu. Çok bekletmedi okuyucusunu Deniz Tarsus, bu yılın ikinci yarısında yeni bir öykü kitabıyla çıkageldi: İt Gözü.
Üçüncü öykü kitabı İt Gözü’nde Deniz Tarsus gerek yaslandığı konular, gerekse dili, anlatımı açısından önceki kitaplarından farklı bir yerde konumlanıyor. Önceki kitaplarında kurduğu coğrafyayı, fantastik atmosferi kırıyor, keskin bir toplumsal boyut ekliyor öykülerine. Toplumsal sorunlar, toplum birey çatışması, yokluklar, yoksulluklar, acılar, şiddet öne çıkıyor. İt Gözü’ndeki toplumsal boyutun önceki kitaplarından tamamen ayrı düştüğünü de söyleyemeyiz. Çünkü yaratılan atmosfer, kurgu katmanları, gerçeküstünün öykülerdeki izleri, doğa betimlemelerindeki ayrıntılar, özellikle daha kırsala yakın olanın içinde taşıdığı gizli sıra dışını, kırsalın düşsel olana, masalsı olana yatkınlığını kullanışı öyküleri pek çok yanıyla öncekilere bağlıyor.
Dilde, anlatımda da efsanevi, masalsı, epik olan anlatımına, anlattığı coğrafyaya özgü sözcüklerle, söyleyişlerle açılım sağladığını söylemek gerek. Önceki kitaplarında dilin yalınlığı, kurduğu dünyanın içinde masalsı anlatımı epik olanı getiriyordu. İt Gözü’nde gene öykülerinin dünyasına ilişkin özellikler taşıyan sözcüklerle, söyleyişlerle epik anlatımın gücünü arttırıyor. Üçüncü tekil kişi anlatımında okuyucuyu da öykünün içine çeken, cümleyi soru imiyle ya da soru sözcüğüyle bitiren, kimi kez cümlelerini eksilten, duraksatan, soru sorduran bu söyleyiş önceki kitapların anlatımından ayrılıyor. Sözcük seçiminde de farklılıklar var, Anadolu’ya özgü sözcükleri yerleştiriyor öykülerine; “ısıcacık”, “şımşıkır”, “ötelere yeldirdi”, “zibil”, “gamit”, “ileş”, “börtüdü”… (Ama “Ahanda” sözcüğü iyi durmuyor.)
Önceki kitaplarında olduğu gibi İt Gözü’nde de doğa önemli bir yer tutuyor Deniz Tarsus’un öykülerinde. Doğanın bütün hallerini sözcüklerle yeniden kurma, anlatma isteği neredeyse bütün öykülere doğa betimlemesiyle başlanmasını beraberinde getiriyor. Ardından öykülerin içine de yerleşiyor doğa. İnsanlar, hayvanlar doğayla olan mücadelesiyle anlatılıyorlar. Madenlerle, ormanlarla, depremlerle, denizlerle, dağlarla karşımıza çıkıyor doğa.
Toplumsal bakış açısı doğanın anlatımından ayrı yerde durmuyor. İnsanoğlu madende, dağda, denizde, depremde doğayla didişmenin sancısını, sıkıntısını, acısını, yıkımını yaşıyor.
Doğa betimlemelerinde alışık olmadığımız türde, öykünün atmosferiyle örtüşen benzetmelere yer veriyor. Dağın puslu havası çalkama ayran kadar ağır oluyor, karanlıklar katran bataklıklar gibi oturuyor, rüzgâr uğuldayıp çalı çırpıyı önüne katınca envai çeşit yaratık ortaya çıkıyor, çiğ gürbüz otların üzerinde işveli işveli oturuyor…
Kitap iki ana bölümden oluşuyor: Hadım Serisi ve Şüphe Serisi. İlk bölümün üç öyküsünde toplumun giderek diriliğini yitirdiğini, çürüdüğünü ya da daha doğru bir söyleyişle, çürütüldüğünü, içten içe kemirilip toplum olma dinamiklerinin yok edildiğini okuyoruz. Bu toplumun hadım edilmesi durumudur.
İlk bölümün öyküleri daha kalabalık kadrolu, geniş bir öykü alanına yayılmış, toplumcu bakışı da barındıran öyküler. “Can Kuşu” adlı ilk öyküde sonu felaketle biten bir maden kazasını okuruz. Madene girenler her şeyi göze alarak girerler, daha önce defalarca yaşanan felaketleri bile bile inerler yerin altına, kaçak da olsa çalışırlar dağın içinde, hatta her ne kadar nasihat de etseler kendilerinden sonraki kuşakları, çocuklarını da gönderirler, itiraz etmeden dağın ölümü çağırmasına. Bir yıl içinde meydana gelen maden facialarını düşününce öykünün güncelin tuzağına düşeceğini, duygulardan arınamayacağını düşünenler yanılacaklar, çünkü o faciaların acılarıyla yazılsa da uzak açısını, eleştirelliğini koruyor öykü ve öncelikle iyi bir öykü olmayı başarıyor. Eğer güncel olan, yaşadığımız onca ortak acı, öncelikle öykü olmayı başararak anlatılabilirse neden itiraz edilsin ki?
İlk bölümün ikinci öyküsü “Çakır” devletin bile haritalarda işaretlemediği, kayıtlara geçirmediği bir köyde geçiyor. Köyü ele geçirenler, köylülerin yerlerine geçerler. Kimse anlamaz. Çakır’ın Naime Kadın’a kocasının aslında kocası olmadığını anlatması da bir işe yaramaz. Naime Kadın’ın da, köylülerin de yaşamlarına itiraz edecek, alışkanlıklarını değiştirecek gücü yoktur. Üçüncü öykü “Mengü” kitabın en sevdiğim öyküsü oldu. Bir maden ocağı açılmasının ve sonrasındaki gelişmelerin öyküsüdür “Mengü”. Öykü gerçeküstü öğelerle, köylülerin değişimleriyle ilerler. Bu değişimin sonucunda acımasızlık, şiddet yerini alacaktır.
Kitabın ikinci bölümü “Şüphe Serisi”nin beş öyküsü de şüpheden besleniyor. Yazarın ikinci bölümün öykülerinde bireye, az sayıda öykü kahramanına yöneldiğini, öykü alanının, coğrafyanın daraldığını görüyoruz. Toplumsal bakış açısı sürmektedir ama daha çok bireye, toplumla çatışan bireye odaklanır.
“Vefa”da yeni evli Vefa’nın şüphesi dedikodularla alevlenir. “Haşmet’in Ölüm Adı” öleceğini bilen Haşmet’in çocukluğundan başlayarak geçmişiyle hesaplaşmasını, yaptıklarını sorgulamasını ele alan bir öykü. “Civan” adlı öyküde depremde dağda koruduğu Ayşe’ye kötülük yaptı şüphesiyle öldürülür Civan. “Âdem” de bir türlü çocukları olmayan çiftin derman bulmak için şehre gidişleri anlatılır. Yolda tanıdık birilerine rastlamaktan korkarlar. Sonunda korktukları başlarına gelir köyün belalılarından biri görecektir çifti. “Yılkı” da babasının kötü davranışlarıyla yaşamdan kopan, inat uğruna ömrünü heba eden Rıza’nın acı sonunu okuruz.
Tarsus öykü dünyasını bilinçle oluşturuyor, yeniliyor, yeni katmanlar ekliyor, bir arayış ya da savruluş değil bu. Öykü veriminin bütününe bakılması gerekiyor. Görülecek olan, bütün katmanlarının oluşturduğu çok özgün bir öykü sesi, öykü coğrafyasıdır. Bu özgün öykü dünyasının her zaman yeni şeyler katarak kendine ait yerini sağlamlaştıracağını düşünüyorum.

12 Şubat 2016 Cuma

Sahaftan - 10 Garo Alagöz



Seçenekler için tıklayın

Garo Alagöz
Sıcak Yazın Getirdiği Öyküler,

Kadir Yüksel

            İnternette görüp çıktısını aldığım bir ölüm ilanı. 20 Mart 2015 tarihli. “Vefat. (…) şirketi kurucusu, İstanbul aşığı, hikâyeci yazar, ÇORBACIMIZ, GARO ALAGÖZ Fransa’da vefat etmiştir. Naaşı 20 Mart Cuma günü Nice’de toprağa verilecektir. Sevenlerinin başı sağ olsun.
            İstanbul aşığı, hikâyeci yazar, çorbacı Garo Alagöz’ün öyküleriyle ilk tanışmam Ersan Erçelik’in yazısıyla olmuştu. O yazıdan sonra peşine düşüp üç öykü kitabını da edinmiştim Garo Alagöz’ün. İrma ve Elma Ağacı 1975’de, O Her Şeyi Çift Severdi 1977’de, Sıcak Yazın Getirdiği Öyküler ise 1979’da yayımlanmış. İlk kitabından sonraki iki kitabında şu not yer alıyor “Bu kitap okurlarıma armağan olarak basılmıştır. Bu nedenle bedelsizdir, fiyat konmamıştır.”
            Gerçekçi bir bakışla, okuyucusuyla söyleşir gibi, insan sevgisiyle yazıyor öykülerini. Dili özenli, kıvrak, yalın. Gündelik yaşamın içinde her zaman tanık olduğumuz olayları, yanı başımızda yürüyen tanıdık insanları yazıyor. Ben anlatıcıyla kurulu öyküler, hepsi yaşamından alınmış gibi, zaten kendi adını da, işini de, doğduğu yaşadığı yerleri de, hatta çocuklarının adını da kullanıyor sık sık. Öykülerinde ironi önemli bir yer tutuyor. Öykü kişileri yer yer erotizmle, melankoliyle gündelik yaşam karşısında gülümsetiyor okuyucusunu.
            Sıcak Yazın Getirdiği Öyküler sekiz öyküden oluşuyor. Kitabın ilk sayfasında “Bu dünyada yaşıyan bütün insanların birbirini sevmesi gerek” notu düşülmüş. Kitabın içindeki öyküler de bu giriş notuna çok uyuyor. Sevgiyle yazılmış öyküler, öykü kişileri sevgiyle çizilmiş. Ama bu sevgi insanları her yönleriyle görüp yazmasını engellemiyor Garo Alagöz’ün. “Ayakkabılarla Konuşma” adlı öykü anlatımındaki içtenliğiyle, yalın, içine alıveren diliyle güzel bir öykü. Kongreye katıldığı İtalya’da bir alışveriş mağazasında tanıştığı kızla bir kaç gün birlikte olur. Sonu hem gülümsetecek hem de gerçekle yüzleştirecektir. “Yat Bakıcısı” adlı öykü Doğu Anadolu’da askerliğini yapıp İstanbul’a dönen Garo’nun yaz ayları için bulduğu geçici işi yat bakıcılığında başına gelenleri okuruz. Elbette o dünyanın insanlarına farklı bir bakış yer alır öyküde, erotizm de dozunda yerini alacaktır. “Çanakkale” askerliğini yedek subay olarak yapan öykü kişisinin başından geçenleri anlatan bir askerlik öyküsü. “Pembe Bikini” de kitabın güzel öykülerinden biri.

            Garo Alagöz’le ilgili fazla bilgi edinemedim ne yazık ki. Ermeni asıllı, sanayici, öykülerinin bir kısmı yurtdışındaki dergilerde yayımlanmış. Öykülerinde sıklıkla yurtdışı gezilerini yazıyor, özellikle İtalya ve Fransa. Yaşamının son yıllarını mı, yoksa daha öncesini mi Fransa’da yaşadı bilemiyorum. İstanbul aşığı hikâyeci, çorbacı, âşık olduğu şehirde son yolculuğuna uğurlanamamış. 

Kerem Işık - Iskalı Karnaval



ıskalı karnaval ile ilgili görsel sonucu


Iskalı Karnaval

Kadir Yüksel

            Kerem Işık’ın Toplum Böceği adlı ikinci öykü kitabı ilk öykü kitabından farklı bir yerde konumlanmıştı. Özellikle “İş mi Bu ŞiBuMi”, “Bir Ergenlik Dönemi Tragedyası” ve kitaba da adını veren “Toplum Böceği” adlı öyküler başka bir kanalın derinleşerek sürüp gideceğini gösteren, göz dolduran öykülerdi. Toplumsal sorunları göz ardı etmeden ama farklı bir dille, kurguyla anlatıyor, ironik öykü atmosferini bütün içtenliğiyle oluşturabiliyordu. İlk kitabı Aslında Cennet de Yok’la benzeşen sesleri elbette vardı ama Toplum Böceği bir yönelişin izleriyle, kendine özgü bir öykü dünyasını oluşturmasıyla, diliyle öne çıkıyordu. Bu yılın ilk aylarında Iskalı Karnaval adını taşıyan, yönelişlerini, dilini derinleştirdiği üçüncü öykü kitabıyla çıkageldi Kerem Işık.
 Iskalı Karnaval, Kerem Işık’ın kurgusal atmosferinin, toplum sorunlarına bakışının, ironisinin tam olarak kendini bulduğu, ustalıkla kotarılmış, etkileyici öykülerden oluşuyor. Ama bir o kadar da arayışı, öykünün farklı uçlarında gezinmeyi isteyen öyküler. Bilim kurguya, fantastik öğelere, hatta distopyaya bu derece yönelmesi, bu yönelişte kendine özgü öykü dilinin olanaklarını araştırması, sınırlarını zorlaması önceki yazdıklarının sınırlarıyla yetinmeyen, öykünün dünyasına kafa yoran bir yazarla karşı karşıya getiriyor bizi. Elbette bir yazar, özellikle bir öykücü arayışını hep sürdürmeli ama kendine özgü yazı dünyasını da, dilini de kurabilmeli. Kerem Işık bunu başarıyor, oluşturduğu yazı dünyasının, öykü dilinin sınırlarını zorlayacağını, arayışını her zaman sürdüreceğini, yetinmeyeceğini söylüyor.
Iskalı Karnaval adı, kitabın içinde yer alan bir öykünün adı değil. Kitaba daha bütüncül bakılması istendiği için daha kapsayıcı bir ad olarak düşünülmüş. Her öykü, yaşamlarına müdahale eden dış etkenler yüzünden istediklerini yaşayamayan, yaşamı ıskalayan öykü kişilerini barındırıyor. Bütün öykü kişileri bir araya gelip hayat karnavalının içinde buluşuyorlar.
Kitabın ilk öyküsü “Kalbi Büyüyen Adam” kalbi giderek büyüyen yalnız bir adamın kısa öyküsüdür. Öykü kısadır ama “Kalbi Büyüyen Adam” okuyucusunun hafızasında uzun yıllar saklanacak, unutulmaz öykü kişilerinden biri olacaktır. Adamın kalbi öyle büyür ki tüm kenti tehdit edecek hale gelir. Oysaki kalbi büyüyen adamın istediği kalbi büyüdükçe sevginin de büyümesidir. Öldüğü yere heykelinin dikileceğini düşünür ama öldükten sonra hayat bildiği gibi akmaya devam eder. İkinci Öykü “Süper Kahraman Diyeti” kitabın diğer öykülerinden ayrı bir yerde duruyor. Daha gerçekçi bir bakışla, dille yazılmış. Gene de öykünün sonundaki teknoloji eleştirisi diğer öykülerle gevşek de olsa bir bağ kuruyor. O teknolojinin içinde nasıl bir süper kahramana dönüşüyoruz, evden çıkmadan telefonda ya da internette dünyayı kurtarıyoruz, vicdanımızı rahatlatıyoruz. Bir hamburgercinin önünde çocukları eğlendirmek için ayı kostümü giymiş bir öğrencidir öykü kahramanımız. Terk ettiğimiz, geleceğini çaldığımız çocukların hayalleri bile erişemez insanların hayale sığmaz gerçeklerine, yaşamdan kopuşlarına.
Kitabın üçüncü öyküsü olan “HAYDA!” abartmak gibi olmasın ama tek başına bile yazarını geleceğe taşıyabilecek bir öykü. Hayat Danışmanlığı programının kısa adıdır HAYDA. Kitabın beş öyküsünde bu tür kısaltmalar var. Bu kısaltmaların aynı zamanda mizaha yaslanan, fantastik olanla toplumsal gerçekliğin bağını kuran, yer yer yabancılaştırma etkisiyle okuyucuyu uzak açıya taşıyan yanları var. HAYDA yeni evli bir çiftin hayat danışmanından mecburen faydalanmasının öyküsüdür. Devletin görevlendirdiği danışman bir süre evli çiftle birlikte kalacak ve evli çifti istenen kalıba sokacaktır. Öykü Yeni İzmir’de geçmektedir ve yeni ülkenin geleceğini müthiş bir ironiyle önümüze sermektedir. Toplum sektörlere ayrılmıştır; bekârların, evlilerin, çocukluların, emeklilerin, yaşlıların ayrı ayrı sektörleri vardır. Her sektör kendi yaşam alanında yaşayabilmektedir. Devletin kadına bakışı da öne çıkıyor öyküde, aile içindeki sorunların kaynağı kadındır. Öyküde ise güçlü karakter kadındır ve bu dayatmayı sorgulamaya başlayacaktır. Bilimkurgunun öğelerini çok güçlü bir toplumsal eleştiriyle buluşturuyor Kerem Işık.
“Bana Veri Gerek Veri” 2043 yılına ait bir mektup. Sanal satışların, sanal âlemin topluma nasıl hükmedeceğini, yaşamımızın giderek nasıl internet üzerinden sarpa saracağını anlatan bir öykü. “Arzulanan Dünya”, bir seyahat acentesi çalışanı Haydar Lokman’ın telefondaki müşterilerine tatil planları satışının öyküsü.
“O En Güzel Klişe” Klişe Üretim Merkezi “K.Ü.M”ün öyküsü. KÜM’de projeler sorumlusu olan kahramanımız uzun süredir yeni bir klişe üretememiştir. Müdürü ona yeni bir görev verir, çok satan ünlü bir yazarın yeni kitabından yola çıkarak mutluluk üzerine klişe üretecektir. KÜM’ün durumu kritiktir, kurtulması bu projeye bağlıdır. Nasıl bir kıstırılmışlığın içinde olduğumuzun keskin bir parodisidir öykü. Bu arada neredeyse bütün öykülerde kullanılan dipnotların kurguyu boyutlandırdığını, mizahı güçlendirdiğini söylemeliyiz.
“Kılçıksız Sanat” SANKİ (Sansür Kurulu İdaresi) genel başkanlık ofisinde yazarların ürünlerini sansür kuruluna götürmelerinin, sansür kurulunda ürünlerin görüşülmesinin, yayımlanabilmesi için nasıl bir yol izleneceği konusunda talimatlar verilmesinin öyküsüdür. Sansürün bu derece keskin bir mizahla korkutucu bir yapıya bürünmesi öyküyü etkileyici kılıyor.
“Rıza’nın İmalatı” İMTK’da SAÇMA biriminin (kısaltmaların açılımını yazmıyorum bu kez, meraklananlar kitaptan bakabilirler) müdürlüğüne atanan Rıza, evde gizli çalışarak ROMAN’ını imal etmektedir. Yeni görevi sosyal ağlardaki sakıncalı paylaşımların takip edilmesidir. Distopyanın sınırlarında dolaşan, halkının bütün düşüncelerine ulaşmaya çalışan bir devlet kurumu ve bu kurumun çalışanlarının ilişkileri… Ayrıntıların kullanımıyla, diliyle, insanı tedirgin eden mizahı, okuyucusunu da dışarıda bırakmayan toplumsal eleştirisiyle etkileyici bir öykü daha.  
Kerem Işık Iskalı Karnaval’da bir öykü dışında bütün öykülerde fantastik, bilimkurgu ve distopya öğelerinden yararlanarak öykü dünyasına güç kazandırıyor. Kullandığı ironik anlatım da o öğelerle örtüşüyor. Toplumsal eleştiriyi de unutmuyor, hatta derinleştiriyor, mizaha yaslanan dil kullanımıyla, zekâ ürünü buluşlarla daha da etkili kılındığını söylemeliyiz. Gerek öykü kişilerinin düşüncelerinde, diyaloglarında, gerekse anlatıcı olarak öyküye katıldığı yerlerde, yan anlatımlarda, hatta satır aralarında, dipnotlarında bile ironinin verdiği canlılık duyumsanıyor. Her öykü kıpır kıpır. Okuyucusunu da hemen avucunun içine alıveren bir hareketlilik bu. İçten, yalın, anlaşılır olmayı seçiyor. Bugünün yaşayan dilini, teknolojinin, yabancılaşmanın, iletişimsizliğin dilini, hatta o dilin bütün pürüzlü yüzeylerini kullanmaktan kaçınmıyor.

Çağımız insanının bilgisayarın, teknolojinin karşısındaki konumu, esareti, bir yazarlık önsezisiyle Kerem Işık’ın önümüze serdiği geleceğin içinde sıkıştırıyor bizi. Belki de eğer silkelenip kendimize gelmezsek hepimizin ‘kalbi büyüyen insanlara’ dönüşeceğimiz, ‘saçma’nın içinde kısılıp kalacağımız, ‘hayda’lı günlerin çok uzak olmadığını söylüyor. 

2015 Yılında Öykü

“Öykücülerin sessiz olduğuna bakmayın, öykü kıpır kıpır bir türdür, kendi dönüşümünü, değişimini mutlaka dayatacaktır, kimi kez sesli, gümbür gümbür yapar bunu, kimi kez sessiz sedasız.”

2015 Yılında Öykü

Kadir Yüksel


Üç yıldır yayına hazırladığı öykü yıllıklarına Öykü Yağmuru adını vermişti Kemal Gündüzalp. Çok doğru bir saptamaydı, yağmur gibiydi öykünün edebiyatımıza akışı. Özellikle giderek artan öykü dergilerinin sayesinde alanını genişletti öykü. Diğer edebiyat dergileri de öyküye daha fazla yer vermeye başladı. Öykünün görünür olması, göz önünde olması yazıya yeni başlayan genç kalemlerin öyküye daha kolay yönelmelerine olanak sağlıyordu. Öykü dergilerinden bir ikisinin ne yazık ki yayın hayatını sonlandırmasına karşın yeni yayımlananlarla 2015 yılında da dergilerin öyküye katkısı sürdü.
Asıl yağmur yayımlanan öykü kitaplarındaydı. Her yıl artarak sürüyordu öykü kitaplarının sayısı. Elbette sayısal verilerden söz ediyorum, niceliksel bir bakış bu. Örneğin 2014 yılında yayımlanan ilk kitapların sayısı 209 olmuş, yeni kitaplarla birlikte sayı 326 olarak tespit edilmişti. Kemal Gündzüalp’le birlikte çok yoğun bir çabayla oluşturmuştuk listeyi. Bu yıl aynı yoğunlukla listeye eğilemediğimi söylemeliyim. Bunda öykü yıllığı yapılmayacak olmasının payı var elbette. Gene de üstünkörü bir listelemeyle geçtiğimiz yılın rakamlarına yaklaşıldığını söylemeliyim. Sayısal verilere bakıldığında öykü kitapları açısından öykü yağmurunun sürdüğünü söyleyebiliriz rahatlıkla.
      Romanla karşılaştırıldığında sayının çok düşük olduğunu söyleyebilirsiniz. Ömer Türkeş yayımlanan roman sayısını binlerle ifade ediyordu geçtiğimiz haftalardaki yazısında. Ama unutmamalı ki roman daha popüler, daha dışa dönük, çeşitliliği fazla olan bir tür. Oysa öykü daha kendine özgü, daha içe dönük, popülerliği dışlayan, dilinden biçemine daha titiz davranılmasını gerektiren bir tür.
           Elbette bu karşılaştırmaları sayısal veriler üzerinden yapıyorum. Nitelik açısından bakıldığında tartışılabilecek, tartışılması da gereken noktalar olduğu muhakkak. Bu kadar çok öykü kitabının arasında nitelik olarak yüksek olanın seçilmesi zorlaşıyor. Aslında eleştiri kurumuna çok iş düşüyor ama gene bildik sözü tekrarlamış olayım, yeterli olmadığını söylemeliyiz eleştirinin. Kitap tanıtım yazılarının artışı bir yere kadar karşılık veriyor ama yeterli değil, kaldı ki o yazıların bir kısmının tanıtım yazısı olmanın ötesine geçtiğini, değerli olduğunu düşünenlerdenim. Gene de eleştiri kurumunun ağırlığını hissettirememesi nedeniyle niteliksel ayrışmanın çerçevesi de tam çizilemiyor. Öykü yağmuru ne yazık ki öykü üzerine düşünce üreten yazıların, kitapların yağmuruna dönüşemiyor, belki de bunu hemen beklemek acelecilik olur, doğal seyri içerisinde öykünün gündemdeki çıkışı kendine özgü öykü eleştirisini de ardından getirecektir.
         Öykü eleştirisi açısından son yıllardaki çalışkanlığıyla bir ismi anmadan geçersek haksızlık etmiş oluruz; Necip Tosun. Dört yıldır arka arkaya öykü üzerine düşünen dört kitap yayınladı. Geçen yıl yayımlanan kitabı Günümüz Öyküsü, öykücülüğümüzün bugününe ilişkin önemli saptamalar içeriyor, elli öykücünün öykü dünyalarına yoğunlaşan yazılardan oluşuyor.
      Sayısal olarak öykü yağmuru sürerken ne yazık ki nitelik açısından yağmurun giderek seyrekleştiğini söylemek zorundayım. Öykücülüğümüzün özellikle doksanlardan bu yana en önemli yanı öykü anlayışlarındaki çeşitlenme, farklı gerçekliklere yönelmeydi. Önemli bir taşıyıcı güçtü oluşan toplam; öykü geleneğimize eklemlenen, onu ileri taşıyan bir toplam. Bu çeşitliliğin her geçen yıl kendini yineliyor olması önemli bir sıkıntıyı da beraberinde getiriyor artık. Aynılaşan öykülerle karşı karşıya kalıyoruz. Bir yığılma yaşanmaya başlanıyor / başlandı. Kötü öyküler yazıldığını düşündüğüm anlaşılmasın bu söylediklerimden, aksine yıl boyunca gerek kitaplarda, gerekse dergilerde çok güzel öyküler okuyoruz, ama o kadar, ‘çok güzel öyküler’. Öyle alıp götüren, peşinden sürükleyecek, yeni öykü yazanları çarpacak, öykü düşüncemizi allak bullak edecek öyküler var mı? Tartışılmalı bu. Olmalı mı illaki? Evet, bu da tartışılmalı.
Bugünün öyküsü konuşulurken hep 50’li yılların öykücülüğüne göndermeler yapılıyor, yapılmalı da… Ama unutulmamalı, 50’li yıllar sadece öyküde değil, şiirde de, romanda da önemli dönüşümlerin yıllarıdır, üstelik kendi eleştirmenlerini, denemecilerini de var eder. Öncülleri, izini sürdükleri ise bütün bir edebiyatı etkisi altında bırakacak olan büyük bir yazardır; Sait Faik ve Alemdağ’da Var Bir Yılan. Bugünün öyküsünden bir Sait Faik beklemekten söz etmiyorum. Ama bugünün öyküsünü dönüştürecek bir yazın birlikteliğinin eksikliğini söylemek istiyorum. 50’li yılların öykücüleri karşı çıkıyorlar, reddediyorlar ve susmuyorlardı. Bakabilirsiniz yazdıklarına, dergilerinde yayınladıklarına… Bugünün öykücüsü ne yazık ki susuyor, karşı çıkmıyor, reddetmiyor, cesur olamıyor… Bence en büyük sıkıntı da öykü üzerine yeterince düşünce üretememesi… Öykü üzerine, anlatım üzerine, dil üzerine, öyküleme üzerine yeterince kafa yormaması ya da düşündüklerini yazıya aktarmaktan kaçınması. Yığılma kaçınılmazlaşıyor, çünkü yazılan öykü ‘yetiyor’… Yetmediği zaman öyküdeki bu çıkışın, yükselişin önemli bir noktaya taşındığını görebileceğiz.
Yaşanan zamanın özelliklerine uygun, günümüz insanını daha derinden kavrayan bir öykü dünyasına ihtiyaç var. Öykü tekrarlara düşerken monotonlaşıyor, sıradanlaşıyor. Bugünün okuyucusuna söyleyecek sözü azalacak, gün geçtikçe okuyucusunu elinden kaçıracak. Öykü kıpır kıpır bir türdür, kendi dönüşümünü mutlaka dayatacağına inanırım, kimi kez sesli, gümbür gümbür yapar bunu, kimi kez sessiz sedasız.
Öykücülüğümüzün köşe taşlarından olan öykücüleri yitirdik geçtiğimiz yıl. Önce bir büyük yazar göçüp gitti; Yaşar Kemal. Ardında büyük romanlar, az sayıda da olsa müthiş öyküler bırakarak. Şüphesiz, edebiyatımızı doruklara taşıyan, dilimizin en önemli yazarıydı. Öykücülüğümüze damga vurmuş Oktay Akbal, Tarık Dursun K. ve Mehmet Başaran da dilimize kazandırdıkları öykülerle, romanlarla sonsuzluğa uğurlandılar.
Yayınevlerinin öykü kitabı yayımlamaya önem verdiklerini görüyoruz. Can, Yapı Kredi, İletişim bu yıl da öykü yayıncılığında öne çıkan yayıncılardı. Alakarga Yayınları, Dedalus Yayınları, Notos Kitap, Sel Yayınları, Yitik Ülke, Hece, İz ve Şule yayınları sayılmalı. Ama bir yayınevi var ki mutlaka ayrıca söz etmeliyiz: Notabene Yayınları. Yıl içinde yayınladığı on beş öykü kitabıyla, üstelik çoğu ilk kitap, genç öykücülerin yayınevi oldu denilebilir.
Yılın öykü kitaplarına gelince:
      Kemal Bilbaşar’ın bütün öyküleri iki cilt halinde Can Yayınları tarafından yayımlandı. Irgatların Öfkesi ve Cevizli Bahçe adlı ciltlerde, gerçekçi öykücülüğümüzün güçlü imzasının, kaç zamandır bulunamayan, unutulmuş öykülerine bir arada ulaşılabilir artık.
       Fakir Baykurt’un öykü kitapları Literatür Yayınları tarafından özenli tasarımlarla tek tek yeniden basılıyor. Bir de ölmeden önce hazırladığı ama yayınlayamadığı bir öykü kitabı yer alıyor seride; Sabır Dağı. Unutulup gitmiş bir kitabı daha raflarda yerini alıyor: Bizim İnce Kızlar.
         Mustafa Kutlu iki uzun hikâye yayınlayarak çalışkanlığını sürdürdü. Trende Bir Keman ve Hesap Günü adlı iki kitabı Dergâh Yayınları arasında yayımlandı.
            Nedim Gürsel’in Tehlikeli Sevişmeler adlı kitabı Doğan Kitap arasında yayımlandı.  
           Erendiz Atasü son dönem öykülerini Kızıl Kale adlı kitabında topladı. Can Yayınları arasında yayımlanan kitapta yazar kendi öykücülüğü içinde farklı bir biçimi deniyor, gerçek ile fantastik olanı harmanlıyor, masallardan yararlanıyor, elbette bugünü sorgulamaktan uzaklaşmadan.
       Cemil Kavukçu’nun  O Vakıt Son Mimoza adını verdiği kitabı Can Yayınları arasında yayımlandı. Öykü dünyasını kurduğu mekânlara yeniden yöneliyor Cemil Kavukçu, bu kez hüznün daha öne çıktığını görüyoruz. Yaşamın ağırlığı, ilerleyen yaşlar, sığınılacak alanlar, bağımlılıklar, kaçışlar, dostluklar… Onun mekânlarını, dilini özleyenler için…
        Behçet Çelik yeni öykülerini Kaldığımız Yer adlı kitabında bir araya getirdi. Kitap Can Yayınları arasında yayımlandı. Günlük hayatımızdaki yorgunlukların, yılgınlıkların, zedelenmiş ilişkilerin içinde incelikli insan hallerini öyküleştirmeye devam ediyor.
 Ethem Baran İletişim Yayınları arasında yayımlanan Zira adlı kitabıyla kendine özgü taşrasını anlatmaya devam ediyor. Atmosfer tanıdık olsa da bu kez daha önceki anlatımlarından farklı biçemlere, kurgulara yöneliyor.
 Sezer Ateş Ayvaz Küllenmiş Bir Kuşu Yakalamak adını verdiği, Aylak Adam Yayınları arasında çıkan kitabında farklı kurgularla, eksiltmeli anlatımlarla, incelikli bir dille oluşturuyor öykülerini. Çatışmalar, kırılgan ilişkiler, boyun eğişler, yabancılaşma, toplumsal mücadele yer alıyor öykülerde.
 İnan Çetin’in Yapı Kredi Yayınları arasında yayımlanan Kureyş’in Kurtları bu yılın önemli kitaplarından biriydi. Düşle gerçek, insanla doğa arasında gidip gelen, efsanelerle, mucizelerle örülmüş, hüzünlü kalplere seslenen altı öykü yer alıyor kitapta.
 Onur Caymaz’ın Herkes Yalnız adlı öykü kitabı Kırmızı Kedi Yayınları arasında yerini almıştı yıl içinde. Usta işi öykülerin yer aldığı kitap, toplumsal yanı ağır basan, ama bireylerin dünyasını da ihmal etmeyen, gezi direnişinden çöp evlere kadar pek çok fotoğrafı taşıyor sayfalarına.
 Karin Karakaşlı Can Yayınları arasında yayımlanan Yetersiz Bakiye adlı kitabında on yıllık bir sürede yazdığı öyküleri bir araya getiriyor. Cinayetler, ruhsuzlaştırılan kentler, yıpranan toplumsal değerler, çırpınışlar, mücadeleler, acılar, sıkışmışlıklar… günlük yaşamımızdan bakiyemiz.
 Ahmet Büke’nin İnsan Kendine de İyi Gelir adlı öyküler toplamı kuşkusuz bu yılın en güzel öykü kitaplarından biriydi. ON8Blog’daki “Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi” adı altında bir yıl boyunca yazmayı sürdürdüğü öykülerin bir araya gelmesinden oluşuyor kitap. Öyküler birbiriyle bağlantılı, birlikte okunduğunda bir mahalleyi, bir semti, insanlarını, ilişkilerini, acılarını, sevinçlerini, eğlencelerini, ağlamalarını, gülmelerini okuyorsunuz. Bütünündeki kurgu yanında, kendine bağlayan dilini de unutmamalı…
 Hakan Bıçakcı Hikâyede Büyük Boşluklar Var adını verdiği, İletişim Yayınları arasında yayınlanan kitabında daha çok şehir yaşamının insanlar üzerinde yarattığı boşluğa yöneliyor. Kısa ama etkileyici öykülerle gündelik yaşamın içinde kaybolup giden insanları ele alıyor.
 Murat Özyaşar’ın Doğan Kitap tarafından yayımlanan Sarı Kahkaha adlı öyküler toplamı yılın etkileyici kitaplarından biriydi. Gerek dili anlatımı, gerek kurgusu atmosferiyle günümüz öykücülüğünde farklı bir çizgiyi sürdürüyor yazar.
 Neslihan Önderoğlu’nun üçüncü öykü kitabı Filler ve Balıklar Notos Kitap tarafından yayımlandı. 2015’in güzel öyküleri bir araya getiren kitaplarından biriydi. Kendine özgü öykü dünyasını derinleştirdiğini, sağlamlaştırdığını söylemeliyiz yazarın. Yaşamın kıyısındaki insanların savrulmaları, sevgileri, acıları, yalın, sahici bir dille, ustalıkla anlatılıyor.
Yalçın Tosun Yapı Kredi Yayınları arasında yayımlanan Bir Nedene Sunuldum adlı kitabında sarsıcı öyküler yer alıyor. Diliyle anlatımıyla öykücülüğümüzde kendine önemli bir yer açıyor. Öykülerdeki – “Kiraz’ın Kokusu”, “Fesleğenler” ve diğerleri - karakterler uzun süre akıllarda kalacak güçte. Karakterlerin öyküye yakışır kalıcılıkta, etkileyici çizilmesi ne zamandır öyküde göz ardı ediliyordu.
Kerem Işık Iskalı Karnaval adlı kitabıyla bugün yazılan öykünün dışında, cesaretle konumlanıyor. Arayışını farklı bir kurgunun, alışılmadık bir dilin içinde sürdürüyor. Günümüz dünyasına, ülkemizin yaşanan sorunlarına dair toplumsal eleştirilerini de yerleştiriyor öykülerine. Kitap Yapı Kredi Yayınları arasında yayımlandı.
Mehmet Erte Yapı Kredi Yayınları arasında çıkan Arzuda Bir Sapma adlı yeni öykü kitabında da sürdürüyor alışılmadık, çarpıcı öykü dünyasını. Zor okunan, dil yoğun öyküleri ayrıksılığını koruyor. Çok kendine özgü bir okuyucuyu çağırıyor. Farklı bir çizginin öyküleri bugünün öykücülüğünün kıyısında kendine önemli bir yer açıyor.
Şenay Eroğlu Aksoy’un Gece Çığırtkanları geçen yılın mutlaka kaçırılmaması gerekenleri arasında. Düşle gerçek arasında gidip gelen, zaman ve mekân üstü kurgulanmış ama bugünün acılarına, yokluklarına, yoksunluklarına, yaşadığımız çağın ağır yüküne sözü olan öyküler. Yoğun, şiirsel anlatımı, titiz dil işçiliği, sarsıcı imgeleri öyküleri günümüz öyküsünde önemli bir yerde konumlandırıyor.
B. Nihan Eren Kör Pencerede Uyuyan adlı kitabında artık kendi dilini kurmuş usta bir öykücü olarak okuyucunun karşısındadır. Yapı Kredi Yayınları arasında çıkan kitap kurgusundaki, dilindeki özenle, ironisiyle öne çıkıyor. Farkına varmadan geçip giden zamanın içinde kent yaşamı, kaygılar, acılar, sevdalar, evler, doğa… yaşamak için direnen insanlar…
Türker Ayyıldız’ın Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan Şikeste adlı öyküler toplamı da yılın mutlaka anılması gereken iyi kitaplarından biriydi. Coşkulu anlatımı, ayrıntı zenginliği, görselliği de kullanan dili, diyalogları öyküleri etkileyici kılıyor. Toplumun kıyısında kırgın, yoksun ama dayanıklı, bıçkın insanlar.
Bir de Doğan Kitap arasında yayımlanan Güçoburlar adlı ortak kitaptan söz etmek isterim. Aslı Tohumcu ve Kutlukhan Kutlu tarafından hazırlanan kitap biçemleri birbirinden farklı 15 yazarın 15 öyküsüyle diktatörlüğün, despotluğun, tahakküm arzusunun farklı çehrelerinde yolculuğa çağırıyor okuyucusunu.   
Yılın öne çıkan diğer öykü kitaplarını listeleyelim. Hepsine yer vermek mümkün olabilseydi keşke.
Deniz Tarsus – İt Gözü – Can yayınları
Muzaffer Kale – Güneş Sepeti – Can Yayınları
Fergun Özelli – Sarhoş Kapı – Can Yayınları
Fatih Özgüven – Küçük Burun – Metis Yayınları
Berat Alanyalı – Keşiş Örümceği – Bilgi yayınları
Faruk Ulay – Ağ – Notos Kitap
Ömür İklim Demir – Muhtelif Evhamlar Kitabı – Yapı Kredi Yayınları
Kadire Bozkurt – Küçük Dertler – Alakarga Yayınları
Nilüfer Altunkaya – Sevgili Yalnızlık – Alakarga Yayınları
Onur Çalı – Huma Kuşları – Alakarga Yayınları
Alper Beşe – Gecikmeli – Alakarga Yayınları
Billur Şentürk – Mirnanın Elleri – Alakarga Yayınları
İ. Uygar Eskiciyan – Metropol Ninnisi – Alakarga Yayınları
Melisa Kesmez – Bazen Bahar – Sel Yayınları
Özgür Çakır – Yükşehir – Sel Yayınları
Deniz Arslan – Rehavet Havası – İletişim Yayınları
Murat Başekim – Demir Dövme Öyküleri - İletişim Yayınları
Feride Çetin – Duyulur Dünyanın Şarkısı – İletişim Yayınları
Batıkan Köse – Şahsi Düşler ve Onur Kırıcı Gerçekler – İletişim Yayınları
Gökçe Bezirgan – Kulağakaçan – İletişim Yayınları
Sibel Öz – Yokuş Yukarı İstanbul – Notabene Yay.
Tuğba Gürbüz – Lodos Çarpması – Notabene Yay.
Sevtap Ayyıldız – Belleğin Bahar Temizliği – Notabene Yay.
Tunç Kurt – Bay Prada Nasıl Öldürüldü? – Notabene Yay.
Özlem Kiper – Acır mı Mösyö Messıer – Notabene Yay.
Fulya Bayraktar – Yuh – Notabene Yay.
Ayşe Akaltun – Hüzünlü Kadınları Seviniz – Notabene Yay.
Ayşegül Kocabıçak – Dilsiz Annelerin Sessiz Çocukları – Notabene Yay.
Murat Saat – Yoksa Sen Benim En İyi Arkadaşım mısın? – Dedalus
Aykut Ertuğrul – İki Dünyanın Ustası – Dedalus
Arda Erel – İp Cambazı Değil Silahşör – Dedalus
Suzan Bilgen Özgün – Yıldızlara Bakıyor Bazılarımız - Dedalus
Ertuğrul Emin Akgün – Hepimizden Korkuyorum – Dedalus
Banu Özyürek – Bir Günü Bitirme Sanatı – Raskol’un Baltası
Ozan Çınar – Yol Hiç Bitmeyecekmiş Gibi – Raskol’un Baltası
Hande Ortaç -  Üç İki Bir Kayıt – Ayizi Kitap
Ebru Askan – Beni Kim Sevsin – Ayizi Kitap
Arzu Uçar – Dış Kapının Mandalı – Varlık Yay.
Murat Taş – Hikâye Tamircisi – Palto Yay.
Elif Yonat Toğay – Herkes Gibi Herkes Kadar – Bence Kitap
Diydem Deniz Koç – Hayat Irmağının Kıyısında – Bence Kitap
Handan Acar Yıldız – İnatçı Leke – Hece Yay.
Mert Balaban – İşyerlerine Akşam Vakti Çöken Hüzün – Aylak Adam Yay.
Emine Batar – Düğün daveti – Şule Yayınları
Fatma Akdağ – Uslu Yara – Şule Yayınları