Deniz Tarsus - İt Gözü
Kadir Yüksel
Pek el atılmayan, ayrıksı bir yerde duruyordu Deniz Tarsus’un öykü dünyası, dili, anlatımı. Fantastik kurgusuyla, doğaya bakışıyla, oluşturduğu coğrafyayla kendine özgü dünyasını kurmuştu. Kitabın ilk bölümündeki “Od”, “Döl”, “Lut”, “Göç”, “Ser” adlı beş öykü tam bir okuma keyfi sunuyordu. Çok bekletmedi okuyucusunu Deniz Tarsus, bu yılın ikinci yarısında yeni bir öykü kitabıyla çıkageldi: İt Gözü.
Üçüncü öykü kitabı İt Gözü’nde Deniz Tarsus gerek yaslandığı konular, gerekse dili, anlatımı açısından önceki kitaplarından farklı bir yerde konumlanıyor. Önceki kitaplarında kurduğu coğrafyayı, fantastik atmosferi kırıyor, keskin bir toplumsal boyut ekliyor öykülerine. Toplumsal sorunlar, toplum birey çatışması, yokluklar, yoksulluklar, acılar, şiddet öne çıkıyor. İt Gözü’ndeki toplumsal boyutun önceki kitaplarından tamamen ayrı düştüğünü de söyleyemeyiz. Çünkü yaratılan atmosfer, kurgu katmanları, gerçeküstünün öykülerdeki izleri, doğa betimlemelerindeki ayrıntılar, özellikle daha kırsala yakın olanın içinde taşıdığı gizli sıra dışını, kırsalın düşsel olana, masalsı olana yatkınlığını kullanışı öyküleri pek çok yanıyla öncekilere bağlıyor.
Dilde, anlatımda da efsanevi, masalsı, epik olan anlatımına, anlattığı coğrafyaya özgü sözcüklerle, söyleyişlerle açılım sağladığını söylemek gerek. Önceki kitaplarında dilin yalınlığı, kurduğu dünyanın içinde masalsı anlatımı epik olanı getiriyordu. İt Gözü’nde gene öykülerinin dünyasına ilişkin özellikler taşıyan sözcüklerle, söyleyişlerle epik anlatımın gücünü arttırıyor. Üçüncü tekil kişi anlatımında okuyucuyu da öykünün içine çeken, cümleyi soru imiyle ya da soru sözcüğüyle bitiren, kimi kez cümlelerini eksilten, duraksatan, soru sorduran bu söyleyiş önceki kitapların anlatımından ayrılıyor. Sözcük seçiminde de farklılıklar var, Anadolu’ya özgü sözcükleri yerleştiriyor öykülerine; “ısıcacık”, “şımşıkır”, “ötelere yeldirdi”, “zibil”, “gamit”, “ileş”, “börtüdü”… (Ama “Ahanda” sözcüğü iyi durmuyor.)
Önceki kitaplarında olduğu gibi İt Gözü’nde de doğa önemli bir yer tutuyor Deniz Tarsus’un öykülerinde. Doğanın bütün hallerini sözcüklerle yeniden kurma, anlatma isteği neredeyse bütün öykülere doğa betimlemesiyle başlanmasını beraberinde getiriyor. Ardından öykülerin içine de yerleşiyor doğa. İnsanlar, hayvanlar doğayla olan mücadelesiyle anlatılıyorlar. Madenlerle, ormanlarla, depremlerle, denizlerle, dağlarla karşımıza çıkıyor doğa.
Toplumsal bakış açısı doğanın anlatımından ayrı yerde durmuyor. İnsanoğlu madende, dağda, denizde, depremde doğayla didişmenin sancısını, sıkıntısını, acısını, yıkımını yaşıyor.
Doğa betimlemelerinde alışık olmadığımız türde, öykünün atmosferiyle örtüşen benzetmelere yer veriyor. Dağın puslu havası çalkama ayran kadar ağır oluyor, karanlıklar katran bataklıklar gibi oturuyor, rüzgâr uğuldayıp çalı çırpıyı önüne katınca envai çeşit yaratık ortaya çıkıyor, çiğ gürbüz otların üzerinde işveli işveli oturuyor…
Kitap iki ana bölümden oluşuyor: Hadım Serisi ve Şüphe Serisi. İlk bölümün üç öyküsünde toplumun giderek diriliğini yitirdiğini, çürüdüğünü ya da daha doğru bir söyleyişle, çürütüldüğünü, içten içe kemirilip toplum olma dinamiklerinin yok edildiğini okuyoruz. Bu toplumun hadım edilmesi durumudur.
İlk bölümün öyküleri daha kalabalık kadrolu, geniş bir öykü alanına yayılmış, toplumcu bakışı da barındıran öyküler. “Can Kuşu” adlı ilk öyküde sonu felaketle biten bir maden kazasını okuruz. Madene girenler her şeyi göze alarak girerler, daha önce defalarca yaşanan felaketleri bile bile inerler yerin altına, kaçak da olsa çalışırlar dağın içinde, hatta her ne kadar nasihat de etseler kendilerinden sonraki kuşakları, çocuklarını da gönderirler, itiraz etmeden dağın ölümü çağırmasına. Bir yıl içinde meydana gelen maden facialarını düşününce öykünün güncelin tuzağına düşeceğini, duygulardan arınamayacağını düşünenler yanılacaklar, çünkü o faciaların acılarıyla yazılsa da uzak açısını, eleştirelliğini koruyor öykü ve öncelikle iyi bir öykü olmayı başarıyor. Eğer güncel olan, yaşadığımız onca ortak acı, öncelikle öykü olmayı başararak anlatılabilirse neden itiraz edilsin ki?
İlk bölümün ikinci öyküsü “Çakır” devletin bile haritalarda işaretlemediği, kayıtlara geçirmediği bir köyde geçiyor. Köyü ele geçirenler, köylülerin yerlerine geçerler. Kimse anlamaz. Çakır’ın Naime Kadın’a kocasının aslında kocası olmadığını anlatması da bir işe yaramaz. Naime Kadın’ın da, köylülerin de yaşamlarına itiraz edecek, alışkanlıklarını değiştirecek gücü yoktur. Üçüncü öykü “Mengü” kitabın en sevdiğim öyküsü oldu. Bir maden ocağı açılmasının ve sonrasındaki gelişmelerin öyküsüdür “Mengü”. Öykü gerçeküstü öğelerle, köylülerin değişimleriyle ilerler. Bu değişimin sonucunda acımasızlık, şiddet yerini alacaktır.
Kitabın ikinci bölümü “Şüphe Serisi”nin beş öyküsü de şüpheden besleniyor. Yazarın ikinci bölümün öykülerinde bireye, az sayıda öykü kahramanına yöneldiğini, öykü alanının, coğrafyanın daraldığını görüyoruz. Toplumsal bakış açısı sürmektedir ama daha çok bireye, toplumla çatışan bireye odaklanır.
“Vefa”da yeni evli Vefa’nın şüphesi dedikodularla alevlenir. “Haşmet’in Ölüm Adı” öleceğini bilen Haşmet’in çocukluğundan başlayarak geçmişiyle hesaplaşmasını, yaptıklarını sorgulamasını ele alan bir öykü. “Civan” adlı öyküde depremde dağda koruduğu Ayşe’ye kötülük yaptı şüphesiyle öldürülür Civan. “Âdem” de bir türlü çocukları olmayan çiftin derman bulmak için şehre gidişleri anlatılır. Yolda tanıdık birilerine rastlamaktan korkarlar. Sonunda korktukları başlarına gelir köyün belalılarından biri görecektir çifti. “Yılkı” da babasının kötü davranışlarıyla yaşamdan kopan, inat uğruna ömrünü heba eden Rıza’nın acı sonunu okuruz.
Tarsus öykü dünyasını bilinçle oluşturuyor, yeniliyor, yeni katmanlar ekliyor, bir arayış ya da savruluş değil bu. Öykü veriminin bütününe bakılması gerekiyor. Görülecek olan, bütün katmanlarının oluşturduğu çok özgün bir öykü sesi, öykü coğrafyasıdır. Bu özgün öykü dünyasının her zaman yeni şeyler katarak kendine ait yerini sağlamlaştıracağını düşünüyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder