17 Ağustos 2014 Pazar

Ruh Yaralarını Edebiyat Sarar - Fay Boşluğu Üzerine - Aydınlık Kitap


1-Fay Boşluğu kitabı edebiyatımızda önemli birçok yazarın deprem ile ilgili öykülerinin derlenmesi ile oluştu, bu fikir nereden doğdu?
Öncelikle ben doğma büyüme İzmit’liyim. 1999 yılındaki büyük Gölcük depreminde de İzmit’teydim. Depremin tam içindeydim. Çok şey yaşandı, bugün bile gözümün önünden gitmeyen şeylere tanıklık ettim. Çok zor günlerdi. O zamanlar yayımladığım bir öykü dergisi vardı: Üçüncü Öyküler. Dergide bir deprem özel sayısı yapmak için depremi yaşayanlardan öykü yazmalarını istedim. Elbette çok zordu o kötü günlere tanıklık etmiş yazar dostlarımın öykü yazmaları. Gene de yazılabilen öykülerle bir özel sayı oluşturduk. O günden sonra okuduğum deprem öykülerini bir kenara not almaya başladım. Birkaç yıl sonra da böyle bir derleme hazırlamaya giriştim. Boynumda bir borç gibi asılı duruyordu bu derleme.

2-Büyük bir tarama ve eleme süreci gerçekleşti elbette öyküleri belirlerken, bu süreci biraz anlatabilir misiniz?
İki yıla yakın bir sürede ulaşabildiğim bütün öykü kitaplarını taradım. Şöyle söyleyeyim, Samipaşazade Sezai’nin öykülerinden bugüne kadar yayımlanan öykü kitaplarının listesini aldım önüme ve çoğuna ulaştım. Eski TDK’nın öykü özel sayısında ve Adam Öykü’nün ilk sayılarından birinde yer alan öykü kitapları listelerine farklı kitaplardan edindiğim yazar adları ve kitapları da ekleniyordu. Sahaf sahaf dolaştım İstanbul’da, edebiyatçı dostlarımın kitaplıklarına daldım. Üniversite kitaplıklarından soruşturdum. Aslında bir yanıyla deprem öyküleri ararken bir yanıyla da öykücülüğümüzün tarihsel gelişimi tarıyordum. Çok şey kazandırdı bana.
            Bir de ülkemizde gerçekleşen depremlerin listelerini çıkardım. Özellikle yıkıma yol açan büyük depremleri sıraladım. O tarihlerde ve hemen ertesi yıllarda yayımlanan öykü kitaplarını daha bir dikkatli inceledim. Bu da doğru bir yöntemdi, çünkü o dönemlerde öyküler yazıldığını gördüm. Özellikle 1999 depremi sonrasında daha önceki yıllarda yazılanlardan daha çok deprem öyküsü yazıldığını söyleyebilirim.
            Bu derleme elbette bulduğum bütün öyküleri içermiyor. Altmışa yakın öykünün içinden seçtiğim yirmi sekiz öykü yer alıyor. Öyküler ardı ardına okunduğunda, öncesiyle, sarsıntısıyla, sonrasıyla, tortularıyla depremin bütün aşamalarının görülebilmesini istedim. Öyküleri böyle bir anlayışla dizdim. Şunu mutlaka belirtmek isterim. Sait Faik’in bir öyküsü vardı ve yeni yayımcısının ilgisizliği nedeniyle izin almakta güçlük yaşadık, öyküye yer veremedik. Çok istememe karşın yer veremediğim böyle birkaç öykü oldu.

3- Edebiyatımızın deprem vb felaketlere yaklaşımı genel olarak nasıl tanımlarsınız?
Her yanı fay hatlarıyla çevrili bir ülke için edebiyatımızın depreme yaklaşımının eksik olduğunu düşünüyorum. Özellikle 1999 depremine kadar bu böyle. 1999 depreminden sonra özellikle genç yazarların öykülerinde, romanlarında depreme yer verdiğini görüyoruz. Bunun nedeni bence 1999 depreminin yarattığı etkidir. Özellikle 1999 depremini televizyonlardan naklen seyretti tüm ülke, bir de o dönemde oluşan toplumsal dayanışma çok etkileyiciydi.
Bana ilginç gelen toplumcu düşüncedeki yazarlarımızın depremin yaşattıklarını edebiyata, özellikle öyküye çok az yansıtmaları… 1950 Kuşağı öykücüleri için de söyleyebiliriz aynı şeyi. Bunun bir eleştiri olarak algılanmamasını isterim, bu sadece bir saptama.

4- Bu türden felaketler sonrasında yaraların sarılmasında edebiyatın payına düşen nedir?
Edebiyat maddi yaraların sarılmasına yarar mı, bilmiyorum? Ama depremin ruhlarımızda açtığı yaralara etkili olacağını düşünüyorum. Ruh yaralarını edebiyat sarar. Çünkü 1999 depreminde tam içinde yaşadığımda gördüm ki, deprem sonrası ruhlarda oluşan yıkımlar da, maddi yıkımlar kadar acı veriyor. Edebiyat, ruhlarımızdaki çöküntüyü, temelin değil insanın çürüğünü anlatabilmek için önemli. İnsanın çürüğüne, insandaki çöküntüye karşı bilincimizi geliştirmemiz için önemli. Yaşanan bütün acıları paylaşabilmek ve çağına tanıklık edebilmek için önemli…

5-Kitabın telif hakkının bir kısmı Akut'a bağışlanıyor, bu nasıl oldu, neden böyle bir şeye karar verdiniz?
AKUT neredeyse 1999 depremiyle özdeşleşmiş bir kuruluş. O acı günlerin içinde yaşamış kiminle konuşursanız konuşun AKUT’tan ve yabancı kurtarma ekiplerinden söz edecektir. Ticari bir kaygıdan daha çok bir sorumluluk düşüncesiyle hazırladık bu derlemeyi. Bu sorumluluk düşüncemizi toplumda da kabul görmüş, depremle bütünleşmiş bir kuruluşla paylaşmak istedik. Bunu yazarlarımızla paylaştık ve hepsinden olumlu yanıt aldık. Bu da yazarlarımızın depremin acılarını paylaşmaya bir katkısıdır.



6-Kitapta yazarlardan deprem öyküleri okuyoruz, peki deprem sizin için ne ifade ediyor?

            Ne yazık ki ülkemiz deprem gerçeğini bir türlü kavrayıp çözemiyor. Gerekli önlemleri almış gibi görünüyoruz ama deprem olup bittikten bir süre sonra unutuyoruz ve bir sonraki depreme kadar gene aynı hataları yapıyoruz. Gene imara açılmayacak yerleri imara açıyoruz, gene binalarımızı sağlam yapmıyoruz, gene bir kat fazla çıkmanın hesaplarını yapıyoruz, gene denetimi aksatıyoruz, gene denizleri dolduruyoruz… Örneğin bir İstanbul depreminden söz ediliyor, ne kadar hazırlıklıyız böyle bir depreme. Eğer bilim adamlarının söyledikleri gibi bir deprem gerçekleşirse… Doğrusu, düşünmek bile istemiyorum yaşanacak acıları… Kitabın giriş yazısında da sözünü etmiştim; beni en çok irkilten söz “depremle yaşamaya alışmalıyız” sözü. Ne kadar alışkanlıklar canlısıyız. Neye alışacağız? Depreme! Faya! Binanın çürüğünü, kaçak katları, yapılmayan denetimleri, vurgunları bir kenara atalım ve depreme alışalım, öyle mi? Her şeyi tevekkülle karşılayalım, 7.4 yetmedi mi diye soralım, kılımızı bile kıpırdatmadan, çare düşünmeden alışalım yeter ki. İnsanın çürüğünü sorgulamayalım ama depreme alışalım, ne güzel? Peki, ruhlarımızdaki depreme alışmanın kolay olduğunu mu sanıyorsunuz? Deprem olağan seyrinde ilerleyen bir doğa olayıdır, doğa olayı olarak öldürücü değildir. Depremi korkunç hale getiren, öldürücü kılan ne yazık ki insanlardır.  


14 Ağustos 2014 Perşembe

Sahaftan 8 - Behiç Duygulu



Gölgede Gezintiler

            1970’de Yeditepe Yayınları arasında yayımlanır Gölgede Gezintiler. Behiç Duygulu’ nun üçüncü öykü kitabıdır. Daha öncesinde gene aynı yayınevinden yayımlanan Ağlama N’olur (1961) ve Sırtlan Bayırı (1963) adlı öykü kitapları yayımlanmıştır. 1933 yılında İzmir’in Ödemiş ilçesinde doğan Behiç Duygulu zor yaşam koşullarının ardından genç sayılabilecek bir yaşta İstanbul’da yaşamını yitirir (1985). Basıma hazırladığı, Elmalar Kızarırken adını verdiği kitabını yayımlayamaz.
            Uzun yıllar Ödemiş’te kitapçılık yaparak yaşamını sürdürür Behiç Duygulu. Bir kaza sonucu, trajik bir biçimde eşini yitirmesinin ardından, 1975 yılında İstanbul’a yerleşir. Zor yaşam koşulları burada da peşini bırakmaz. Yayınevlerinde, kitap dağıtım şirketlerinde çalışır. Yeniden evlenir, yayıncılığa girişir. 1985 yılında, daha yeni kurduğu yayınevinin kitaplarını dağıtamadan, aniden hayata veda eder. On yıl boyunca yazıdaki üretkenliğinin azaldığını görüyoruz. Seksenli yılların baskısı, insanları sindirmesi onu da yazıdan uzaklaştırmış mıdır, bilinmez? Ama o kötü döneme daha fazla dayanamadığını düşündürüyor bana.  Yayınlayamadığı kitabındaki öykülere, onun anısına Necati Güngör’ün hazırladığı Behiç Duygulu “Öyküler” adlı kitapta yer verilir.
            Sağlığında yayımlanan üç kitabını ve Necati Güngör’ün hazırladığı Behiç Duygulu kitabını edinip okumuşum. Yıllardır hep içimde bir yerlerde durur o incelikli öyküler. Behiç Duygulu üzerine yazılanlardan okuduğum kadarıyla soyadına da yaraşır biçimde beyefendi, zarif yaradılışlı bir insan olduğunu düşünüyorum. Tahir Alangu, “Hikâyeyi, kendi hayatıyla birlikte, kendi çıkarına yaşıyordu.” diye yazmış 1964 Varlık Yıllığında. Öykülerinde göreceğiniz zarif anlatımı, kendi atmosferini kurmaktaki ayrıntılarını yaşamından süzdüğünü anlayıveriyorsunuz. Dönemin gerçekçilik anlayışının içindedir ama kuru bir gerçekçilik anlayışı değildir bu. İnsan hallerinin, yalnızlıkların, yaşamları sıkışmış kasaba insanlarının, doğanın sesine kulak verenlerin öykücüsüdür Behiç Duygulu. Yüksek sesle anlatmaz hiç, en trajik, iç burkan durumları bile kendi atmosferini koruyarak, doğa koşullarıyla, insanın bilinemez halleriyle yoğurarak anlatır.
            Gölgede Gezintiler on bir öyküden oluşuyor. “Çıngıraklar” öyküsünde doğanın sesini duyurur. Sadece bu öyküde değil bütün öykülerde duyarsınız doğanın sesini, çok yerli yerinde, incelikli bir doğa anlatımı, betimlemesi yer alır. “İncir Çuvalları” öyküsünde çiftçilikten sıkılan, bunalan Kemal’in dünyasına, doğanın içinde eşiyle geçirdiği bir güne tanık oluruz. Öykünün bitişi de ustalıklıdır, ucu açık bırakılmıştır öykünün: “Toprak kokusu, incir kokusu ve kocasının kokusu… Gözlerini gökyüzüne kapadı. “Mutluyum” diye geçirdi içinden. “Mutluyum, mutluyum, mutluyum.” Bunu kaç bin kez söylemesi gerektiğini düşündü, bulamadı.” “Ayva İle İlan-ı Aşk” öyküsünde ilerici bir partinin ilçe başkanı Vasıf Bey’le tanışırız. “Park” öyküsünde akşamüzerleri kameriyeli bir parka çıkarız yazarla birlikte. “Bekâr Odası”nda bir eş özlemini duyumsarız şiirsel bir dille, atmosferi kuruveren ayrıntılarla. “Gölgede Gezintiler” adlı öykü iki bölüme ayrılmış. İkinci bölüm öncekinin devamı gibi ama ayrı bir öykü aynı zamanda. Hikâyecinin ressam kadına olan gizli gönül bağı, sevgisi, karşılıklı sanatı edebiyatı konuşmaları…

            Behiç Duygulu’nun, öyküleriyle yeniden kitaplığımızdaki yerini alması gerektiğini düşündüm hep. Güzel öyküler yazıp aramızdan ayrılan, sonra da unutulup giden, bütün içtenliğiyle, kendisine bir çıkar beklemeksizin yazan, edebiyatımızı varsıllaştıran pek çok öykücümüz gibi. Bir ‘unutulmuş öykücüler antolojisi’ yapmak… Bilmem ki…   

Fuat Sevimay - Ara Nağme



Ara Nağme

            Dergilerdeki öyküleriyle tanıdığımız Fuat Sevimay’ın ilk öykü kitabı Ara Nağme Aylak Adam Yayınları arasında yayımlandı. 2011 yılında yayımlanan Aynalı ve bu yılın başında yayımlanan Anarşık adlı iki romanı var Fuat Sevimay’ın. Romanın ardından gelen bir öykü kitabı Ara Nağme. Hep karşılaşılanın aksine öykü kitabından romana değil, romandan öykü kitabına doğru bir yolculuk. Arka arkaya çevirilerinin de yayımlandığını görüyoruz. Yazma coşkusunu okuyucusuna da iletebilen bir yanı var öykülerinin, romanlarının, çevirilerinin.
            Ara Nağme farklı konuların ele alındığı, bazı öykülerde alışılmışın dışında kurguların, öyküye göre değişik anlatım biçimlerinin denendiği bir ilk öykü kitabı. Öykülerinde ele aldığı olaylar ve öykü kişileri bakımından geniş bir yelpazesi var Fuat Sevimay’ın. Mahallenin bıçkın delikanlıları da var öykülerde, İsa ve Havarileri de… Marco’yla gezgin olurken, genç yaşta ölen bir lise öğrencisinin ilk aşkını, Cin Ali’nin sevdası uğruna adam öldürmesini okuyoruz. Öykü mekânlarının çoğu kentlerin arka mahalleri diyebiliriz. Mekânlar da çeşitlilik gösteriyor aslında; kentsel dönüşümün mahallelerinden, taşraya, mahpushaneye, tren istasyonuna, Kapalıçarşı’dan şehir hatları vapuruna kadar… Bu çeşitlilik bir yanıyla da değişik anlatım biçimlerini denemekte yardımcı oluyor yazara.
            Kitabın ilk öyküsü “Deli Babam Ölmüş”, deli babasını hiç tanımamış bir kızın karakolda babasının öldüğünü öğrenmesini anlatıyor. Babasını tanıyıp kimliğini belirleyense deli arkadaşı Ziya’dır. “Evlat”, “ağzı yüzü eğri büğrü” doğan, doğduğu zaman annesini yitiren, kendisini öylece bırakıp kaçan babasını hiç tanımayan bir kadının zor koşullardaki yaşamının öyküsüdür. Öykünün dili tüm toplumu sorgulayan bir yapıya dönüşerek ‘siz’ anlatımıyla kurulmuş. “Çiğ Börek” istasyonda anasının yaptığı börekleri satan Bayram’ın bir bayram günü hayallerinin, anasının emeklerinin çalınmasının öyküsüdür. Kitaba adını da veren, kitabın en iyi öykülerinden biri olduğunu düşündüğüm “Ara Nağme” adlı öykü mahallesinden çıkarılıp başka yerlere yerleştirilmek istenen, kentsel dönüşümle yaşamları değişecek olan insanların sıkıntısını, çaresizliğini anlatıyor. Babako’nun kemanıyla hüzzamdan başlayan kabullenişin, çaresizliğin şarkıları, giderek tüm mahalleye yayılan ‘has şopar havası’yla ‘gerdan kıvırmanın’ haykırışına, isyanına dönüşüyor. “Başsağlığı” ise mizaha da yaslanan bir yanlış anlamanın öyküsü.
            Ardı ardına gelen üç öykü “Havariler”, “Marco” ve “Sen Bana Kapalı Çarşı” kitaptaki diğer öykülerden farklı bir yerde duruyorlar. Bu üç öykü ayrı bir bölüm olarak yer alabilir miydi? Ya da bir ‘ara’ bölüm gibi. Üç öykü de konularını tarihten, söylencelerden alıyor. Anlatım biçimleriyle de diğer öykülerden ayrılıyorlar. “Havariler” İsa ve havarilerinin son akşam yemeğine farklı bir bakışı içeriyor. “Marco” bir gezginin, kervanın öyküsü. “Sen Bana Kapalı Çarşı” adlı öykü ismini Sezai Karakoç’un bir dizesinden alıyor. Tarihsel arka planıyla kapalı çarşıyı anlatıyor.
            “Torakçı” ve “Faroz” adlı öyküler de insanın kendini, yaşamı sorguladığı daha kapalı biçimde öyküler. Kitabın ilk öykülerinden ayrı bir anlatımı var. Fuat Sevimay bu öykülerde de kendine özgü yalın anlatımını korumakla birlikte şiirselliğe de yaslanıyor. “Şiş ve Fiş” öyküsüyle “Cin Ali” öyküsü iç içe geçmiş öyküler. Fırfır Hanım’ın yavuklusu Cin Ali, Fırfır’ın koynuna aldığı Fedai’yi tam kalbinden şişleyerek öldürür. Sonrasında sevdası uğruna adam öldüren, mahpus damındaki Cin Ali’yi okuruz. “Emel’i Beklerken” seksen darbesinin öncesinde, kurşunlanan bir çay bahçesinde hayatını yitiren liseli gencin ağzından anlatılan bir öykü. Liseli genç ölü, ilk aşkı Emel’i, vurulmasını ve sonrasını anlatıyor okuyucuya. Kitabın son öyküsü gerek ismiyle, gerek kurgusuyla, gerekse anlatımıyla kitabın en ayrıksı öyküsü diyebilirim: “Vapurdaki Okur, 77 Sayfalık Kitap, Yazmaya Yeltenen Kefal ve Balıkçıya Yancı Olan Kahraman” Bir şehir hatları vapurunun yolcuları, yazar ve iskele kenarında balık tutmaya çalışan öykü kahramanı.
            Coşkulu, hareketli, dilin tempolu kullanıldığı bir anlatımı var Fuat Sevimay’ın. Sözcük oyunlarına başvurmayan, söyleyişi olabildiğince akıcı kılan yalın bir dil anlayışı. Sözcük seçimini bir iki yerde yadırgadığımı söylemeliyim gene de. Akıcı, tempolu giden bir anlatıda “gayri ihtiyari”yle karşılaşınca ‘ister istemez’ yadırgıyorum. Dil tercihiniz o yönde olursa elbette bu olağan karşılanabilir, ama bu öykülerde pek olağan durmuyor.

            Fuat Sevimay ilk öykü kitabıyla, öykü üzerine düşündüğünü, denemekten çekinmediğini, farklı kurgulamalardan kendine özgü öykülemeler çıkardığını gösteriyor.