Akrep adlı oyundan |
12
EYLÜL VE TİYATROMUZ
Önce tiyatromuzun değerli bir ustasının
özyaşamöyküsünde anlattıklarını özetlemeye çalışalım:
12 Eylül cuntasının başa geçip sahte
barış, sahte Atatürkçülükle yutturmaya çalıştığı baskı ve kıyım ortamının en
yoğun yaşandığı günlerde ustamız her günkü gibi tiyatrosuna, Harbiye’ye gider.
Tiyatro pusludur, alacakaranlık her yanda… İdareye çağırılır. Önüne bir kâğıt
uzatılır. Güler. İmzalaması neredeyse emredilir. Gülerek imzalar ve çıkıp
gider. Beş yıl uzak kalacaktır yıllarını verdiği, çok sevdiği tiyatrosundan. O
andan itibaren işsizdir. Evde yeni doğmuş bir erkek çocuk, kızı ve eşi onu
beklemektedir. Ev kirası, süt, ekmek parası gerekecektir. Yıllarca çocuklarına
istediklerini alamaz, bazen ev kirasını bile ödeyemez. Ama savaşıma devam eder.
Üç beş kuruş kazandığı radyodan da uzaklaştırılır. Radyo müdürü baskılara
dayanamadığını söyler, ‘meslektaşlarınıza dikkat edin’ der. Radyo ve
seslendirme işi dostlarının(!) sayesinde kesilir. Tiyatrolarda dekor boyamaya,
amatör gruplara ders vermeye, korkmayan bir arkadaşını bulursa reji yapmaya
başlar. Bazen ailece aç kalırlar, ev sahipleri birkaç defa kapılarına dayanır.
Sağlığı bozulur. Tek olan böbreği de teklemeye başlar. Beş yıl sonra konuk
sanatçı olarak döner tiyatrosuna. Bir yıl sonra da eski kadrosuna kavuşur. Ama
sağlığı çok bozulmuştur. Üç yıl sonra böbrek ve kalp yetmezliğinden… (1)
Oben Güney |
Oben Güney’dir ustamızın adı. 12
Eylül cuntasının çıkardığı 1402 sayılı yasayla görevlerinden uzaklaştırılan
sanatçılardan biri. Çektiği sıkıntıların, hastalanmasının, erkenden sonsuzluğa
göçmesinin hesabını verebilecek olan var mı? Peki, en verimli çağında tiyatromuzun
onun bilgisinden mahrum kalmasının suçlusu kim? Cunta elbette, ama cuntayla
birlikte, onu yolda gördüğünde yolunu değiştiren dostlarının(!) hiç mi suçu
yok? Şimdi biz 12 Eylül ve tiyatromuzu yazarken tiyatronun 12 Eylül’ü yeterince
ele almadığını, tartışmadığını söyleyeceğiz, peki, “insan” kalınabildi mi o
dönemde? Çağının tanığı olunabildi mi? Olmaya çalışanlar sıkıntıları,
işkenceleri, sağlıklarını kaybetmeyi göze alabilenlerdi. Bu yaşadığımız günler
aynı derecede sorumluluğu, “insan” kalabilmeyi gerektirmiyor mu? Bence 12
Eylül’ün baskıcı günlerinden çok daha fazla gerektiriyor.
Bir başka ustanın, 12 Eylül’de
İ.B.Ş.T’nin Genel Sanat Yönetmenliği’nden uzaklaştırılan Hayati Asilyazıcı’nın
“Türk Tiyatrosu ve Münir Özkul” adlı yazısından bir bölüm okuyalım şimdi de:
“12
Eylül 1980 darbesi gerçekleşti. Belediye Başkanlığı’na aşırı sağcı Akansel adlı
paşa getirildi. Ekim’de Şehir Tiyatroları’nda oynanması için “Kanlı Nigar”
provaları alındı. Belediyeden Akansel’in gönderdiği iki subay, provalardan
birini izlemek için Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’na geldi. Provayı izlemek
istediklerini Münir Özkul’a söylediler. Bu bir sahne provası değildi, Münir’i
sıkıntı basmıştı. Bir süre sonra subaylardan biri, “paşam da paşam” tümcesinin
oyundan çıkarılmasını istedi. Münir Özkul’un tepesi attı: “ Siz izin almadan
benim yatak odama (çalışma odası) hangi cüretle giriyorsunuz? Ben provayı
kesiyorum ve bu oyunu oynamayacağım” dedi. Gerçekten de Münir Özkul provayı
yarıda kesti ve istifa dilekçesini yazıp tiyatrodan ayrıldı. 12 Eylül darbesine
tepki göstererek istifa eden tek sanatçı oldu. Ben ve on dört arkadaşım ise
antidemokratik yasalar ile tiyatrodan uzaklaştırıldık...” (2)
1402 sayılı yasayla görevlerinden
uzaklaştırılanların arasında şehir tiyatrolarından kırka yakın sanatçı vardır.
Bugün tiyatromuzun yüz akı olan oyunlara imza atan yönetmenler, oyuncular o
dönemde işlerinden uzaklaştırılmış, sıkıntılar içinde yaşamaya mahkûm
edilmişlerdir. Hayati Asilyazıcı görevden alındıktan sonra Vasfi Rıza Zobu
‘müfettiş’ olarak sanat yönetmenliği görevine getirilmiş ve cuntanın isteğine
karşı koymayarak kırka yakın meslektaşının ismini vermiştir. Oynanan oyunlar
kaldırılmış, yönetim yapısı değiştirilmiş, her oyun denetime tabi tutulmuştur.
Devlet Tiyatrolarında ise Cüneyt Gökçer’in sanatçı kişiliğini koruyarak sorumlu
davrandığı, listenin en başına kendi ismini yazarak cuntanın istediği listeyi
vermediği söylenir. 12 Eylül’den önce Devlet Tiyatroları Genel Müdürü olan
Ergin Orbey cuntacılar tarafından görevden alınır ve yerine apar topar Cüneyt
Gökçer getirilir. İlk iş olarak Bertolt Brecht’in oyunu olan Arturo Ui’nin Yükselişi’ni yasaklılar
arasına alır ve yönetmeni Yücel Erten’in sözleşmesini fesheder. Bazı yönetici
ve oyunculara geçici uzaklaştırma cezası verilir. Eski genel müdür Ergin Orbey
daha açılmamış Adana Devlet Tiyatrosu’na atanır.
Daha prova aşamasında yasaklanan oyunlar, provaları
seyreden askerler, sansür, yakılan, yıkılan tiyatro binaları, tiyatrolarından
atılan oyuncular, yönetmenler, yazdıkları oyunlar yüzünden sakıncalı olanlar,
sürülenler, zorunlu sürgünler…
Vasıf Öngören |
Vasıf Öngören, 1970’li yıllarda
tiyatromuzun en verimli insanlarından biriydi. Gerek oyunlarıyla, gerek sahne
üstündeki emeğiyle… Sakıncalıydı ama… 70 cuntasında tutuklanmış, hapis
yatmıştı. 1980’de yurtdışına gider Vasıf Öngören. Almanya’ya. Turistik bir gezi
değildir bu, bir zorunlu sürgündür. Almanya’da da tiyatroyla iç içe olur. Ama
1984’te, 46 yaşında, gencecikken ölür… Bence Vasıf Öngören’i öldüren sadece
kalp krizi değildir, krizi tetikleyen 12 Eylül’dür.
Oktay Arayıcı |
Oktay Arayıcı da 70’lerin verimli
yazarlarındandır. Toplumcu düşünceye sahip, epik tiyatroyu benimseyen,
geleneksel tiyatromuzun öğelerini çağdaş tiyatroyla buluşturabilen önemli oyun
yazarlarımızdan biri. 1981 yılında TRT’deki görevinden uzaklaştırılır.
Baskılara dayanamaz ve istifa eder. Zor günler yaşar. Tiyatroyla yaşamaya
çalışır ama oyunlarının oynanması, tiyatroya tutunması çok zordur o dönemde.
Tüm tiyatrolar kıyım yaşamaktadır. 1982 de AST, Rumuz Goncagül’ü oynar. Sıkıntılar içindedir Oktay Arayıcı. 1985’te
rahatsızlanarak yaşamını yitirir.
Tuncer Cücenoğlu’nun 1983’te
sakıncalı personel olarak görevine son verilir ve sürgüne gönderilir. İstifa
eder Cücenoğlu ve zorlu günler başlar. Oyun yazarlarımız en verimli çağlarında
baskıyla, kovuşturmayla, sürgünle karşı karşıya kalmışlardır. İşlerinden
olmuşlar zor yaşam koşullarıyla karşı karşıya bırakılmışlar, yalnızlaştırılmışlardır.
Söyleyeceklerini farklı yollardan söylemeye çalışmışlardır. Kimi zaman
tarihsele yönelmişler, kimi zaman başka ülkeleri anlatmışlardır. Örneğin,
Tuncer Cücenoğlu, işkenceyi anlatabilmek için Çıkmaz Sokak oyununun mekânını Yunanistan’a, zamanını da Albaylar
Cuntası dönemine taşımıştır. Turgut Özakman, 1980 anayasasını eleştirmek için
tarihe geri döner. Resimli Osmanlı Tarihi
oyununda Osmanlı’nın anayasa tarihini kullanır. Dolaylı da olsa sözünü söylemek
için farklı yollar bulur.
Bakın, Türk tiyatrosunun önemli yazarlarından biri
olan Orhan Asena, Yıldız Yargılaması oyunu
için yazdığı önsözde ne diyor: “Ben Yıldız
Yargılaması adlı oyunumu 1981’de, Mithat
Paşa’nın yüzüncü ölüm yılında yazarken yine olağanüstü bir dönemden geçiyorduk.
İşkence yine gündemdeydi. Hapishaneler tıklım tıklım, sanki yüz yıl geçmemiş
aradan. Birden konumun gerisinde asıl dramı, evrensel dramı gördüm. Zorba bir
yönetimde işlenmemiş bir cinayet bahane kılınarak, adalet mekanizmasına nasıl
bir cinayet işletilir, bu dramı gördüm.”(3)
***
12 Eylül çok sert bir kırılmadır. Bu
kırılmanın açtığı yaraların kapandığını, onarıldığını söylemek bir yana,
giderek derinleştiğini, kangren olduğunu söyleyebiliriz. Hatta bugün için 12
Eylül’ün çok daha ötesine geçildiğini düşünüyorum. Bugünkü sivil baskı ortamı,
12 Eylül’ün yerleştirdiklerinin artık 12 Eylül’ün cuntacılığını bile aşacak
konuma gelmesinin göstergesi. Basına, medyaya yapılan baskı, susturma… Sanata
ve sanatçıya yapılan baskılama, susturma ‘ileri demokrasi’mizin de ilerisinde.
Heykellerin yıkılmasından tutun da dünya çapında bir piyanistimizin ülkesini
terk edecek duruma getirilmesi, kendini bilmez popüler kültür insanlarının
televizyon aracılığıyla baş tacı edilmesi gibi pek çok örnek sıralanabilir.
Tiyatro özelinde söylersek, tiyatromuz temellerinden sarsılmaya çalışılıyor
diyebiliriz. Devlet Tiyatroları’nın, Şehir Tiyatroları’nın özerkleştirilmesini,
sağlıklı bir yapıya kavuşturulmasını tartışmak dururken özelleştirilmesini
tartışmak pek de iyi niyetli bir çalışma gibi durmuyor. Hele bütün tartışmalar
tiyatro insanlarının ahlak anlayışları üzerinden, yaşama bakışları, aldıkları
maaş üzerinden, kendilerinin ne kadar ideolojik olduğunu göremeden ‘ideolojik,
ideolojik’ naraları atanlar tarafından yürütülünce insan iyice kuşkulanıyor.
Bütün bir Türk oyun yazarlığını, yazılmış sayısız iyi oyunu bir kenara atıp
‘Necip Fazıl’dan başka yazar tanımam’ durumuna getirmek insanı iyice
işkillendiriyor art niyetler konusunda.
Bugün yaşanan toplumsal
sağlıksızlığın baş sorumlusu 12 Eylül’ün topluma yerleştirdikleridir.
Değerlerin bu derece ters yüz olması, değersizleşme, kültürsüzleşme, hatta
kültüre ve bilime düşman olma, gündelik yaşamımızda bile cehalete saplanma,
nezakete alaysı gözle bakma, şiddetin yaşamın en küçük alanlarına bile
yayılması… Cahilleşme… Üniversitelerin artık bilim yuvası olmaktan çıkması…
Kültürel emperyalizmin bizi kendi değerlerimizden koparışı. Dilimizin giderek
kirlenmesi, yamalı bohçaya döndürülmesi. Bilimsel olana, kültüre sırt çevirerek
çöküşe doğru sürüklenen bir toplum. Yoksullaşma, gelir dağılımındaki büyük
uçurum, pembe tablolara rağmen ezmeye devam eden bir ekonomi, dış borç, cari
açık, tuhaf bir ‘milli gelir’. Bir türlü tam anlamıyla kazanılamayan işçi,
memur hakları. Yitirilen örgütlenme hakkı. İnsanların bireysel tepkisizliği.
İşsizlik. Geleceğe güvensizlik. Giderek artan gericilik. Ilımlı İslam devleti
alıştırmaları. Küreselleşme adı altında yeni sömürgeciliğin dümen suyuna
girişimiz. Özelleştirme adı altında çökertme tasarıları. Her geçen gün daha çok
kaşınan mezhep, etnik köken ayrımları, bunun getirdiği şiddet ortamı. Sivas
yangını. Ülkemizin doğusunda yaşananlar, her gün gelen acı haberler. Ve gelip
dayandığımız nokta tam bir akıl tutulması.
***
Hürriyet Yaşar, 12 Eylül öykülerini
derlediği Bir Tersine Yürüyüş adlı
antolojisinin önsözünde şöyle diyordu: “12
Eylül’ün bir öykücü olarak bende yarattığı hoşnutsuzlukların en büyüğü,
kopmuşluk duygusudur. Darbenin en etkin ve en hain başarısı oldu koparmak.
Bugünü dünden, dünü yarından koparmak. Bu görevini yerine getirirken, halkın
halktan yana olan siyasal önderlerini hapse tıkarak onları da birbirinden
koparmakla kalmadı; sanatta, ekinde, yazında da, öncüleri, ustaları yenilerden,
çıraklardan kopardı; birikimin bir noktada durmasına neden olurken,
yozlaşmanın, yabancılaşmanın da koşullarını yarattı.”(4)
Bu koparmayı tiyatromuzda da derinden duyumsayabilir, yazılan, oynanan
oyunları, repertuarları incelediğimizde somut olarak görebiliriz. 12 Eylül’le birlikte
toplumcu tiyatro, toplumla ilişkisi olan, gündeme dair sözünü sakınmayan bir
tiyatro yapma anlayışı neredeyse ortadan kalkmıştır. Dönemin toplumcu, politik
tiyatro yapan topluluklarının perde açmaları çeşitli yollarla engellenmiştir. Oyunlar
yasaklanmıştır. Bazı oyunlar oynanabilse bile turne yapmalarına izin
verilmemiştir. Oyunlar görevlilerce izlenmiş, teybe alınmış, oyunlardaki
replikler cımbızla ayıklanıp 141, 142 davaları açılmıştır. Giderek toplumdaki
gerçeklikleri sahneye taşımaktan vazgeçer tiyatromuz. Ödenekli tiyatrolar eski
oyunları, suya sabuna dokunmayan komedileri seçer, çağdaş tiyatro metinleri
azalır, dünya klasiklerinin sayısı artar. Yabancı müzikallere, vodvillere
kurtarıcı gibi sarılır tiyatro toplulukları. Burada müzikallerin, vodvillerin
oynanmaması gerektiğini söylemek istemiyorum, elbette. Bu türler de tiyatronun
güçlü bir damarını oluştururlar. Söylemek istediğim o dönemde niteliğe
bakılmaksızın müzikli oyunların sahneleri doldurmasıdır. Müzikalleri
sorgulamadan, toplumumuzdan kopuk, oynayan oyuncunun müzikal eğitiminin
yetersizliği ortadayken, seyirci çekmek için mankenler, fizik güzelliği olanlar
sahneye çıkarılmışken, komedisi bayağılaştırılmış bir dolu kötü örnek…
Bu döneme damgasını vuran kabare
türündeki gösterilere de değinmek gerekiyor. Özellikle Devekuşu Kabare
topluluğu oyunlarında kullandığı siyasi mizah öğesiyle toplumsal eleştiriyi
kitlelerle paylaşıyordu. Uzun süre bu toplumsal mizah anlayışını, niteliğini
korudu Devekuşu Kabare. Kabare türü oyunlar oynayan topluluklar zamanla
çoğaldılar, siyasi mizahı, toplumsal taşlamayı azaltıp birkaç taklide ve erotik
gülmecelere yöneldiler. Aslında politik tiyatroyla sıkı bağları olan kabare türü
zamanla zayıfladı ve zararsız hale geldi.
Darbeden sonraki ilk seçimde
iktidara gelen Turgut Özal darbeyle oluşturulmaya çalışılan ekonomik sistemi
her yönüyle topluma yaymaya başlamış ve zamanla tüketim toplumu olma
özellikleri yerleşmiştir. Tüketim toplumunun kolaycılığıyla halk artık iyi
sanat ürünlerine rağbet etmez olur. Zaten yaşanan baskılı, kötü günlerin
devamında sesini yükseltmek, sorunları gündeme getirmek, toplumsal yapıyı
tartışmak olası değildir. Sanat adına beklenen, insanları gündelik
yaşamlarından uzaklaştırıp güldürmek, eğlendirmek ya da hüzünlendirmek,
ağlatmaktır. Toplum tüketmeye alışmıştır ve sanattan da kolay tüketilecek
yapıtlar, elle tutulacak bir karşılık istemektedir. Sinema ve televizyon bu
konuda elbette çok işlevseldir. Bu yapı sanatı da bir kaçışa, içe kapanmaya,
otosansüre itecektir. Halkın istediğini vermeye çalışmak, her ne kadar ekonomik
zorluklara dayanabilmek için gerekliymiş gibi görünse de, bütün sanat
dallarında bir geriye gidişe, duraksamaya, birikimi ileriye taşıyamamaya sebep
olacaktır.
Önceleri Türk oyun yazarlarının oyunlarını ardı
ardına oynayan özel tiyatrolar, 12 Eylül sonrasında Türk oyun yazarlarından
uzaklaşacak, çeviri oyunlara ağırlık verecektir. Toplumsal söylemi olan
oyunlardan kaçınacaktır. Bazı özel tiyatrolar perdelerini kapamak zorunda
kalacaktır. Çünkü tiyatro seyircisi anlamında da düşüş yaşanacaktır
tiyatromuzda.
Bu dönemde özel tiyatrolara devlet
yardımı gündeme gelir. Bir yandan olumlu karşılanırken bir yandan da devletin
sanata müdahalesi olup olmayacağı tartışılmaya başlanır. Bu arada amacı sadece
devlet yardımından pay almak olan tabela tiyatroları kurulur. Tiyatromuzda yer
edinmiş özel tiyatrolar repertuarlarından taviz vermemeye çalışırken, muhalif,
farklı tiyatro anlayışı olan toplulukların yıllarca devlet yardımı alamadığı
görülür. Uzun yıllar yardımın ölçütleri, veriliş biçimi tartışılacak, bazı özel
tiyatrolar bilinçli olarak uzun süre devlet yardımına başvurmayacaktır.
60’lı yılların ‘ulusal tiyatro’
tartışmalarından gelen, 70’lerin yoğun toplumsal duyarlılıklarıyla gelişen,
çağdaş dünya tiyatrosuyla at başı gitmeye başlayan tiyatromuz 1980’le birlikte
uzun bir süre geriye çekilmek zorunda kalacaktır. O güne kadarki birikimini
sahneye yeterince taşıyamayacaktır. 12 Eylül öncesinin öncüleri, ustaları yaşam
savaşına düşmüşken dönemin çıraklarıyla gerekli iletişimi kuramayacaklardır.
Tiyatromuzun o coşkulu çıkışı kesintiye uğrayacaktır. Tiyatro üzerine düşünen,
çağdaş tiyatroyu özümsemiş ve bunu Türk tiyatrosuyla harmanlamaya çalışarak
bize özgü bir tiyatro dili kurmaya çalışan tiyatro insanlarına darbe
indirilmiştir. Dünün tiyatro birikimi, toplumsalcı bakış açısı, baskılar
sonucunda eriyip gider. Epik tiyatro, politik, belgeselci tiyatro, gelenekselle
buluşturulan açık biçim, toplum sorunlarını sahneye taşıyan, çağının tanığı
olmayı önemseyen tiyatro neredeyse tamamen terk edilmiştir. 60’lı, 70’li
yılların sözü olan tiyatrosu yerini sözünü sakınan, gizlemeye çalışan bir
tiyatro anlayışına bırakmıştır.
Tiyatro tartışmak, tartışılanı sahne pratiğiyle
buluşturmak uzun yıllar tiyatrolarımızdan uzak kalacaktır. Ancak 90’lı yıllarda
yeniden, ama dünün birikiminden uzak yeni tartışmalarla, yeni sahnelemelerle
karşılaşmaya başlarız. Bu da alternatif tiyatro topluluklarının öncülüğünde
gerçekleşecek, toplumsal bakış açısından biraz uzakta olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder