12 Eylül 2014 Cuma

12 EYLÜL VE TİYATROMUZ - 1


Akrep adlı oyundan

12 EYLÜL VE TİYATROMUZ

Önce tiyatromuzun değerli bir ustasının özyaşamöyküsünde anlattıklarını özetlemeye çalışalım:
            12 Eylül cuntasının başa geçip sahte barış, sahte Atatürkçülükle yutturmaya çalıştığı baskı ve kıyım ortamının en yoğun yaşandığı günlerde ustamız her günkü gibi tiyatrosuna, Harbiye’ye gider. Tiyatro pusludur, alacakaranlık her yanda… İdareye çağırılır. Önüne bir kâğıt uzatılır. Güler. İmzalaması neredeyse emredilir. Gülerek imzalar ve çıkıp gider. Beş yıl uzak kalacaktır yıllarını verdiği, çok sevdiği tiyatrosundan. O andan itibaren işsizdir. Evde yeni doğmuş bir erkek çocuk, kızı ve eşi onu beklemektedir. Ev kirası, süt, ekmek parası gerekecektir. Yıllarca çocuklarına istediklerini alamaz, bazen ev kirasını bile ödeyemez. Ama savaşıma devam eder. Üç beş kuruş kazandığı radyodan da uzaklaştırılır. Radyo müdürü baskılara dayanamadığını söyler, ‘meslektaşlarınıza dikkat edin’ der. Radyo ve seslendirme işi dostlarının(!) sayesinde kesilir. Tiyatrolarda dekor boyamaya, amatör gruplara ders vermeye, korkmayan bir arkadaşını bulursa reji yapmaya başlar. Bazen ailece aç kalırlar, ev sahipleri birkaç defa kapılarına dayanır. Sağlığı bozulur. Tek olan böbreği de teklemeye başlar. Beş yıl sonra konuk sanatçı olarak döner tiyatrosuna. Bir yıl sonra da eski kadrosuna kavuşur. Ama sağlığı çok bozulmuştur. Üç yıl sonra böbrek ve kalp yetmezliğinden… (1)

Oben Güney
            Oben Güney’dir ustamızın adı. 12 Eylül cuntasının çıkardığı 1402 sayılı yasayla görevlerinden uzaklaştırılan sanatçılardan biri. Çektiği sıkıntıların, hastalanmasının, erkenden sonsuzluğa göçmesinin hesabını verebilecek olan var mı? Peki, en verimli çağında tiyatromuzun onun bilgisinden mahrum kalmasının suçlusu kim? Cunta elbette, ama cuntayla birlikte, onu yolda gördüğünde yolunu değiştiren dostlarının(!) hiç mi suçu yok? Şimdi biz 12 Eylül ve tiyatromuzu yazarken tiyatronun 12 Eylül’ü yeterince ele almadığını, tartışmadığını söyleyeceğiz, peki, “insan” kalınabildi mi o dönemde? Çağının tanığı olunabildi mi? Olmaya çalışanlar sıkıntıları, işkenceleri, sağlıklarını kaybetmeyi göze alabilenlerdi. Bu yaşadığımız günler aynı derecede sorumluluğu, “insan” kalabilmeyi gerektirmiyor mu? Bence 12 Eylül’ün baskıcı günlerinden çok daha fazla gerektiriyor.
            Bir başka ustanın, 12 Eylül’de İ.B.Ş.T’nin Genel Sanat Yönetmenliği’nden uzaklaştırılan Hayati Asilyazıcı’nın “Türk Tiyatrosu ve Münir Özkul” adlı yazısından bir bölüm okuyalım şimdi de:
            “12 Eylül 1980 darbesi gerçekleşti. Belediye Başkanlığı’na aşırı sağcı Akansel adlı paşa getirildi. Ekim’de Şehir Tiyatroları’nda oynanması için “Kanlı Nigar” provaları alındı. Belediyeden Akansel’in gönderdiği iki subay, provalardan birini izlemek için Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’na geldi. Provayı izlemek istediklerini Münir Özkul’a söylediler. Bu bir sahne provası değildi, Münir’i sıkıntı basmıştı. Bir süre sonra subaylardan biri, “paşam da paşam” tümcesinin oyundan çıkarılmasını istedi. Münir Özkul’un tepesi attı: “ Siz izin almadan benim yatak odama (çalışma odası) hangi cüretle giriyorsunuz? Ben provayı kesiyorum ve bu oyunu oynamayacağım” dedi. Gerçekten de Münir Özkul provayı yarıda kesti ve istifa dilekçesini yazıp tiyatrodan ayrıldı. 12 Eylül darbesine tepki göstererek istifa eden tek sanatçı oldu. Ben ve on dört arkadaşım ise antidemokratik yasalar ile tiyatrodan uzaklaştırıldık...” (2)
            1402 sayılı yasayla görevlerinden uzaklaştırılanların arasında şehir tiyatrolarından kırka yakın sanatçı vardır. Bugün tiyatromuzun yüz akı olan oyunlara imza atan yönetmenler, oyuncular o dönemde işlerinden uzaklaştırılmış, sıkıntılar içinde yaşamaya mahkûm edilmişlerdir. Hayati Asilyazıcı görevden alındıktan sonra Vasfi Rıza Zobu ‘müfettiş’ olarak sanat yönetmenliği görevine getirilmiş ve cuntanın isteğine karşı koymayarak kırka yakın meslektaşının ismini vermiştir. Oynanan oyunlar kaldırılmış, yönetim yapısı değiştirilmiş, her oyun denetime tabi tutulmuştur. Devlet Tiyatrolarında ise Cüneyt Gökçer’in sanatçı kişiliğini koruyarak sorumlu davrandığı, listenin en başına kendi ismini yazarak cuntanın istediği listeyi vermediği söylenir. 12 Eylül’den önce Devlet Tiyatroları Genel Müdürü olan Ergin Orbey cuntacılar tarafından görevden alınır ve yerine apar topar Cüneyt Gökçer getirilir. İlk iş olarak Bertolt Brecht’in oyunu olan Arturo Ui’nin Yükselişi’ni yasaklılar arasına alır ve yönetmeni Yücel Erten’in sözleşmesini fesheder. Bazı yönetici ve oyunculara geçici uzaklaştırma cezası verilir. Eski genel müdür Ergin Orbey daha açılmamış Adana Devlet Tiyatrosu’na atanır.
Daha prova aşamasında yasaklanan oyunlar, provaları seyreden askerler, sansür, yakılan, yıkılan tiyatro binaları, tiyatrolarından atılan oyuncular, yönetmenler, yazdıkları oyunlar yüzünden sakıncalı olanlar, sürülenler, zorunlu sürgünler…
Vasıf Öngören
            Vasıf Öngören, 1970’li yıllarda tiyatromuzun en verimli insanlarından biriydi. Gerek oyunlarıyla, gerek sahne üstündeki emeğiyle… Sakıncalıydı ama… 70 cuntasında tutuklanmış, hapis yatmıştı. 1980’de yurtdışına gider Vasıf Öngören. Almanya’ya. Turistik bir gezi değildir bu, bir zorunlu sürgündür. Almanya’da da tiyatroyla iç içe olur. Ama 1984’te, 46 yaşında, gencecikken ölür… Bence Vasıf Öngören’i öldüren sadece kalp krizi değildir, krizi tetikleyen 12 Eylül’dür.
Oktay Arayıcı
            Oktay Arayıcı da 70’lerin verimli yazarlarındandır. Toplumcu düşünceye sahip, epik tiyatroyu benimseyen, geleneksel tiyatromuzun öğelerini çağdaş tiyatroyla buluşturabilen önemli oyun yazarlarımızdan biri. 1981 yılında TRT’deki görevinden uzaklaştırılır. Baskılara dayanamaz ve istifa eder. Zor günler yaşar. Tiyatroyla yaşamaya çalışır ama oyunlarının oynanması, tiyatroya tutunması çok zordur o dönemde. Tüm tiyatrolar kıyım yaşamaktadır. 1982 de AST, Rumuz Goncagül’ü oynar. Sıkıntılar içindedir Oktay Arayıcı. 1985’te rahatsızlanarak yaşamını yitirir.
            Tuncer Cücenoğlu’nun 1983’te sakıncalı personel olarak görevine son verilir ve sürgüne gönderilir. İstifa eder Cücenoğlu ve zorlu günler başlar. Oyun yazarlarımız en verimli çağlarında baskıyla, kovuşturmayla, sürgünle karşı karşıya kalmışlardır. İşlerinden olmuşlar zor yaşam koşullarıyla karşı karşıya bırakılmışlar, yalnızlaştırılmışlardır. Söyleyeceklerini farklı yollardan söylemeye çalışmışlardır. Kimi zaman tarihsele yönelmişler, kimi zaman başka ülkeleri anlatmışlardır. Örneğin, Tuncer Cücenoğlu, işkenceyi anlatabilmek için Çıkmaz Sokak oyununun mekânını Yunanistan’a, zamanını da Albaylar Cuntası dönemine taşımıştır. Turgut Özakman, 1980 anayasasını eleştirmek için tarihe geri döner. Resimli Osmanlı Tarihi oyununda Osmanlı’nın anayasa tarihini kullanır. Dolaylı da olsa sözünü söylemek için farklı yollar bulur.
Bakın, Türk tiyatrosunun önemli yazarlarından biri olan Orhan Asena, Yıldız Yargılaması oyunu için yazdığı önsözde ne diyor: “Ben Yıldız Yargılaması adlı oyunumu 1981’de, Mithat Paşa’nın yüzüncü ölüm yılında yazarken yine olağanüstü bir dönemden geçiyorduk. İşkence yine gündemdeydi. Hapishaneler tıklım tıklım, sanki yüz yıl geçmemiş aradan. Birden konumun gerisinde asıl dramı, evrensel dramı gördüm. Zorba bir yönetimde işlenmemiş bir cinayet bahane kılınarak, adalet mekanizmasına nasıl bir cinayet işletilir, bu dramı gördüm.”(3)
   
***

            12 Eylül çok sert bir kırılmadır. Bu kırılmanın açtığı yaraların kapandığını, onarıldığını söylemek bir yana, giderek derinleştiğini, kangren olduğunu söyleyebiliriz. Hatta bugün için 12 Eylül’ün çok daha ötesine geçildiğini düşünüyorum. Bugünkü sivil baskı ortamı, 12 Eylül’ün yerleştirdiklerinin artık 12 Eylül’ün cuntacılığını bile aşacak konuma gelmesinin göstergesi. Basına, medyaya yapılan baskı, susturma… Sanata ve sanatçıya yapılan baskılama, susturma ‘ileri demokrasi’mizin de ilerisinde. Heykellerin yıkılmasından tutun da dünya çapında bir piyanistimizin ülkesini terk edecek duruma getirilmesi, kendini bilmez popüler kültür insanlarının televizyon aracılığıyla baş tacı edilmesi gibi pek çok örnek sıralanabilir. Tiyatro özelinde söylersek, tiyatromuz temellerinden sarsılmaya çalışılıyor diyebiliriz. Devlet Tiyatroları’nın, Şehir Tiyatroları’nın özerkleştirilmesini, sağlıklı bir yapıya kavuşturulmasını tartışmak dururken özelleştirilmesini tartışmak pek de iyi niyetli bir çalışma gibi durmuyor. Hele bütün tartışmalar tiyatro insanlarının ahlak anlayışları üzerinden, yaşama bakışları, aldıkları maaş üzerinden, kendilerinin ne kadar ideolojik olduğunu göremeden ‘ideolojik, ideolojik’ naraları atanlar tarafından yürütülünce insan iyice kuşkulanıyor. Bütün bir Türk oyun yazarlığını, yazılmış sayısız iyi oyunu bir kenara atıp ‘Necip Fazıl’dan başka yazar tanımam’ durumuna getirmek insanı iyice işkillendiriyor art niyetler konusunda.
            Bugün yaşanan toplumsal sağlıksızlığın baş sorumlusu 12 Eylül’ün topluma yerleştirdikleridir. Değerlerin bu derece ters yüz olması, değersizleşme, kültürsüzleşme, hatta kültüre ve bilime düşman olma, gündelik yaşamımızda bile cehalete saplanma, nezakete alaysı gözle bakma, şiddetin yaşamın en küçük alanlarına bile yayılması… Cahilleşme… Üniversitelerin artık bilim yuvası olmaktan çıkması… Kültürel emperyalizmin bizi kendi değerlerimizden koparışı. Dilimizin giderek kirlenmesi, yamalı bohçaya döndürülmesi. Bilimsel olana, kültüre sırt çevirerek çöküşe doğru sürüklenen bir toplum. Yoksullaşma, gelir dağılımındaki büyük uçurum, pembe tablolara rağmen ezmeye devam eden bir ekonomi, dış borç, cari açık, tuhaf bir ‘milli gelir’. Bir türlü tam anlamıyla kazanılamayan işçi, memur hakları. Yitirilen örgütlenme hakkı. İnsanların bireysel tepkisizliği. İşsizlik. Geleceğe güvensizlik. Giderek artan gericilik. Ilımlı İslam devleti alıştırmaları. Küreselleşme adı altında yeni sömürgeciliğin dümen suyuna girişimiz. Özelleştirme adı altında çökertme tasarıları. Her geçen gün daha çok kaşınan mezhep, etnik köken ayrımları, bunun getirdiği şiddet ortamı. Sivas yangını. Ülkemizin doğusunda yaşananlar, her gün gelen acı haberler. Ve gelip dayandığımız nokta tam bir akıl tutulması.

***

            Hürriyet Yaşar, 12 Eylül öykülerini derlediği Bir Tersine Yürüyüş adlı antolojisinin önsözünde şöyle diyordu: “12 Eylül’ün bir öykücü olarak bende yarattığı hoşnutsuzlukların en büyüğü, kopmuşluk duygusudur. Darbenin en etkin ve en hain başarısı oldu koparmak. Bugünü dünden, dünü yarından koparmak. Bu görevini yerine getirirken, halkın halktan yana olan siyasal önderlerini hapse tıkarak onları da birbirinden koparmakla kalmadı; sanatta, ekinde, yazında da, öncüleri, ustaları yenilerden, çıraklardan kopardı; birikimin bir noktada durmasına neden olurken, yozlaşmanın, yabancılaşmanın da koşullarını yarattı.”(4)
            Bu koparmayı tiyatromuzda da derinden duyumsayabilir, yazılan, oynanan oyunları, repertuarları incelediğimizde somut olarak görebiliriz. 12 Eylül’le birlikte toplumcu tiyatro, toplumla ilişkisi olan, gündeme dair sözünü sakınmayan bir tiyatro yapma anlayışı neredeyse ortadan kalkmıştır. Dönemin toplumcu, politik tiyatro yapan topluluklarının perde açmaları çeşitli yollarla engellenmiştir. Oyunlar yasaklanmıştır. Bazı oyunlar oynanabilse bile turne yapmalarına izin verilmemiştir. Oyunlar görevlilerce izlenmiş, teybe alınmış, oyunlardaki replikler cımbızla ayıklanıp 141, 142 davaları açılmıştır. Giderek toplumdaki gerçeklikleri sahneye taşımaktan vazgeçer tiyatromuz. Ödenekli tiyatrolar eski oyunları, suya sabuna dokunmayan komedileri seçer, çağdaş tiyatro metinleri azalır, dünya klasiklerinin sayısı artar. Yabancı müzikallere, vodvillere kurtarıcı gibi sarılır tiyatro toplulukları. Burada müzikallerin, vodvillerin oynanmaması gerektiğini söylemek istemiyorum, elbette. Bu türler de tiyatronun güçlü bir damarını oluştururlar. Söylemek istediğim o dönemde niteliğe bakılmaksızın müzikli oyunların sahneleri doldurmasıdır. Müzikalleri sorgulamadan, toplumumuzdan kopuk, oynayan oyuncunun müzikal eğitiminin yetersizliği ortadayken, seyirci çekmek için mankenler, fizik güzelliği olanlar sahneye çıkarılmışken, komedisi bayağılaştırılmış bir dolu kötü örnek…
            Bu döneme damgasını vuran kabare türündeki gösterilere de değinmek gerekiyor. Özellikle Devekuşu Kabare topluluğu oyunlarında kullandığı siyasi mizah öğesiyle toplumsal eleştiriyi kitlelerle paylaşıyordu. Uzun süre bu toplumsal mizah anlayışını, niteliğini korudu Devekuşu Kabare. Kabare türü oyunlar oynayan topluluklar zamanla çoğaldılar, siyasi mizahı, toplumsal taşlamayı azaltıp birkaç taklide ve erotik gülmecelere yöneldiler. Aslında politik tiyatroyla sıkı bağları olan kabare türü zamanla zayıfladı ve zararsız hale geldi.
            Darbeden sonraki ilk seçimde iktidara gelen Turgut Özal darbeyle oluşturulmaya çalışılan ekonomik sistemi her yönüyle topluma yaymaya başlamış ve zamanla tüketim toplumu olma özellikleri yerleşmiştir. Tüketim toplumunun kolaycılığıyla halk artık iyi sanat ürünlerine rağbet etmez olur. Zaten yaşanan baskılı, kötü günlerin devamında sesini yükseltmek, sorunları gündeme getirmek, toplumsal yapıyı tartışmak olası değildir. Sanat adına beklenen, insanları gündelik yaşamlarından uzaklaştırıp güldürmek, eğlendirmek ya da hüzünlendirmek, ağlatmaktır. Toplum tüketmeye alışmıştır ve sanattan da kolay tüketilecek yapıtlar, elle tutulacak bir karşılık istemektedir. Sinema ve televizyon bu konuda elbette çok işlevseldir. Bu yapı sanatı da bir kaçışa, içe kapanmaya, otosansüre itecektir. Halkın istediğini vermeye çalışmak, her ne kadar ekonomik zorluklara dayanabilmek için gerekliymiş gibi görünse de, bütün sanat dallarında bir geriye gidişe, duraksamaya, birikimi ileriye taşıyamamaya sebep olacaktır.
Önceleri Türk oyun yazarlarının oyunlarını ardı ardına oynayan özel tiyatrolar, 12 Eylül sonrasında Türk oyun yazarlarından uzaklaşacak, çeviri oyunlara ağırlık verecektir. Toplumsal söylemi olan oyunlardan kaçınacaktır. Bazı özel tiyatrolar perdelerini kapamak zorunda kalacaktır. Çünkü tiyatro seyircisi anlamında da düşüş yaşanacaktır tiyatromuzda.
            Bu dönemde özel tiyatrolara devlet yardımı gündeme gelir. Bir yandan olumlu karşılanırken bir yandan da devletin sanata müdahalesi olup olmayacağı tartışılmaya başlanır. Bu arada amacı sadece devlet yardımından pay almak olan tabela tiyatroları kurulur. Tiyatromuzda yer edinmiş özel tiyatrolar repertuarlarından taviz vermemeye çalışırken, muhalif, farklı tiyatro anlayışı olan toplulukların yıllarca devlet yardımı alamadığı görülür. Uzun yıllar yardımın ölçütleri, veriliş biçimi tartışılacak, bazı özel tiyatrolar bilinçli olarak uzun süre devlet yardımına başvurmayacaktır.
            60’lı yılların ‘ulusal tiyatro’ tartışmalarından gelen, 70’lerin yoğun toplumsal duyarlılıklarıyla gelişen, çağdaş dünya tiyatrosuyla at başı gitmeye başlayan tiyatromuz 1980’le birlikte uzun bir süre geriye çekilmek zorunda kalacaktır. O güne kadarki birikimini sahneye yeterince taşıyamayacaktır. 12 Eylül öncesinin öncüleri, ustaları yaşam savaşına düşmüşken dönemin çıraklarıyla gerekli iletişimi kuramayacaklardır. Tiyatromuzun o coşkulu çıkışı kesintiye uğrayacaktır. Tiyatro üzerine düşünen, çağdaş tiyatroyu özümsemiş ve bunu Türk tiyatrosuyla harmanlamaya çalışarak bize özgü bir tiyatro dili kurmaya çalışan tiyatro insanlarına darbe indirilmiştir. Dünün tiyatro birikimi, toplumsalcı bakış açısı, baskılar sonucunda eriyip gider. Epik tiyatro, politik, belgeselci tiyatro, gelenekselle buluşturulan açık biçim, toplum sorunlarını sahneye taşıyan, çağının tanığı olmayı önemseyen tiyatro neredeyse tamamen terk edilmiştir. 60’lı, 70’li yılların sözü olan tiyatrosu yerini sözünü sakınan, gizlemeye çalışan bir tiyatro anlayışına bırakmıştır.

Tiyatro tartışmak, tartışılanı sahne pratiğiyle buluşturmak uzun yıllar tiyatrolarımızdan uzak kalacaktır. Ancak 90’lı yıllarda yeniden, ama dünün birikiminden uzak yeni tartışmalarla, yeni sahnelemelerle karşılaşmaya başlarız. Bu da alternatif tiyatro topluluklarının öncülüğünde gerçekleşecek, toplumsal bakış açısından biraz uzakta olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder