Yenilikçi Bir Öykücünün İzini
Sürmek
ya da
Yavaş Ateşte Karakalem Öyküler
Kadir Yüksel
Ön’lük
Günümüzde
öykücülüğümüzün en önemli özelliklerinden biridir yazınsal çeşitlilik. Farklı
farklı kanallardan kendine yol buluyor öykücülüğümüz. Gerçekçi bir bakış
açısıyla, çoğu kez toplumculuğa uzanarak klasik öykücülüğün izini sürenlerin
yanı sıra, kapalı bir öykü evrenine açılanları okuyoruz. Kurguda deneyselliği,
üstkurmacayı seçenlerin yanı sıra, türler arası geçişler, ‘anlatı’lar çıkıyor
karşımıza. Kimi zaman anlatılana odaklanan bir öykü karşılıyor bizi, kimi zaman
nasıl anlatıldığına daha çok odaklanan bir öykü… ‘Ne’ ve ‘nasıl’ birbirlerini
yok saymayıp bütünleştiğinde iyi öyküler okumanın tadına varıyoruz. Bütün bu
çeşitliliğin aslında iki ana damardan ilerlediğini söyleyebilir miyiz? Biri
gerçekçi söylemi yazınsal evrenine taşımak, diğeri gerçeğin farklı izlerinden
yola çıkıp kendi yazınsal gerçekliğini aramak.
Sadece öykücülüğümüzde
değil bütün bir edebiyatımızda “gerçekçiliğin” (hadi, 19. Yy gerçekçiliği
deyip, sınır çizelim) bir türlü tam olarak, biçilmiş kaftan gibi üstümüze
oturmadığını düşünüyorum. Gerçekçiliğin gerektirdiği genlere sahip değil bizim
edebiyatımız. Genlerinde gerçeğin değişik boyutlarını, yollarını, gündelik
sözün dışına çıkarak, efsaneleri, gerçeküstünü kullanarak aramak var. Dede
Korkut Hikâyeleri’nden, Karagöz’e, Leyla ile Mecnun’lardan, Evliya Çelebi’ye,
Ahmet Mithat’a, Ortaoyununa dek geleneğimizi oluşturan bütün metinler
gerçekçiliğe uzak değil mi? Aristoteles’in Poetika’sına, tragedyalara değil de
satirik olana, parodiye daha yakın olduğumuzu düşünüyorum. Gerçekçi
edebiyatımızın kötü ürünler verdiğini söylemek değil amacım, üstüne üstlük
gerçekçi edebiyatı seven bir okuyucuyum. Gerçekçiliğin yazın geleneğimizde bizi
besleyecek kodlarının olmamasını, yazınımızda yeteri kadar derinlemesine yer
etmediğini söylüyorum. Oysa gerçeğin değişik boyutlarını arayan, farklı
anlatımlardan yararlanan anlayışın bizim sözlü, yazılı bütün bir geleneğimizle
daha çok bağı var. Bu tür yazarların daha güçlü ürünler verdiğini, yol açıcı
olduğunu düşünüyorum. Vüs’at O. Bener’den Atay’a, 50 Kuşağından Bilge
Karasu’ya, Haldun Taner’den Yaşar Kemal’e, Feyyaz Kayacan’dan Murathan
Mungan’a…
İlhan Durusel’in Yazı
Evreni ya da Yavaş Ateşte Pişmek
İlhan Durusel farklı
bakış açılarıyla, dilin olanaklarını kullanarak, deneyselliğiyle yeni kanallar
aramaktan korkmayan, oyunbaz muzipliğiyle ikinci ana damardan ilerleyerek kendi
yazınsal gerçekliğini kurmaya çalışan bir öykücü. Kendi gerçekliğini metnine,
yazınsal dile odaklanarak kurabilen sıra dışı bir yazar.
1994’ten bu yana ABD’de
yaşayan İlhan Durusel’in ilk şiiri 1989’da Mavi
Derinlik dergisinde yayımlanır. Şiirle başlar edebiyata, öyküye yönelse de
şiir hep var olur, öykülerine konu olur, kılcal damarlarına kadar öykü dilini
etkiler. İlk kitap bir ortak kitaptır, Tansu M. Gülaydın’la birlikte
oluşturdukları Blöf Kitap 1994’de
yayımlanır. Buradaki metinlerin türler arası, deneysel yapısı, zeki buluşlarla,
göndermelerle kuruluşu sonraki yıllarda kendi öykülerini bir araya getireceği
kitapları için bir ipucu niteliğindedir.
Amerika’da Leihg
Üniversitesi’nin kütüphanesinde arşiv ve nadir kitaplar bölümünde çalışmaya
başlayacaktır. Öyküleri Kitap-lık
dergisinde ve New York’da Türkçe olarak fotokopiyle çoğaltılan Yeni Rakı fanzininde yer alır. 1998’de
ilk öykü kitabı Alınyazım Kılavuzu
yayımlanır. İlk göze çarpan dil yoğunluğudur, dilin müziğini, çağrışım
zenginliğini ustaca kullanışıdır. Anadolu’ya özgü tarihsel göndermelerle, yer
yer fantastik bir atmosfer oluşturmasıyla, masalların, halk hikâyelerinin
söyleyişlerini kullanmasıyla, kurguda deneyselliğe, yeniliklere yönelmesiyle
zorlu yollardan birini seçmiştir. Şaşırmayı, metinle cebelleşmeyi, yoğunluğu
seven okuyucular için oluşturmuştur kendi yazın evrenini.
2003’te yayımlanan Karakalem Requem, Yüz Ünlü Türke Hüzünlü Türküler alt başlığını taşımaktadır. Kitap
“Saltanatsız Bir Sultanın Karabasan Atlası” adlı metinle açılır, ardından yüz
kısa kısa öyküyü içerir. Öykülerin tamamı tarihsel göndermelerle padişahlara,
padişahların çevresindekilere götürür okuyucusunu. Anadolu ekseninde Doğuya,
bazen Batıya uzanan bir coğrafyayı içine alır. Masallara, halk hikâyelerine
özgü söyleyiş yoğunlaşarak çıkar karşımıza, ama dilin yapısı bugüne özgüdür
aynı zamanda, tarihsel olana gönderirken sözcük seçimiyle bugüne çağırır,
yabancılaştırır hiç aksatmadan. Padişahlar, Şehzadeler, saray şairleri,
ressamlar, ayaklananlar, hanım sultanlar… Hepsi yerini alacaktır öykülerde ama
öykünün yazınsal gerçekliğinin dışına çıkmadan. Tarihte yerini almışların
ruhlarının kurtuluşu için kalemle birer dua, sonu hep bugüne, insanın özüne
bağlanan.
Üçüncü öykü kitabı Süslü Nehir – Selçuklular İçin Güzel Sözler
2007’de çıkagelir. Öykücülüğümüzde neredeyse hiç ele alınmamış bir tarihsel
dönem, Selçuklular imgesi yer alacaktır öykülerde. Selçuklular döneminde bütün
bir Anadolu coğrafyası, o coğrafyada yaşayan bütün halklar, mimarisiyle
edebiyatıyla, söyleyiş biçimleriyle masalsı bir yapıya bürünecektir. Bugünün
diliyle, zamanlar ötesi göndermeleriyle kurulan bir masal.
İlhan Durusel’in
öykücülüğünde özellikli bir yerde durduğunu düşündüğüm Gül Öksüren Melek 2012 yılında yayınlanacaktır. Yenilikçi yanı,
kurguda hınzırlıklar, şölene dönüşen dil ritmi, metinler arası göndermeler öykücülüğünün
ana hatları olarak yerini korusa da önceki kitaplarından daha ayrı bir yerde
konumlanacaktır Gül Öksüren Melek.
Konu seçiminden dilde alaysamaya daha ağırlıklı yer vermesine, tarihselin
imgeye dönüştürülmesinden çok günümüze yakın olanın anlatılmasına, hatta
günümüzden tarihsel olana gidilmesine kadar değişik özellikleriyle öykü
evrenini genişletecektir İlhan Durusel. “Nasıl Bir Mezara Acaba Hamlet?”,
“Gölgede Oyun” gibi metinlerarasılıkla kurgulanan etkileyici öyküler yer alır.
“Tekbaşına Gazeller” bölümündeki dört öykü ve “Nerde Ne” bölümündeki öyküler kendi
öykücülüğünde farklı bir yerde konumlanacaktır. Dil ve kurgulama aynı olsa da
anlatılanın daha gündelik yaşama, bugünün sokağına, eviçlerine yaklaştığını
görürüz. “Osman Hamdi Bey’in Fes Kırmızısı” adlı öykü de tarihsel bir kişiliği
ele alışıyla öykücülüğünde ayrıksı yerde durur. “Tüyübozuk Hikâyeler”
bölümündeki öyküler ise alaysamalı anlatımındaki yüksek dozla belki de bundan
sonraki öykülere yeni kapılar aralayacaktır. Dört öykü de İlhan Durusel’in
öykücülüğünde iz bırakacak niteliktedir.
Otlar
Çağırıyor (2014) adlı kitabında denemelerini bir araya
getirir. Gündelik yaşamın ayrıntılarından eşyalara, müzikten şiire, kitaplardan
yazarlara uzanan denemeler. Fethi Naci, Borges, İlhan Berk, Hulki Aktunç,
Istrati, Withman konuk olur sayfalara.
Bütün bir yazı
evreninin temel yapı taşlarından biri olan şiirle kurulan bağ 2015’te şiirle
öykünün iç içe geçtiği bir kitaba dönüşecektir; Kısa Kısa Kıssalar. Hulki Aktunç’un şiir kitabı Bir Şeyin Varoluşu’nu ustanın öldüğü
gün, 30 Haziran 2011, heceleyerek yeniden okumaya girişir İlhan Durusel. Kısa Kısa Kıssalar bu okumanın sonucunda
oluşacaktır. Yüze yakın kıssanın, şiirin, şiirsel söylemin yanı sıra büyük
bölümünde kısa kısa öykü özelliğini de barındırdığını, melez tür özelliklerini
kullandığını söyleyebilir miyiz?
2016’da yayımlanan Yavaş Ateş adlı kitabıyla yazı evrenini
farklı bir kurmacayla, metinlerarasılıkla, göndermelerle, çağrışımlarla yeniden
sınar İlhan Durusel. Yazarlığında izi olan, okuyup etkilendiği, kimi zaman
sarsıldığı, kimi zaman baştan sona okunmasa da imgesine karşı koyamadığı yazarlar,
yapıtlar, kahramanlar üzerine serbest çağrışımlı metinlerden oluşuyor kitap,
anlatının kışkırtıcılığına çağırıyor. Anlatı olarak anılmasına karşın bir türe
indirgemek zor bana göre. Çünkü kimi metinler birer kısa öykü, kimisi bir
deneme tadında, kimisiyse şiirin izinde.
Tarihi Kullanmak ya da Tarihin
Bükümlü Yerlerinin Dili
İlhan Durusel kaleminin
tarihle boğuşmasını hiç durdurmaz, kendi yazınsal gerçekliğiyle tarihin, coğrafyanın
imgesini buluşturur yenilikçi arayışlarla. Tarihin otoriterliğinin dışına
çıkar, tarihi yeniden yorumlamak gibi bir kaygısı yoktur. Kurgusallığın, üstkurmacanın
içinde tarihin ayrıntılarını, bükümlü yerlerini harmanlar, tarihsel olanın
çağrışımlarını serbest bırakacaktır. Klasik anlamda edebiyatın tarihi kullanma
biçimi olan bugüne gönderme yapma derdine düşmez, hatta bir yabancılaştırma
etmenine dönüşür tarihin ayrıntıları, kullandığı dil. “Nerdeyse, defterde başladığım nesirlerimi daktiloda bitiresim gelir.
Yürüyelim. Ayak basalım kitaplıklara: Selçuklu nesir yazmadı diye bilinmesin”
(Bu Gümüş Çürümüş) dedirtir Şah’a. Defterden daktiloya geçiş yadırgatacaktır
okuyucuyu, tarihten çok kendi gerçekliğinin bağını kuracaktır yazar.
Süslü
Nesir’de Selçuklular yer alır. “Bu Gümüş Çürümüş” adlı
öykü, mahlası Ayni olan Şah’ın öyküsüdür. İhtiraslıdır Şah, şahininin
yeteneğini göstermek için av düzenlenmesini ister. Şahin avın sonunda kendisini
eğiten Şahinci’nin bir gözünü akıtacaktır. Öykü, halk hikâyecilerinin
söyleyişiyle son bulur: “Gezgin halk hikâyecileri
Mezopotamya’nın ve Rumeli’nin ve yukarı illerin, sağlam kalan gözün o günden
sonra gümüşten başka bir rengi seçemediğini söylediler.” (Bu Gümüş Çürümüş)
Şah’ın kendi mülkünde yetiştirdiklerinin kendisine karşı mı geleceğini, Haşhaşi
müritlerine mi dönüşeceğini sormasıyla bütünlenecektir öykü. Bir olayın
anlatımından çok, olanın parçalanmış imgelerle aktarımıdır yazarın seçtiği
biçim.
Aynı kitapta yer alan
“Demirsahra-Batıkada”, “Atları Affettik”, “Eflak Sokaklarının Yarı Gecesi”,
“Bütün Şahlar Mat” adlı öyküler de aynı kurgu anlayışı içinde tarihe
sözcüklerini açıyorlar. Dağınıklık, parçalanmışlık ilk bakışta düz bir okumanın
ilerisine gitmemizi gerektiriyor. Okuyucuya güvenen bir yazar, İlhan Durusel.
Eksiltmeli bir anlatımla ortaya attığı parçaların ustalıkla birleştirilmesini
istiyor.
Tarihin ayrıntılarını
kullanarak kurguladığı öykülerinde tarih yazımının diliyle halk hikâyeciliğinin
dilini birleştirir, bugünün diliyle iç içe geçirir yazar. “Hayatı böyle bir cümleyle anlatılabilecek bir şahtı o. Bir ilk mektep
cümlesi. Vakıflar Bankası’nın önünde mermerlerde maaş bekleyen emekli elinden
çıkma belge gibi bilge, Tatar sarayları gibi sade, ama hemen ortalığı toplayıp
altın sütunlu bir başkente taşınıverecekmiş gibi.” (Bütün Şahlar Mat)
Tarih arka plan olarak
seçilse de öykülerde oluşturulan atmosfer, bir fantastik öykü atmosferidir. Alınyazım Kılavuzu’ndaki öykülerden Gül Öksüren Melek kitabındaki öykülere
dek bu atmosferi hep var eder İlhan Durusel. “Sanatın En Güzel Dalı ve Onun
Temel İlkesi”, “Hana Girdik Yağmur Dindi”, “Yola Çıktık Yağmur Çıktı”, Ortaçağ
hizmetçisinin dört öyküsü, “Anayurt Laneti”nin iki öyküsü…
Selçuklu imgesinin
sarmaladığı Süslü Nesir’de, padişah
imgesiyle kurduğu Karakalem Requem’de
tarihsel olan, somut bir tarihsel mekân, dönem olarak değil, zamanlar üstü, kendine
özgü bir mekân ve coğrafya algısıyla fantastik olana dönüşen bir alan
oluşturacaktır.
Şairler, Şiirler ya da
Hayattan Bile Daha Canlı
İlhan Durusel’in
öykülerinin içine sızmıştır şairler, dilini bilemenin yoludur şiirsellik. İlk
kitabı Alınyazım Kılavuzu’nun ilk
öyküsü “Sanatın En Güzel Dalı ve Onun Temel İlkesi”nde öykü kahramanları bir
şair ve çırağıdır, giriş cümlesi de, bitiş cümlesi de şiire ilişkin aynı
tanımlamadır: “Şiir, hayatın ta
kendisidir. Bazen hayattan bile daha canlıdır.” O yılın şiir yarışmalarına
hazırlanmaktadır şair ve çırağı. İkinci öyküde de aynı şair ve çırağı
söyleşirler şiirin yaşamdaki yeri üzerine. “Şiirin Prensesi” adlı öykü şiir ve
varlık üzerinedir.
Karakalem
Requem’in “Saltanatsız Bir Sultanın Karabasan Atlası” adlı
giriş bölümünde tanışacağımız Padişah da şairdir. Şiir yarışmaları düzenlenmesini
buyurur “Padişah Şiir Yarışması” adlı sekizinci bölümde. “Yaşayanların en büyüğü olan” şairi isteyecektir şair Padişah
onuncu bölümde. Kitabın birçok bölümünde şiiri arayacaktır şair padişah, şiirle
yoğuracaktır sultanlığını, hatta “emekli padişah” olduğunda da şiirden
kopamayacaktır.
Süslü
Nehir adlı kitabında da şair ve şiir imgesinden yaralanır
İlhan Durusel. Öykü kahramanı usta şairler şiir üzerine düşünürler.
“Demirsahra-Batıkada” adlı öyküde şiiri yarım kalan bir ustanın yarım şiirini
bir akıllı “yarım şiir” adıyla bir dergide yayımlatır. Usta şair o yarım
şiirinin peşinden sürüklenecektir. “Karne Günleri Ekmek Bıçağı”, “Bütün Şahlar
Mat”, “Düzyazı Bahçesi”, “Karbon Kâğıdı” adlı öyküler şairleri şiirleri
barındırır satırlarında.
Gül
Öksüren Melek kitabındaki “Metin Kurt: Şiiri Kurtaran
Adam” adlı öykünün kahramanı Metin Kurt sadece şiir hakkında yazmaya karar
veren ve her yazısıyla ses getiren bir şiir eleştirmenidir. Bugünün şiirine
ilişkin eleştirel saptamalarını okuruz Metin Kurt’un. Şiirin, şairin çıkmazda
olduğunun iddia edildiği bir çağda Metin Kurt çıkmıştır ortaya, tek tabanca.
Şiirin metalaşmasına, ticari araca dönüştürülmesine karşı çıkan, kötü şiirleri
hiç sakınmadan yerden yere vuran bir Metin Kurt. Kitabın bir diğer öyküsü “Ölü
Karımın Bir Ozanı Ziyareti” de bir şairi konuk eder.
Dört öykü kitabının
hepsinde de şiir yarışmalarına yer verilmesini de belirtmeden geçmemek gerek.
Şiir yarışmasına hazırlanan usta bir şair, şiir yarışması düzenlenmesini
isteyen bir şair padişah, hasadı “Harman Şiir Festivali”yle taçlandıran yerli
halk, Metin Kurt’un tek seçici olacağı bir şiir yarışması…
Postmodernist mi
dediniz? ya da Oyunbaz, Muzip Solbek
İlhan Durusel,
neredeyse her öyküsünde kendini yenilemesiyle, öykünün sınırlarını
zorlamasıyla, öykü için estetik biçim arayışında olmasıyla, verili gerçekliğin
ötesinde kendine özgü yazınsal gerçekliği arayışıyla, dili kullanmasıyla,
biçemiyle modernizmin uçlarında gezinir. Klasik kurguyu dışlaması, parçalı
yapısı, bir takım biçim oyunlarına girişmesi, anlatımındaki, dili
kullanmasındaki karnaval havası, alaysaması, parodisi, üstkurmacayı kullanması,
metinleri dönüştürmesi, göndermeleri, çağrışım zenginliği öyküleri
postmodernizmle buluşturur. Postmodernizm üzerine tartışmaların dışında kalarak
söylemek istiyorum, anlatım biçimlerini sorguladığı, mesele edindiği, biçim ve
biçem arayışında sürekli zor olan yolları seçtiği için yazınsal gerçekliğini,
evrenini bu yapıyla kurar İlhan Durusel.
Öykülerinde tarihi
bugünün verileriyle yeniden dillendirmesi bir uzak açı, yabancılaştırma sağlar.
Eklemli yapı şaşırtacak, duraksatacak, kolay okumayı kıracaktır. Böylece hem
yazar olarak öyküyü sorgulayacak, belki de yeniden tanımlayacak, arayışlara
yönelecektir, hem de okuyucusuna aynı sorgulamada, arayışta yanı başında yer
açacaktır.
Örneğin ilk kitabındaki
“Sualtı Mezarları” farklı anlatım biçimlerini, görselliği kullandığı ilgi
çekici bir öyküdür. Gene aynı kitapta yer alan “Bir Alıntı (3x1) Hikâye, Bir
Kıssa, Bir Hisse” öyküsü müziğin görselliğiyle, ezgisel diliyle, kurgusal
yapısıyla, çağrışımıyla, deneysel biçemiyle modern ötesine geçen bir öyküdür.
Karakalem
Requem üstkurmacanın ustalıkla kullanıldığı bir öykü
kitabı. Giriş bölümünün izi bütün kısa kısa öykülere yayılacak, padişahın izi
sürülecektir. Emeklilik partisi veren bir padişahtan, şiir yarışmasına katılan
padişaha, şehzadelerden, saraylara… masalsılığın çağdaş bir söylemle
birleşmesi.
Süslü
Nehir bütün öykülere yayılan tarih imgesiyle yeni bir kurgulama
arayışının izini sürer. Selçuklular
İçin Güzel Sözler okuruz, coğrafya Anadolu’dur, Selçuklular başta olmak
üzere bütün Anadolu halklarını kapsar. Bütün öykülerde aynı cesur deneyselliği,
çağrışım zenginliğini okuruz. “Kucağında Çıban: Minietek Seyyare Semazen” adlı
öykü Halk hikâyeciliğinin söyleyişini kullanır, parçalı yapının içinde ritmi
arttıran bir yapıya dönüştürür. “Eflak Sokaklarının Yarı Gecesi”,
“Demirsahra-Batıkada”, “Aynı Şehirde Bir Daha”, iki pehlivanlar öyküsü,
“Bataklığa Bir Buket” öykünün sınırlarını zorlayan, şaşırtan, kışkırtan öyküler
olarak yerini alır.
Gül
Öksüren Melek kitabındaki “Nasıl Bir Mezara Acaba
Hamlet?”, “Semaver Fokurduyor, Taşacak”, “Gölgede Oyun” adlı öyküler
metinlerarasılıkla, metinlerin alaysı dönüştürümüyle kurgulanan metinler.
Yabancılaştıran kurmaca ve dil anlayışını bu son kitapta daha belirgin olarak
okuyabiliyoruz. “Gölgede Oyun” göndermeleriyle, Karagözün ve Hacıvatın bugünün
insanına özgü sorunlarla boğuşuyor olmalarıyla, geleneksel tiplerin dönüştürülmesiyle
tam bir uzak açı sağlıyor, yabancılaştırmayı, epiğe varan anlatımı kullanıyor.
Hele çayına süt koyan Hacivat’ın oturup Brecht okuması…
Öykünün Dili ya da Düzenli
Dağınıklık
Dile olan tutkusunu şöyle
dillendiriyor İlhan Durusel: “Afyon
tiryakiliği gibi dille ilgilenmek. Bir kere tadını alınca başka bir şeyle
ilgilenmek mümkün değil. (…) Yazdıklarını yüksek sesle (fısıltı makamında da
yazılmış olsa) kendine okuyabilmeli insan. Ritm, dil, anlam, ses ilişkileri
daha kolay seziliyor o zaman. (…) İyi bir üslup için, yazar yazdığını kendine
okuduğunda gözleri yaşarmalı.” (Askıda Öykü, Sayı 5)
Alımyazım
Kılavuzu’nun en belirgin özelliklerinden biriydi dilin
ustalıklı kullanımı. İlk kitapta sözün büyüsünü ustalıkla yakalamıştı İlhan
Durusel. Kurgulamadaki yenilikçi tavrını dile ve anlatıma da yansıtıyor,
böylece bir bütünlük yakalıyor, kendine özgü biçemini ilk kitapta yakalıyordu.
Daha sonraki öykülerinde de coşkulu dil kullanımını sürdürür, parçalı, çağrışım
zenginliğiyle katman katman açılan dilini geliştirir. Gül Öksüren Melek’de ise günlük dile daha çok yaklaşır, dilin sarp
kayalarından çakıl taşlarına dek iz sürer, yer yer kısa cümlelerle dilinin
ritmini yeniler, hareketlendirir, dilin ezgisel yapısını da söyleyişine katar.
Alaysamalı dilini de
unutmamak gerek. Aslında ilk kitabından Gül
Öksüren Melek’e kadar sürekli arttırarak yer verdiği anlatımlardan biridir
alaysama. İlk kitaplarında sözcük oyunlarından, deyimlerin, kalıpların
kullanımından yararlanan alaycı bakış son kitapta anlatılana yerleşecek, artan
alaysama dozu son öykülerde diliyle, konusuyla bütünü ele geçirecek, kara
mizahın kıyısına vuracaktır. “Metin Kurt”, “Solbekler”, “Ağlayan Kaya”
öykülerini sayabiliriz.
Alınyazım
Kılavuzu’ndan Gül
öksüren Melek’e kadar öykülerin tamamına yakınında ben anlatıcıyı
kullandığını görüyoruz İlhan Durusel’in. Ya da doğrusu birden çok anlatıcının
yer aldığını söyleyebilir miyiz, yani anlatının içinde ben anlatıcıyla birlikte
yürüyen, çoğul zamirleri de kullanan bir başka anlatıcı. Çoklu anlatıcı yapısı
öykülerin biçemine daha uygun düşüyor kuşkusuz. Anlatıcı ayrı yerde, öykü
kahramanı anlatıcı olarak ayrı yerde söz alıyor. Gül Öksüren Melek kitabındaki Osman Hamdi Bey öyküsü ve
sonrasındaki dört öyküde ise “o” anlatıcının kullanıldığını görüyoruz. Aynı
kitapta “Tekbaşına Gazeller” ve “Nerde Ne” bölümlerindeki daha bugüne
odaklanan, öznelliğiyle kendi içine kapanan, gündelik yaşamın öykülerinde ise
ben anlatıcı tektir artık, çoklu anlatıcı bırakılmıştır.
Anlatımındaki parçalı
yapı, dağınıkmış gibi gözüken ama kendi içinde bir düzene ulaşan, bilinçle
oluşturulmuş kurgusallığı barındırır. Kolaycı, klasik bir anlatımdan yana değildir.
Kapalılık, kendini zor ele veren yapı önemlidir öykülerinde.
Sıçramalı, boşluklu
anlatımını diliyle, anlattıklarıyla bütünleştirerek oluşturduğu, sıra dışı,
yenilikçi yazınsal gerçekliğine okuyucunun da en az yazarı kadar emek vermesini
ister İlhan Durusel.
Son’luk ya da Yeniden
Ön’lük
İlhan Durusel
edebiyatımızdaki cesur yazarlardan biridir. Diliyle, anlatımıyla,
deneyselliğiyle, oyunbazlığıyla kendine başka bir yol açmaya çalıştığını
söyleyebiliriz. Kendi edebiyatının sözlü, yazılı bütün kaynaklarını çağdaş bir
söylemle buluşturur, halk hikâyelerinden, masallardan, karagöz metinlerinden,
şiirden yararlanır.
Öykünün sınırlarını
zorlamak, öyküyü yeniden tanımlamaya girişmek, her yazısını yeniyle sınamak
İlhan Durusel’i her zaman öykücülüğümüzün sıra dışı yazarları arasında tutacaktır.
(Kitap-lık, Eylül Ekim 2016, Sayı:187)