27 Temmuz 2017 Perşembe

Yenilikçi Bir Öykücünün İzini Sürmek ya da Yavaş Ateşte Karakalem Öyküler

Yenilikçi Bir Öykücünün İzini Sürmek
ya da
Yavaş Ateşte Karakalem Öyküler

Kadir Yüksel

Ön’lük

Günümüzde öykücülüğümüzün en önemli özelliklerinden biridir yazınsal çeşitlilik. Farklı farklı kanallardan kendine yol buluyor öykücülüğümüz. Gerçekçi bir bakış açısıyla, çoğu kez toplumculuğa uzanarak klasik öykücülüğün izini sürenlerin yanı sıra, kapalı bir öykü evrenine açılanları okuyoruz. Kurguda deneyselliği, üstkurmacayı seçenlerin yanı sıra, türler arası geçişler, ‘anlatı’lar çıkıyor karşımıza. Kimi zaman anlatılana odaklanan bir öykü karşılıyor bizi, kimi zaman nasıl anlatıldığına daha çok odaklanan bir öykü… ‘Ne’ ve ‘nasıl’ birbirlerini yok saymayıp bütünleştiğinde iyi öyküler okumanın tadına varıyoruz. Bütün bu çeşitliliğin aslında iki ana damardan ilerlediğini söyleyebilir miyiz? Biri gerçekçi söylemi yazınsal evrenine taşımak, diğeri gerçeğin farklı izlerinden yola çıkıp kendi yazınsal gerçekliğini aramak.
Sadece öykücülüğümüzde değil bütün bir edebiyatımızda “gerçekçiliğin” (hadi, 19. Yy gerçekçiliği deyip, sınır çizelim) bir türlü tam olarak, biçilmiş kaftan gibi üstümüze oturmadığını düşünüyorum. Gerçekçiliğin gerektirdiği genlere sahip değil bizim edebiyatımız. Genlerinde gerçeğin değişik boyutlarını, yollarını, gündelik sözün dışına çıkarak, efsaneleri, gerçeküstünü kullanarak aramak var. Dede Korkut Hikâyeleri’nden, Karagöz’e, Leyla ile Mecnun’lardan, Evliya Çelebi’ye, Ahmet Mithat’a, Ortaoyununa dek geleneğimizi oluşturan bütün metinler gerçekçiliğe uzak değil mi? Aristoteles’in Poetika’sına, tragedyalara değil de satirik olana, parodiye daha yakın olduğumuzu düşünüyorum. Gerçekçi edebiyatımızın kötü ürünler verdiğini söylemek değil amacım, üstüne üstlük gerçekçi edebiyatı seven bir okuyucuyum. Gerçekçiliğin yazın geleneğimizde bizi besleyecek kodlarının olmamasını, yazınımızda yeteri kadar derinlemesine yer etmediğini söylüyorum. Oysa gerçeğin değişik boyutlarını arayan, farklı anlatımlardan yararlanan anlayışın bizim sözlü, yazılı bütün bir geleneğimizle daha çok bağı var. Bu tür yazarların daha güçlü ürünler verdiğini, yol açıcı olduğunu düşünüyorum. Vüs’at O. Bener’den Atay’a, 50 Kuşağından Bilge Karasu’ya, Haldun Taner’den Yaşar Kemal’e, Feyyaz Kayacan’dan Murathan Mungan’a…

İlhan Durusel’in Yazı Evreni ya da Yavaş Ateşte Pişmek

İlhan Durusel farklı bakış açılarıyla, dilin olanaklarını kullanarak, deneyselliğiyle yeni kanallar aramaktan korkmayan, oyunbaz muzipliğiyle ikinci ana damardan ilerleyerek kendi yazınsal gerçekliğini kurmaya çalışan bir öykücü. Kendi gerçekliğini metnine, yazınsal dile odaklanarak kurabilen sıra dışı bir yazar.
1994’ten bu yana ABD’de yaşayan İlhan Durusel’in ilk şiiri 1989’da Mavi Derinlik dergisinde yayımlanır. Şiirle başlar edebiyata, öyküye yönelse de şiir hep var olur, öykülerine konu olur, kılcal damarlarına kadar öykü dilini etkiler. İlk kitap bir ortak kitaptır, Tansu M. Gülaydın’la birlikte oluşturdukları Blöf Kitap 1994’de yayımlanır. Buradaki metinlerin türler arası, deneysel yapısı, zeki buluşlarla, göndermelerle kuruluşu sonraki yıllarda kendi öykülerini bir araya getireceği kitapları için bir ipucu niteliğindedir.
Amerika’da Leihg Üniversitesi’nin kütüphanesinde arşiv ve nadir kitaplar bölümünde çalışmaya başlayacaktır. Öyküleri Kitap-lık dergisinde ve New York’da Türkçe olarak fotokopiyle çoğaltılan Yeni Rakı fanzininde yer alır. 1998’de ilk öykü kitabı Alınyazım Kılavuzu yayımlanır. İlk göze çarpan dil yoğunluğudur, dilin müziğini, çağrışım zenginliğini ustaca kullanışıdır. Anadolu’ya özgü tarihsel göndermelerle, yer yer fantastik bir atmosfer oluşturmasıyla, masalların, halk hikâyelerinin söyleyişlerini kullanmasıyla, kurguda deneyselliğe, yeniliklere yönelmesiyle zorlu yollardan birini seçmiştir. Şaşırmayı, metinle cebelleşmeyi, yoğunluğu seven okuyucular için oluşturmuştur kendi yazın evrenini.

2003’te yayımlanan Karakalem Requem, Yüz Ünlü Türke Hüzünlü Türküler alt başlığını taşımaktadır. Kitap “Saltanatsız Bir Sultanın Karabasan Atlası” adlı metinle açılır, ardından yüz kısa kısa öyküyü içerir. Öykülerin tamamı tarihsel göndermelerle padişahlara, padişahların çevresindekilere götürür okuyucusunu. Anadolu ekseninde Doğuya, bazen Batıya uzanan bir coğrafyayı içine alır. Masallara, halk hikâyelerine özgü söyleyiş yoğunlaşarak çıkar karşımıza, ama dilin yapısı bugüne özgüdür aynı zamanda, tarihsel olana gönderirken sözcük seçimiyle bugüne çağırır, yabancılaştırır hiç aksatmadan. Padişahlar, Şehzadeler, saray şairleri, ressamlar, ayaklananlar, hanım sultanlar… Hepsi yerini alacaktır öykülerde ama öykünün yazınsal gerçekliğinin dışına çıkmadan. Tarihte yerini almışların ruhlarının kurtuluşu için kalemle birer dua, sonu hep bugüne, insanın özüne bağlanan.
Üçüncü öykü kitabı Süslü Nehir – Selçuklular İçin Güzel Sözler 2007’de çıkagelir. Öykücülüğümüzde neredeyse hiç ele alınmamış bir tarihsel dönem, Selçuklular imgesi yer alacaktır öykülerde. Selçuklular döneminde bütün bir Anadolu coğrafyası, o coğrafyada yaşayan bütün halklar, mimarisiyle edebiyatıyla, söyleyiş biçimleriyle masalsı bir yapıya bürünecektir. Bugünün diliyle, zamanlar ötesi göndermeleriyle kurulan bir masal.

İlhan Durusel’in öykücülüğünde özellikli bir yerde durduğunu düşündüğüm Gül Öksüren Melek 2012 yılında yayınlanacaktır. Yenilikçi yanı, kurguda hınzırlıklar, şölene dönüşen dil ritmi, metinler arası göndermeler öykücülüğünün ana hatları olarak yerini korusa da önceki kitaplarından daha ayrı bir yerde konumlanacaktır Gül Öksüren Melek. Konu seçiminden dilde alaysamaya daha ağırlıklı yer vermesine, tarihselin imgeye dönüştürülmesinden çok günümüze yakın olanın anlatılmasına, hatta günümüzden tarihsel olana gidilmesine kadar değişik özellikleriyle öykü evrenini genişletecektir İlhan Durusel. “Nasıl Bir Mezara Acaba Hamlet?”, “Gölgede Oyun” gibi metinlerarasılıkla kurgulanan etkileyici öyküler yer alır. “Tekbaşına Gazeller” bölümündeki dört öykü ve “Nerde Ne” bölümündeki öyküler kendi öykücülüğünde farklı bir yerde konumlanacaktır. Dil ve kurgulama aynı olsa da anlatılanın daha gündelik yaşama, bugünün sokağına, eviçlerine yaklaştığını görürüz. “Osman Hamdi Bey’in Fes Kırmızısı” adlı öykü de tarihsel bir kişiliği ele alışıyla öykücülüğünde ayrıksı yerde durur. “Tüyübozuk Hikâyeler” bölümündeki öyküler ise alaysamalı anlatımındaki yüksek dozla belki de bundan sonraki öykülere yeni kapılar aralayacaktır. Dört öykü de İlhan Durusel’in öykücülüğünde iz bırakacak niteliktedir.
Otlar Çağırıyor (2014) adlı kitabında denemelerini bir araya getirir. Gündelik yaşamın ayrıntılarından eşyalara, müzikten şiire, kitaplardan yazarlara uzanan denemeler. Fethi Naci, Borges, İlhan Berk, Hulki Aktunç, Istrati, Withman konuk olur sayfalara.
Bütün bir yazı evreninin temel yapı taşlarından biri olan şiirle kurulan bağ 2015’te şiirle öykünün iç içe geçtiği bir kitaba dönüşecektir; Kısa Kısa Kıssalar. Hulki Aktunç’un şiir kitabı Bir Şeyin Varoluşu’nu ustanın öldüğü gün, 30 Haziran 2011, heceleyerek yeniden okumaya girişir İlhan Durusel. Kısa Kısa Kıssalar bu okumanın sonucunda oluşacaktır. Yüze yakın kıssanın, şiirin, şiirsel söylemin yanı sıra büyük bölümünde kısa kısa öykü özelliğini de barındırdığını, melez tür özelliklerini kullandığını söyleyebilir miyiz?
2016’da yayımlanan Yavaş Ateş adlı kitabıyla yazı evrenini farklı bir kurmacayla, metinlerarasılıkla, göndermelerle, çağrışımlarla yeniden sınar İlhan Durusel. Yazarlığında izi olan, okuyup etkilendiği, kimi zaman sarsıldığı, kimi zaman baştan sona okunmasa da imgesine karşı koyamadığı yazarlar, yapıtlar, kahramanlar üzerine serbest çağrışımlı metinlerden oluşuyor kitap, anlatının kışkırtıcılığına çağırıyor. Anlatı olarak anılmasına karşın bir türe indirgemek zor bana göre. Çünkü kimi metinler birer kısa öykü, kimisi bir deneme tadında, kimisiyse şiirin izinde.
  
Tarihi Kullanmak ya da Tarihin Bükümlü Yerlerinin Dili

İlhan Durusel kaleminin tarihle boğuşmasını hiç durdurmaz, kendi yazınsal gerçekliğiyle tarihin, coğrafyanın imgesini buluşturur yenilikçi arayışlarla. Tarihin otoriterliğinin dışına çıkar, tarihi yeniden yorumlamak gibi bir kaygısı yoktur. Kurgusallığın, üstkurmacanın içinde tarihin ayrıntılarını, bükümlü yerlerini harmanlar, tarihsel olanın çağrışımlarını serbest bırakacaktır. Klasik anlamda edebiyatın tarihi kullanma biçimi olan bugüne gönderme yapma derdine düşmez, hatta bir yabancılaştırma etmenine dönüşür tarihin ayrıntıları, kullandığı dil. “Nerdeyse, defterde başladığım nesirlerimi daktiloda bitiresim gelir. Yürüyelim. Ayak basalım kitaplıklara: Selçuklu nesir yazmadı diye bilinmesin” (Bu Gümüş Çürümüş) dedirtir Şah’a. Defterden daktiloya geçiş yadırgatacaktır okuyucuyu, tarihten çok kendi gerçekliğinin bağını kuracaktır yazar.

Süslü Nesir’de Selçuklular yer alır. “Bu Gümüş Çürümüş” adlı öykü, mahlası Ayni olan Şah’ın öyküsüdür. İhtiraslıdır Şah, şahininin yeteneğini göstermek için av düzenlenmesini ister. Şahin avın sonunda kendisini eğiten Şahinci’nin bir gözünü akıtacaktır. Öykü, halk hikâyecilerinin söyleyişiyle son bulur: “Gezgin halk hikâyecileri Mezopotamya’nın ve Rumeli’nin ve yukarı illerin, sağlam kalan gözün o günden sonra gümüşten başka bir rengi seçemediğini söylediler.” (Bu Gümüş Çürümüş) Şah’ın kendi mülkünde yetiştirdiklerinin kendisine karşı mı geleceğini, Haşhaşi müritlerine mi dönüşeceğini sormasıyla bütünlenecektir öykü. Bir olayın anlatımından çok, olanın parçalanmış imgelerle aktarımıdır yazarın seçtiği biçim.
Aynı kitapta yer alan “Demirsahra-Batıkada”, “Atları Affettik”, “Eflak Sokaklarının Yarı Gecesi”, “Bütün Şahlar Mat” adlı öyküler de aynı kurgu anlayışı içinde tarihe sözcüklerini açıyorlar. Dağınıklık, parçalanmışlık ilk bakışta düz bir okumanın ilerisine gitmemizi gerektiriyor. Okuyucuya güvenen bir yazar, İlhan Durusel. Eksiltmeli bir anlatımla ortaya attığı parçaların ustalıkla birleştirilmesini istiyor.  
Tarihin ayrıntılarını kullanarak kurguladığı öykülerinde tarih yazımının diliyle halk hikâyeciliğinin dilini birleştirir, bugünün diliyle iç içe geçirir yazar. “Hayatı böyle bir cümleyle anlatılabilecek bir şahtı o. Bir ilk mektep cümlesi. Vakıflar Bankası’nın önünde mermerlerde maaş bekleyen emekli elinden çıkma belge gibi bilge, Tatar sarayları gibi sade, ama hemen ortalığı toplayıp altın sütunlu bir başkente taşınıverecekmiş gibi.” (Bütün Şahlar Mat)
Tarih arka plan olarak seçilse de öykülerde oluşturulan atmosfer, bir fantastik öykü atmosferidir. Alınyazım Kılavuzu’ndaki öykülerden Gül Öksüren Melek kitabındaki öykülere dek bu atmosferi hep var eder İlhan Durusel. “Sanatın En Güzel Dalı ve Onun Temel İlkesi”, “Hana Girdik Yağmur Dindi”, “Yola Çıktık Yağmur Çıktı”, Ortaçağ hizmetçisinin dört öyküsü, “Anayurt Laneti”nin iki öyküsü…
Selçuklu imgesinin sarmaladığı Süslü Nesir’de, padişah imgesiyle kurduğu Karakalem Requem’de tarihsel olan, somut bir tarihsel mekân, dönem olarak değil, zamanlar üstü, kendine özgü bir mekân ve coğrafya algısıyla fantastik olana dönüşen bir alan oluşturacaktır.

Şairler, Şiirler ya da Hayattan Bile Daha Canlı      

İlhan Durusel’in öykülerinin içine sızmıştır şairler, dilini bilemenin yoludur şiirsellik. İlk kitabı Alınyazım Kılavuzu’nun ilk öyküsü “Sanatın En Güzel Dalı ve Onun Temel İlkesi”nde öykü kahramanları bir şair ve çırağıdır, giriş cümlesi de, bitiş cümlesi de şiire ilişkin aynı tanımlamadır: “Şiir, hayatın ta kendisidir. Bazen hayattan bile daha canlıdır.” O yılın şiir yarışmalarına hazırlanmaktadır şair ve çırağı. İkinci öyküde de aynı şair ve çırağı söyleşirler şiirin yaşamdaki yeri üzerine. “Şiirin Prensesi” adlı öykü şiir ve varlık üzerinedir.
Karakalem Requem’in “Saltanatsız Bir Sultanın Karabasan Atlası” adlı giriş bölümünde tanışacağımız Padişah da şairdir. Şiir yarışmaları düzenlenmesini buyurur “Padişah Şiir Yarışması” adlı sekizinci bölümde. “Yaşayanların en büyüğü olan” şairi isteyecektir şair Padişah onuncu bölümde. Kitabın birçok bölümünde şiiri arayacaktır şair padişah, şiirle yoğuracaktır sultanlığını, hatta “emekli padişah” olduğunda da şiirden kopamayacaktır.
Süslü Nehir adlı kitabında da şair ve şiir imgesinden yaralanır İlhan Durusel. Öykü kahramanı usta şairler şiir üzerine düşünürler. “Demirsahra-Batıkada” adlı öyküde şiiri yarım kalan bir ustanın yarım şiirini bir akıllı “yarım şiir” adıyla bir dergide yayımlatır. Usta şair o yarım şiirinin peşinden sürüklenecektir. “Karne Günleri Ekmek Bıçağı”, “Bütün Şahlar Mat”, “Düzyazı Bahçesi”, “Karbon Kâğıdı” adlı öyküler şairleri şiirleri barındırır satırlarında.
Gül Öksüren Melek kitabındaki “Metin Kurt: Şiiri Kurtaran Adam” adlı öykünün kahramanı Metin Kurt sadece şiir hakkında yazmaya karar veren ve her yazısıyla ses getiren bir şiir eleştirmenidir. Bugünün şiirine ilişkin eleştirel saptamalarını okuruz Metin Kurt’un. Şiirin, şairin çıkmazda olduğunun iddia edildiği bir çağda Metin Kurt çıkmıştır ortaya, tek tabanca. Şiirin metalaşmasına, ticari araca dönüştürülmesine karşı çıkan, kötü şiirleri hiç sakınmadan yerden yere vuran bir Metin Kurt. Kitabın bir diğer öyküsü “Ölü Karımın Bir Ozanı Ziyareti” de bir şairi konuk eder.
Dört öykü kitabının hepsinde de şiir yarışmalarına yer verilmesini de belirtmeden geçmemek gerek. Şiir yarışmasına hazırlanan usta bir şair, şiir yarışması düzenlenmesini isteyen bir şair padişah, hasadı “Harman Şiir Festivali”yle taçlandıran yerli halk, Metin Kurt’un tek seçici olacağı bir şiir yarışması…

Postmodernist mi dediniz? ya da Oyunbaz, Muzip Solbek

İlhan Durusel, neredeyse her öyküsünde kendini yenilemesiyle, öykünün sınırlarını zorlamasıyla, öykü için estetik biçim arayışında olmasıyla, verili gerçekliğin ötesinde kendine özgü yazınsal gerçekliği arayışıyla, dili kullanmasıyla, biçemiyle modernizmin uçlarında gezinir. Klasik kurguyu dışlaması, parçalı yapısı, bir takım biçim oyunlarına girişmesi, anlatımındaki, dili kullanmasındaki karnaval havası, alaysaması, parodisi, üstkurmacayı kullanması, metinleri dönüştürmesi, göndermeleri, çağrışım zenginliği öyküleri postmodernizmle buluşturur. Postmodernizm üzerine tartışmaların dışında kalarak söylemek istiyorum, anlatım biçimlerini sorguladığı, mesele edindiği, biçim ve biçem arayışında sürekli zor olan yolları seçtiği için yazınsal gerçekliğini, evrenini bu yapıyla kurar İlhan Durusel.  

Öykülerinde tarihi bugünün verileriyle yeniden dillendirmesi bir uzak açı, yabancılaştırma sağlar. Eklemli yapı şaşırtacak, duraksatacak, kolay okumayı kıracaktır. Böylece hem yazar olarak öyküyü sorgulayacak, belki de yeniden tanımlayacak, arayışlara yönelecektir, hem de okuyucusuna aynı sorgulamada, arayışta yanı başında yer açacaktır.
Örneğin ilk kitabındaki “Sualtı Mezarları” farklı anlatım biçimlerini, görselliği kullandığı ilgi çekici bir öyküdür. Gene aynı kitapta yer alan “Bir Alıntı (3x1) Hikâye, Bir Kıssa, Bir Hisse” öyküsü müziğin görselliğiyle, ezgisel diliyle, kurgusal yapısıyla, çağrışımıyla, deneysel biçemiyle modern ötesine geçen bir öyküdür.
Karakalem Requem üstkurmacanın ustalıkla kullanıldığı bir öykü kitabı. Giriş bölümünün izi bütün kısa kısa öykülere yayılacak, padişahın izi sürülecektir. Emeklilik partisi veren bir padişahtan, şiir yarışmasına katılan padişaha, şehzadelerden, saraylara… masalsılığın çağdaş bir söylemle birleşmesi.
Süslü Nehir bütün öykülere yayılan tarih imgesiyle yeni bir kurgulama arayışının izini sürer. Selçuklular İçin Güzel Sözler okuruz, coğrafya Anadolu’dur, Selçuklular başta olmak üzere bütün Anadolu halklarını kapsar. Bütün öykülerde aynı cesur deneyselliği, çağrışım zenginliğini okuruz. “Kucağında Çıban: Minietek Seyyare Semazen” adlı öykü Halk hikâyeciliğinin söyleyişini kullanır, parçalı yapının içinde ritmi arttıran bir yapıya dönüştürür. “Eflak Sokaklarının Yarı Gecesi”, “Demirsahra-Batıkada”, “Aynı Şehirde Bir Daha”, iki pehlivanlar öyküsü, “Bataklığa Bir Buket” öykünün sınırlarını zorlayan, şaşırtan, kışkırtan öyküler olarak yerini alır.
Gül Öksüren Melek kitabındaki “Nasıl Bir Mezara Acaba Hamlet?”, “Semaver Fokurduyor, Taşacak”, “Gölgede Oyun” adlı öyküler metinlerarasılıkla, metinlerin alaysı dönüştürümüyle kurgulanan metinler. Yabancılaştıran kurmaca ve dil anlayışını bu son kitapta daha belirgin olarak okuyabiliyoruz. “Gölgede Oyun” göndermeleriyle, Karagözün ve Hacıvatın bugünün insanına özgü sorunlarla boğuşuyor olmalarıyla, geleneksel tiplerin dönüştürülmesiyle tam bir uzak açı sağlıyor, yabancılaştırmayı, epiğe varan anlatımı kullanıyor. Hele çayına süt koyan Hacivat’ın oturup Brecht okuması…

Öykünün Dili ya da Düzenli Dağınıklık  

Dile olan tutkusunu şöyle dillendiriyor İlhan Durusel: “Afyon tiryakiliği gibi dille ilgilenmek. Bir kere tadını alınca başka bir şeyle ilgilenmek mümkün değil. (…) Yazdıklarını yüksek sesle (fısıltı makamında da yazılmış olsa) kendine okuyabilmeli insan. Ritm, dil, anlam, ses ilişkileri daha kolay seziliyor o zaman. (…) İyi bir üslup için, yazar yazdığını kendine okuduğunda gözleri yaşarmalı.” (Askıda Öykü, Sayı 5)
Alımyazım Kılavuzu’nun en belirgin özelliklerinden biriydi dilin ustalıklı kullanımı. İlk kitapta sözün büyüsünü ustalıkla yakalamıştı İlhan Durusel. Kurgulamadaki yenilikçi tavrını dile ve anlatıma da yansıtıyor, böylece bir bütünlük yakalıyor, kendine özgü biçemini ilk kitapta yakalıyordu. Daha sonraki öykülerinde de coşkulu dil kullanımını sürdürür, parçalı, çağrışım zenginliğiyle katman katman açılan dilini geliştirir. Gül Öksüren Melek’de ise günlük dile daha çok yaklaşır, dilin sarp kayalarından çakıl taşlarına dek iz sürer, yer yer kısa cümlelerle dilinin ritmini yeniler, hareketlendirir, dilin ezgisel yapısını da söyleyişine katar.
Alaysamalı dilini de unutmamak gerek. Aslında ilk kitabından Gül Öksüren Melek’e kadar sürekli arttırarak yer verdiği anlatımlardan biridir alaysama. İlk kitaplarında sözcük oyunlarından, deyimlerin, kalıpların kullanımından yararlanan alaycı bakış son kitapta anlatılana yerleşecek, artan alaysama dozu son öykülerde diliyle, konusuyla bütünü ele geçirecek, kara mizahın kıyısına vuracaktır. “Metin Kurt”, “Solbekler”, “Ağlayan Kaya” öykülerini sayabiliriz.
Alınyazım Kılavuzu’ndan Gül öksüren Melek’e kadar öykülerin tamamına yakınında ben anlatıcıyı kullandığını görüyoruz İlhan Durusel’in. Ya da doğrusu birden çok anlatıcının yer aldığını söyleyebilir miyiz, yani anlatının içinde ben anlatıcıyla birlikte yürüyen, çoğul zamirleri de kullanan bir başka anlatıcı. Çoklu anlatıcı yapısı öykülerin biçemine daha uygun düşüyor kuşkusuz. Anlatıcı ayrı yerde, öykü kahramanı anlatıcı olarak ayrı yerde söz alıyor. Gül Öksüren Melek kitabındaki Osman Hamdi Bey öyküsü ve sonrasındaki dört öyküde ise “o” anlatıcının kullanıldığını görüyoruz. Aynı kitapta “Tekbaşına Gazeller” ve “Nerde Ne” bölümlerindeki daha bugüne odaklanan, öznelliğiyle kendi içine kapanan, gündelik yaşamın öykülerinde ise ben anlatıcı tektir artık, çoklu anlatıcı bırakılmıştır.
Anlatımındaki parçalı yapı, dağınıkmış gibi gözüken ama kendi içinde bir düzene ulaşan, bilinçle oluşturulmuş kurgusallığı barındırır. Kolaycı, klasik bir anlatımdan yana değildir. Kapalılık, kendini zor ele veren yapı önemlidir öykülerinde.
Sıçramalı, boşluklu anlatımını diliyle, anlattıklarıyla bütünleştirerek oluşturduğu, sıra dışı, yenilikçi yazınsal gerçekliğine okuyucunun da en az yazarı kadar emek vermesini ister İlhan Durusel.

Son’luk ya da Yeniden Ön’lük

İlhan Durusel edebiyatımızdaki cesur yazarlardan biridir. Diliyle, anlatımıyla, deneyselliğiyle, oyunbazlığıyla kendine başka bir yol açmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Kendi edebiyatının sözlü, yazılı bütün kaynaklarını çağdaş bir söylemle buluşturur, halk hikâyelerinden, masallardan, karagöz metinlerinden, şiirden yararlanır.

Öykünün sınırlarını zorlamak, öyküyü yeniden tanımlamaya girişmek, her yazısını yeniyle sınamak İlhan Durusel’i her zaman öykücülüğümüzün sıra dışı yazarları arasında tutacaktır.   

(Kitap-lık, Eylül Ekim 2016, Sayı:187)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder