Kendi
Kıyısında Bir Öykücü: Muzaffer Hacıhasanoğlu
Kadir
Yüksel
Öykücülüğümüzde
unutulmuş ya da yeterince değeri bilinmemiş imzalar önemli bir toplam
oluşturuyor, ne yazık ki. Kimine göre zamana karşı direnemeyenler unutulmaktan
kurtulamazlar. Kimine göre ise toplumumuzun en büyük hastalığıdır belleksizlik.
Birçok sebep aranıp bulunabilir, unutulma nedenleri sıralanabilir. Elbette
sadece öykücülerimiz değil, romancılarımız, eleştirmenlerimiz, denemecilerimiz
arasında da unutulmaya yüz tutanlara rastlamak mümkün. Ben çoğu zaman toplumsal
yaşamımızın seyri içinde arıyorum unutulmanın nedenlerini. Özellikle 12 Eylül
sonrası belleksizliğimizin giderek arttığını, bir koparılmışlığı yaşadığımızı
düşünüyorum. Geçmiş deneyimlerimizden koparılmamız, gelecekle kurabileceğimiz
bağımızı zayıflattı. Edebiyatta toplumcu bakışın yok sayılması birçok yazarın
unutulmaya terk edilmesine yol açtı. Hemen arkasından gelen insancıl olandan
uzaklaşma, toplumdan kopma süreci yapay bir edebiyat anlayışını öne çıkardı. Zamanla
bu anlayışın kırıldığını söylemek de gerekli, elbette. Özellikle iki binli
yıllar, topluma dönük sözü olan öykücülerin nasıl anlatmak gerektiğini de
önceleyerek farklı anlatımlara yönelmelerini getirdi. Geçmiş dönemlerin
öykücülüğüyle bağların daha sağlam kurulduğunu görüyoruz bu dönemde. Doksanların
ikinci yarısında başlayan öykü dergileri kuşağı başta olmak üzere ardından
gelen öykücülerin, toplumcu kuşağı da, 50 kuşağını da daha iyi
değerlendirdiklerini, farklı okumalara giriştiklerini söylemeliyiz.
Unutulmaya
yüz tutan öykücülerimizden biri de Muzaffer Hacıhasanoğlu’dur. Dört öykü
kitabıyla, yayımlanabilmiş iki romanıyla, bir deneme kitabıyla kendi kıyısına
çekilmiş, edebiyatın bütün zamanlarına ilgi duyan, kafa yoran okuyucularını
beklemektedir. Bir Tespih Tanesi
(1951), Bu Dağın Ardı (1954), Eller (1979), Dağ Başındaki Ölü (1983) yayımlanan öykü kitaplarıdır. Trenler Yine Gidiyor (1982) adlı romanı sağlığında
yayımlanır. Ölümünden yıllar sonra 2006’da Evlerde
Sevgi Yoktu adlı romanı yayımlanacaktır. Roman otuz yıl önce 1970’de
Milliyet Gazetesi’nde tefrika edilmiştir. Gene gazetelerde tefrika edilen ama
kitaplaşmayan üç romanı daha var: “Kasaba Kadınları” 1961’de Vatan’da, “Tatsız
Dünya” 1971’de Yenigün’de, “Emin Efendi” 1972’de Cumhuriyet’te… Bir de deneme
kitabı; 1981’de yayımlanan Atatürk Bize
Bakıyor.
Türk Dili dergisinin Temmuz 1975 tarihli
Türk Öykücülüğü Özel Sayısı’nda Selim
İleri ‘köyü kentliye anlatmayı amaçlayan öykücülerden’, enstitülü yazar
kuşağından söz ederken kısa bir paragrafta değinir Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun
öykücülüğüne: “Enstitülü yazarların
dışında olmakla birlikte, kasaba insanını içli bir sesle anlatan Muzaffer
Hacıhasanoğlu’nu da anmak istiyorum. Hacıhasanoğlu kasaba insanlarının acılı,
üzünçlü serüvenlerini işliyor. Sessiz, durgun, dönüp baktığımızda aynı tadı
veren öyküler bunlar.”
O
tarihlerde sadece ilk iki öykü kitabı yayımlanmıştır Muzaffer
Hacıhasanoğlu’nun. Aynı özel sayıda “Öykü Nedir? Öykü anlayışınızı anlatır
mısınız?” sorusuna Hacıhasanoğlu’nun verdiği yanıttan bölümler okuyalım: “Öykü sözcük anlamına bakılırsa bir ya da
birkaç olaya dayanan bir anlatı biçimidir. Benim anlayışıma göre öyküde olayın
önemi eski değerini yitirmiştir. Olay yok mudur? Vardır, ancak eskisi değin
vurucu nitelikte değildir. Bakın Sait Faik’in öykülerine, bir bölüğü kendi
kendine konuşmalar biçimindedir. (…) Öykü yoğunlaştırmayı gerektirdiğinden
romana göre daha da özen isteyen bir anlatı biçimidir. İyi bir öyküde yazar
koca bir romanda anlatılandan daha çok sorunu ortaya koyabilir; söyleyebilir
diyeceklerini. (…) Ben öykülerimde, olayı, kişileri, diyeceklerime yardımcı
olarak kullanırım. İzlenimlerim öykücülüğüme yardımcı olmuştur; ancak hiçbir
olayı baştan sona izlememişimdir. Bir ucundan yakalamışımdır. Sonrasını, kendi
kendime geliştiririm. Kesin bir sonuçla
bitirmediğim öyküm çoktur. Okuruma düşünme payı bırakmak isterim. (…) Öyküde
insanı toplumu içinde gerçekçi açıdan görmeyi amaçlarım.”
Muzaffer
Hacıhasanoğlu’nun ilk öykü kitabı Bir
Tespih Tanesi Varlık Yayınları arasında yayımlandıktan hemen sonra Kaynak dergisinde Attila İlhan bir
eleştiri yazar, yazıyı Gerçekçilik Savaşı
adlı kitabına da alacaktır. Hacıhasanoğlu’nun köyü değil kasabayı anlattığında
daha başarılı olduğunu, köyü anlattığında hep bildik konuları, bildik
şekillerde anlatmasını eleştirir. Kitabın içinde “Tokaç” adlı öyküyü
diğerlerinden ayırır. Yazının pek çok yerinde Hacıhasanoğlu’na haksızlık
ettiğini düşünsem de haklı olduğu nokta Hacıhasanoğlu’nun, ilk kitabında, nasıl
yazmalı sorusuna, öykünün işçiliğine yeteri kadar eğilmediğidir. Nurullah
Ataç’da 1954’te yazdığı bir yazıda kitaptaki öykülerin kusurlarından söz edecek
ama yazısını onun iyi bir öykücü, daha doğrusu iyi bir romancı olabileceğini
umduğunu söyleyerek bitirecektir. Muzaffer Hacıhasanoğlu’da 1981’de Kemal
Ateş’le yaptığı bir söyleşide (Türk Dili Dergisi) başlangıçta dilde yanlışları
olduğunu kabul edecektir. İlk kitabın kusurları daha ikinci kitabı Bu Dağın Ardı’nda düzelmeye başlasa da
yazarının uzun bir suskunluğa girmesini engelleyemeyecektir. Yazmaktan uzak
durmak değildir bu suskunluk, kitaba karşı bir suskunluktur. Çünkü kitaplarını
yayımlatmadığı altmışlı, yetmişli yıllarda gazetelerde romanları tefrika
edilir. Ama hiçbirinin kitaplaşması için çaba harcamaz. Sanki küskünlük
yayıncılık dünyasına, kitaplaşmaya küskünlüktür. İkinci kitabın
yayınlanmasından tam yirmi beş yıl sonra üçüncü öykü kitabını, Eller’i yayımlayacaktır (1979). Kitap
1980 yılı TDK Öykü Ödülünü kazanır. Bu kitapta usta işi öykülerle buluşturur
öykü okuyucusunu. Çok geçmez, iki yıl sonra 1982’de Trenler Yine Gidiyor adlı romanı, 1983’te Dağ Başındaki Ölü adlı öykü kitabı yayımlanır. En çok verimli
olacağı çağda, genç sayılacak bir yaşta, 1985’in hemen ilk ayında yaşamını
yitirir.
Bütün
kusurlu yanlarına karşın Bir Tespih Tanesi’ndeki
öyküler iç burkan, yoksulluğun, yoksunluğun acılarını yansıtan, insan
sıcaklığında öykülerdir. Anadolu’nun değişik yerlerinde hekimlik yapan
Hacıhasanoğlu’nun tanıklıklarından izler taşırlar. Bu izleri bütün kitaplarında
da görebiliriz. Kenti anlatan öyküleri neredeyse yok gibidir. Köyün, özellikle
de kasaba insanlarının anlatımında daha başarılı, daha ustadır yazar. Attila
İlhan’ın sözünü ettiği “Tokaç” öyküsü her şeyiyle diğer öykülerden ayrı
tutulmalıdır, kitabın en güzel öyküsüdür. Annesi fabrikada çalışmak zorunda
olan Fatma, evde küçük kardeşlerine bakmak için okuldan ayrılır. Öğretmeni
Fatma’nın peşine düşünce babası hastaneden okula gidemez diye rapor almak
ister. Fatma’yı takar peşine hastaneye gider. Doktorlar röntgen isteyince
babanın kafası karışır. Röntgen dedikleri şey insanın içini göstermez mi?
Fatma’nın içini görürlerse işin aslı anlaşılacak, sahte rapor almaya
çalıştıkları belli olacaktır. Baba kızının röntgene, içini gösteren aynaya
girmesine izin vermez.
Bu Dağın Ardı adlı ikinci kitap ilk
kitabın kusurlarının aşıldığı, gerek sağlam kurgularıyla, gerek atmosferiyle,
anlatımıyla, gerekse kişileştirmeleriyle, diyaloglarıyla ilk kitaba göre daha
iyi öykülerin bir araya geldiği bir kitaptır. Bu öykülerde artık olay ikincil
konumdadır. Olayın içinden bir kesit alınmış, o kesitin içinde kişilerin
dünyaları, yaşam savaşımları, yoklukları, çoğu kez iç monologlarla,
anımsamalarla anlatılmıştır. Kitaba adını veren uzun öykü kurgusuyla da ilgi
çeker. Soğuk bir kış günü karargâhta iskambil oynayan subayların arasındaki
konuşmalarla başlayan öykü her bölümünde farklı bir yere, mekâna evrilecek, her
bölümde ötelerde görünen dağın ardı özlenecektir. Bütün öyküler kasaba
yaşamından kesitler sunar okuyucusuna. “Kibrit Kutusu”nda tren istasyonundaki
hamalları, istasyona dışarıdan gelen yolcuları anlatır. “Gelirsiniz Değil mi?” turnelere çıkan bir
tiyatro kumpanyasının rejisörünün başından geçenleri anlatacak, sanki bir
Anadolu fotoğrafı çekecektir. “Davulcu” adlı öykü kasaba insanının sıkıntısını,
durağanlığını, delicesine davul çalan bir davulcunun yaşamından kesitlerle
birleştirerek, güçlü betimlemelerle, diyaloglarla anlatacaktır.
Yirmi
beş yıl aradan sonra yayımlanan üçüncü öykü kitabı Eller, Muzaffer Hacıhasanoğlu’ nun öykü ustalığını yerleştirdiği kitaptır.
1980 yılı TDK Öykü Ödülünü kazanan Eller’de
on bir öykü var. Kitaba adını veren öykü “Eller”, köyden kente göçen, kentte
bir fabrikada çalışmaya başlayan, tanıdığı herkesi elleriyle değerlendiren,
elleriyle tanıyan Mehmet’in öyküsüdür.
“Eskimiş Bir Marangoz” öyküsü eski bir marangoz ustasının intihar etmek
istemesiyle açılır. Yok olmaya yüz tutan esnaflığa ilişkin bir öyküdür, sonunda
emeği, emeğinle kazanmayı yüceltecektir. “Traktör” farklı tanıklıklarla Hasan
Ağa’nın anlatılmasıdır. Kazanma hırsı, toprak hırsı sonu olacaktır ağanın.
“Ben, Molotof, Çörçil, Yosma” okuyucusunu at yarışlarına götüren bir öykü,
gerek konusu, gerek anlatımıyla kitabın en farklı öyküsü. “Faytona Ağıt”
öyküsünü de farklı inceliklerin öyküsü olarak mutlaka anmak gerek.
Yayımlanan
son öykü kitabı Dağ Başındaki Ölü
ellili yıllardan seksenlere taşıdığı öykü anlayışının en üst noktasıdır. İlk
kitabının ilk öyküsü “Bir Fotoğraf Canlanıyor”da kullandığı gerçeküstü bir
öğeye ses vererek gündelik gerçeği anlattırma biçimini son kitabının ilk
öyküsü, kitaba da adını veren “Dağ Başındaki Ölü”de de kullanır. Öyküyü ölen
adama ses vererek anlatır. Giderek büyülü gerçekçiliğe de yaslanabilecek bu
tutumunu ne yazık ki sürdüremez, geliştiremez. “Çiçekler” de öleceğini bilen
bir ihtiyarı, “İsli ve Ötekiler” de zar atan kumar tutkunlarını, “Yeşil
İskarpinler” de genç kız hayallerini, hayalleri yok eden yoksunlukları, “Tamam
mı?” da kasabanın top peşinde koşan bıçkın delikanlılarını, “Cehennem
Otobüsü”nde otogarları, otobüs yolculuklarının renkli kişilerini okuruz.
Muzaffer Hacıhasanoğlu
gerçekçi öykücülüğümüzün izinde ürünler vermiştir. Klasik öyküleme anlayışını
fazla zorlamadan, duru, temiz bir dil anlayışıyla, yer yer yöresel söyleyişleri
de yazıya aktararak oluşturur yazı dünyasını. En önemli özelliğinin de
içtenliği olduğunu düşünürüm. Kırsal kesim ve kasaba insanlarının yaşamını
keskin bir gözlem gücüyle yansıtır öykülerine. Kırsalda yaşamın sancıları,
köyden kasabaya göç olgusu, sanayileşmenin getirdikleri, işçilerin dünyası,
aile toplum çatışması, aile içindeki sürtüşmeler, çile çeken kadınlar, dayanışmalar,
mutluluklar, bireyin iç dünyasını da unutmadan yazıya aktarılır. Küçük
insanların gündelik dünyalarından çıkarır anlatacaklarını, eleştirmekten de
korkmaz kahramanlarını, sevmekten de.
Öykücülüğümüzün
gerçekçi kuşağının bu alçakgönüllü, insancıl, kısa ömrünü çıkar gözetmeksizin
yazının içtenliğiyle birleştirmiş öykücüsünün, Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun bütün
öykülerini, hatta dergilerde kalanları da katarak tek bir kitapta toplamanın
zamanı geldi de geçiyor. Yazının da yaşamın da çok acısını çeken bir kuşağın, gitgide
artan bugünün acılarına da söyleyecek çok sözü olduğunu düşünüyorum. Kendi
kıyısından dostça seslenen o güzelim romanının adını değiştirerek söyleyelim; ‘evlerde sevgi olsun’ diye…