12 Mart 2016 Cumartesi

Türk Tiyatrosunda Kimlik, Ulusal Tiyatro Tartışmaları ve Günümüz Oyun Yazarlığına Yansımaları



Türk Tiyatrosunda Kimlik, Ulusal Tiyatro Tartışmaları ve
Günümüz Oyun Yazarlığına Yansımaları

Kadir Yüksel

Ulusal kimlik bir toplumun bütün kültürel kodlarıyla oluşan bir kimlik biçimi olarak tanımlanabilir. Kolektif kimlikler ulusal kimliği meydana getirmede son derece önemlidir. Küreselleşme ile birlikte bu tip oluşumların önemlerini kaybetmesiyle “kültürel kimlik” kavramı ön plana çıkmaya başlamıştır. Kültürel kimlik hem geçmişe hem de geleceğe aittir. Geçmişten gelen kültürel kimlik bu süreçte değişimlere uğramıştır. Böylece uygun deneyimler, ilişkiler, mevcut semboller ve fikirler doğrultusunda sürekli gelişmekte ve yeniden üretilmektedir. Geçmişteki deneyimlerin, kültürel yaşanmışlıkların yaşanan zamanın koşullarıyla yeniden üretilmesidir sözü edilen.
Kimliğin en önemli bileşenlerinden biri aidiyet duygusudur. İnsanın bireysel ya da kolektif kimlik arayışı, değişen dünyada güvenli bir liman arayışı olarak özetlenebilir. Kendimizi başkalarından nasıl ayırdığımız ise kimliğimizi belirlemektedir.
Küreselleşmenin getirdiği kültürel kimlik olgusu ulusal kimlik düşüncesini sorgularken bir yandan da etnisite ve ötekilik kavramlarının yoğun olarak tartışılmasına yol açmıştır. Küreselleşmenin getirdiği aynılaşmanın karşısına “bağımsız kimlik” arayışlarının konulması mutlaka sorgulanmalıdır. Kimlik arayışının bir yandan da şovenliğin yükselişine kapı araladığı düşünülebilir. Ama evrensel insani değerlere bağlı kalınarak verilecek “bağımsız kimlik” yanıtları, paradoks gibi görünse de, aslında küreselleşmenin aynılaştırmasına olduğu kadar şovenliğe karşı durmanın da bir yolu olabilir. Küreselleşmenin aynılaştırması karşısında kültürel kimliğin sürekliliğinin sorgulanması geçmişten gelenin zamana göre uğradığı değişimin, geleceğin kültürel kodlarına da yol göstermesi tartışılmalıdır. Bu noktada, öteki yaratma, etnik ayrımcılık, milliyetçilik gibi zarar verecek düşüncelerin de gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Bunu da göze alarak kültürel kimlik öğelerinin evrensel insani değerlerle sınanması gerekecektir. 
Küreselleşmenin dayattığı tek tip kültür, bir başka tanımla kültür emperyalizmi, kültürel anlamdaki kimlikleri de yok olmaya götürmektedir. Örneğin tek tipleşmiş bir yeme içme kültürünün geçmişten bugüne taşınan birikimlerini, deneyimlerini geleceğe taşımak zorlaşmaktadır. Değişime uğraması kaçınılmazdır elbette ama bu değişim yok olması anlamına mı ya da müzelik olarak korunması anlamına mı gelmelidir?
Kültürel kimliklerin geçmişten gelen birikimlerini geleceğe taşıması anlamında sanat çok önemli roller yüklenir. Kültürel kimliğin kodlarının sorgulanmasından değişime uğramasına, korunmasından geliştirilmesine, yenilenmesine, yeni formlarla zamanın koşullarına uyarlanmasına, yeni birikimler elde edilmesine kapı aralar sanat.
Sanatlar içinde özellikle tiyatro, insanlık tarihine eşlik eden en eski sanat dallarından biri olarak insanlığın uygarlaşması, evrensel insani değerlerin oluşması yolunda önemli katkılar sağlamış, azımsanamayacak bir kültürel birikim oluşturmuştur. Bu birikimi bütün coğrafyalarda farklı biçimlerde deneyimlediğini görüyoruz tiyatronun. Kültürel kimliğin bir göstergesi olduğunu, kültürel kimliğin kodlarının taşıyıcısı olduğunu görüyoruz.
Tiyatro, özellikle Doğu ve Batı’nın buluşma yeri olan Anadolu’nun da bütün kültürel birikimini taşımıştır. Bütün kültürel kimlik değişimlerinin tanığı olmuş, bu konudaki pek çok tartışmaya kaynaklık etmiştir.

Anadolu, Doğu ve Batı’nın kesiştiği, birbirinin içine girdiği bir coğrafi mekân olarak belki de kültürel kimlik olgusunun en çok tartışılması gereken yerlerden biridir. Bu topraklar üzerinde kültürel kimlikler anlamında, geçmişten taşınabilecek, yeniden üretilebilecek, belki de aynılaşmaya, tek tipliğe en önemli karşı çıkışı yaratabilecek büyük bir birikimin olduğunu düşünüyorum.
Tiyatro özelinde bu kimlik tartışması Tanzimat’tan bugüne yapılmaktadır. Doğulu olmak, Batılı olmak… Öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki, bir yanımız Balkanlardan ve Akdeniz’den batıya uzanırken bir diğer yanımız Doğunun kadim izlerini taşıyor.
Önce Ahmet Hamdi Tanpınar’a gidelim, Edebiyat Üzerine Makaleler adlı kitabında “Şark ve Garp Arasında Görülen Esaslı Farklar”ı şöyle özetler: “Şark, maddeyi olduğu gibi yahut ilk rastlayışta ona verdiği değişiklikle kabul eder. Telkin edilen ilk hususiyetle yetinir. Garp ise onu daima elinde evirir çevirir, zihninin karşısında tutar, ondan birtakım başka hususiyetler ve mükemmelleşme imkânları arar, onun hakkında en etraflı bilgiye sahip olmaya çalışır ve bu gayretler sayesinde sonunda bu maddeyi başka bir şey denecek hale getirir. (…) fark işte bu dikkat, onun mahsulü olan şahsi tecrübe ve bu tecrübelerin birbirine eklenmesinden doğan bilgidir.”   
Doğulu bakışla batılı bakışı karşılaştırır Tanpınar. Doğunun o kendine özgü durağanlığının karşısına batının merakını, devingenliğini, akıl yürütmesini, değiştirmesini koyar. Burada elbette dinsel, geleneksel değerler ve coğrafya söz konusudur. Özellikle imparatorluk olarak Anadolu’ya yerleşirken doğulu özelliklerimizi yanımızda taşıdığımız gerçeğini unutmamak gerekiyor. Sadece dinsel anlamda değil, gelenekler görenekler anlamında da Anadolu’ya taşıdığımız kültürel kimlik kodu “biat etme”dir, “kul” olmadır. Bunun İslami değerlerin içinde yer alan “ümmet” fikriyle birleşmesi Tanpınar’ın tespitinin ne kadar yerinde olduğunu gösterecektir. Kaderci anlayış, sorgulamayan, sormayan, inanan, teslim olan yapı ümmet inancıyla birleşince verili olanla yetinecek, değiştirmek için çaba göstermenin gereksizliğine inanacaktır. Yaşama ilişkin kültürel kodlarını da buna göre düzenleyecektir. Burada elbette bütün doğu toplumları farklı açılarla ele alınabilir. Durağanlığın, yavaşlığın, kabullenmenin, değişime kapalı olmanın ya da değişimi zorlukla benimsemenin,  doğunun kültürel kimliğinin özellikli yanları olduğunu söyleyebiliriz. Bu aynı zamanda bizim geleneksel yaşama kültürümüzün, geleneksel kimliğimizin de en önemli özelliğidir.
İmparatorlukta ve hatta imparatorluk artığı olduğunda Türk insanının geleneksel ve dinsel değerlere tutsak edilmesi sonucunda Batının birey olma düşüncesi bu coğrafyada kendini gösterememiştir. Kulluk düşüncesi, batıda izlediği değişim sancısını, sorgulamaları ve köktenci değişimi bu topraklarda izlememiştir. Batının yaşadığı Rönesans, Aydınlanma Çağı, endüstri devrimi, modern çağ, bireyleşme doğuda aynı koşutlukla yaşanmamıştır.
Bizde Batılılaşma düşüncesi Tanzimat’la birlikte yoğun olarak yaşanmaya başlayacaktır. Ama İlber Ortaylı’nın tanımlamasıyla “iç yapısında bir gelişme olmayan, endüstrileşemeyen toplumun üst yapısal modernleşmesi, kültür anarşisi denilen olayı yaratmıştır. Üst yapıdaki değişimler, eski yaşam biçimleri değişmeyen geniş kitleleri, onların sözcülerini rahatsız eder.”  Burada hemen şunu da eklemek gerek, o dönem aydınlarının da değişimi tam olarak anlayabildikleri tartışma konusudur. Neredeyse tamamının Fransa’ya gittiğini, uzun yıllar Fransa’da yaşadığını ama Batı’nın özdeki değişimini çok da iyi kavrayıp kendi toplumlarına tanıtamadıklarını söyleyebilir miyiz?
Murat Tuncay Sahneye Bakmak serisinin ikinci kitabındaki “Modern Türk Tiyatrosunun İlk Sıkıntılarına Toplu Bakış” adlı yazısında Tanzimat’ta yaşanan değişimi ele alır ve geleneksel yaşamın değerleriyle, ölçütleriyle modern, batılı anlayışın birbirinden ayrılan yönlerinden, mahalle kültürüyle meydan kültürünün yaşanan değişimde nasıl etkin olduğundan söz eder. Böylesine birbirinden ayrı, neredeyse birbirine zıt yaşam biçimlerin, kimlik kodlarının mutlaka bir takım sorunları da beraberinde getireceğini, tiyatromuzun ilk yıllarında yaşanan sıkıntıların, hatta bugüne yansıyan bazı tartışmaların buradan kaynaklandığını söyler.

Namık Kemal Celal Mukaddimesi’nde tiyatro üzerine düşüncelerini anlatırken tam anlamıyla batı tiyatrosundan söz edecek, geleneksel anlayıştan gelen tiyatro öğelerinin yok edilmesi gerektiğini, tiyatrodan atılması gerektiğini, bayağı olduğunu söyleyecektir. Güllü Agop’un Osmanlı Kumpanyası batılı anlamda tiyatroyu yerleştirmek için çaba gösterecektir. Oysa ilk oyunumuz olarak sürekli sözünü ettiğimiz Şair Evlenmesi’nde Şinasi batılı biçimi kullansa da Osmanlı’da yaşayan, daha halka dönük tiplemeleri kullanacak, diyalog örgüsünde geleneksel olana yaslanacaktır. Ama ne yazık ki tiyatroda ısrarcı olmaz Şinasi. Namık Kemal hem aydın olarak hem de oyun yazarlığındaki devamlılığıyla daha çok hissettirecektir ağırlığını. Bana öyle gelir ki, tiyatromuz Namık Kemal’in değil de Şinasi’nin baskın olduğu bir yoldan yürüseydi başka bir yere varacak, belki de tiyatromuzun bize özgü olan yanı çok daha önce sorgulanır olacaktı.
Namık Kemal’in ve Osmanlı Tiyatrosu’nun anlayışına ilk karşı çıkış Teodor Kasap’tan gelir. Kasap, “bize gelince, bizim için tiyatroyu ne Yunan’dan, ne Roma’dan, Ne Fransa        ‘dan, ne İngiltere’den almaya ve tatbik etmeye hacet yoktur. Gerek tatbik ve taklit suretiyle olsun, gerekse eskiden beri mevcut bulunsun, halkımızda tiyatro fikri ve elimizde bir tiyatro vardır ki ismine “Zuhuri” diyoruz. Bu tiyatro zamanın terakkilerine nispetle geri kalmış da şimdi ihtiyaçlarımıza yetmiyorsa, bunu bugünkü ihtiyacımıza kâfi olabilecek dereceye getirmeliyiz.” diye yazar. Görüldüğü gibi 60’lı 70’li yıllarda yeniden alevlenecek bir tartışmanın ilk yazılarından birini yazmıştır Teodor Kasap. Geleneksel tiyatromuzun formlarının çağdaşlaştırılmasını, günün tiyatrosuna uydurulmasını önerir. Tiyatromuzun batının eserlerini aktararak, taklit ederek değil kendine özgü kaynaklarla, kendi kimliğinden gelen tiyatro öğeleriyle kurulabileceğini söyler.
Teodor Kasap’ın bu yazısı, bu eleştirel çıkışı neredeyse yüz yıl sonra 1970’lerde, Kasap’ın tiyatro düşüncesine çok yakın bir başka yazarımız tarafından anılacak, dile getirilecek ve tartışmaya açılacaktır. Bu yıl yüz yaşında olan Haldun Taner’dir o yazarımız. “Arada ne sular akmış. Zavallı Kasap, zavallı Kunoş “Türk halkı kendi kaynaklarına dönmedikçe Batı’nın ikinci el silik ve soluk bir kopyası olmaktan kurtulamaz” diye az mı çırpınmışlar. Hepsi kös dinlenmiş.”  Sözü Haldun Taner’e getirmeden önce diğer duraklara da uğramak gerekli elbette.  
Bu duraklardan en önemlisi kuşkusuz İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’dur. Ulusal tiyatro tartışmaları içinde Baltacıoğlu, halk tiyatrosu geleneğimizin zengin ve önemli bir kaynak olduğundan söz eder. Halk tiyatrosu halkların yarattığı değerlerdir ve toplumsal kimliğimizin içinde kendilerini var ederler. 1941 yılında yayımlanan Tiyatro adlı kitabında önce tiyatronun özünün ne olduğu sorusunu sorar. İkinci bölümünde Öz Tiyatro kavramını ortaya atar. Üçüncü bölüm tiyatro devrimcileri bölümüdür. Son bölümde ise bir senteze varacaktır. Halk tiyatrosunun, köy seyirlik oyunların, ortaoyununun özelliklerini ortaya koyar ve bu özelliklerin çağdaş tiyatroda kullanılması gerektiğini söyler. Öz tiyatronun oynanacağı yerlerden söz eder. Açıkhava sahneleri, alanlar, meydanlar, halkın arasıdır tiyatronun yeri. Yazdığı oyunlarla da tiyatro düşüncesine örnekler verecektir: Andaval Palas, Kafa Tamircisi, Akıl Taciri…
İkinci durağımız Ahmet Kutsi Tecer’dir. Köşebaşı oyunu özellikle ulusal tiyatro tartışmalarının içinde özellikli bir yerde durmaktadır. Diğer Oyunları Bir Pazar Günü, Satılık Ev, Koçyiğit Köroğlu… Ayrıca halk kültürüne ilişkin araştırmalarıyla da kültürel kimliğimize katkılar sağlayacaktır.

Müsahipzade Celal’in oyunlarını da unutmamak gerekir. Batılı formun içinde geleneksel yapıyı çok özgün bir denemeyle yerleştirmesi önemsenmelidir mutlaka. Ne yazık ki Müsahipzade’nin açtığı kanal tam anlamıyla kullanılmış, ilerletilebilmiş, yenilenebilmiş değil.
Ulusal tiyatro tartışmaları içinde Metin And’ın yeri unutulmazdır elbette. Geleneksel tiyatromuzun araştırılmasında ve bugün bile aşılması güç kitaplarıyla önemli bir yerde durur. Cumhuriyet Dönemi Tiyatrosu adlı kitabında “geleneğe yaslanmak ve onun temeli üzerinde yeniyi kurmak tutuculuk değildir. Bizim için güçlük, bir tiyatro geleneğimiz olmakla birlikte bir dram geleneğimizin olmamasıdır” diye yazar.
Gene ulusal tiyatro tartışmalarında yazılarıyla, incelemeleriyle, kitaplarıyla yer alan önemli bir tiyatro adamımız var: Özdemir Nutku. Yaşayan Tiyatro adlı kitabında yer alan “Sanatta Ulusallık ve Tiyatromuz” adlı yazısında öncelikle kendi kültür kaynaklarımıza yönelmemiz gerektiğini söyler. Gerçek anlamda bir Türk tiyatrosu  ancak bu şekilde kişilik kazanacaktır. Elbette, “Ortaoyununda Yabancılaştırma Kavramı” adlı o önemli yazıyı unutmamak gerekiyor.
60’lı yıllar ulusal tiyatro tartışmalarının yoğunlaştığı yıllardır. Tiyatromuzun kimlik arayışı giderek artar. Bu yıllarda özellikle Haldun Taner’in öncülüğünde geleneksel tiyatromuzun özünde bulunan öğelerin çağdaş tiyatroda kullanılması tartışılır, sorgulanır ve bugün bile tiyatromuzun yüz akı oyunlar yazılır. Keşanlı Ali Destanı, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, Zilli Zarife, Eşeğin Gölgesi, Ayışığında Şamata Haldun Taner imzasını taşımaktadır. Ayrıca oyunlarının yanı sıra yazılarıyla da ulusal tiyatro kavramını savunacaktır Haldun Taner.
Turgut Özakman, Oktay Arayıcı, Sermet Çağan, Sadık Şendil, Aziz Nesin, Mehmet Akan, Haşmet Zeybek yazdıkları oyunlarla tiyatromuzun kendine özgü bir biçim arayışına katkı vereceklerdir. Geleneksel biçimleri günün koşullarında yenileyecekler, sözü olan, eleştiren, toplumun değişimine koşut bir tiyatrodan yana olacaklardır.
Ulusal tiyatro tartışmaları tiyatromuzun kendine özgü bir kimlik edinmesi çerçevesinde 70’li yıllarda da sürecektir. 1973 tarihli Tiyatro 73 dergisinde yapılan bir soruşturmaya verilen yanıtlar tartışmanın çerçevesini göstermesi açısından da ilginçtir. İsmet Küntay, tiyatroyu otantikliği içinde bırakmamak gerektiğini, yüzeyde kalmamak koşuluyla geleneksel tiyatrodan yararlanmak gerektiğini söyler. Ulvi Uraz, halktan yana olan tiyatrodan yana olduğunu açıkça belirtir. Bunun karşısında Sabahattin Kudret Aksal, Nuri Güngör gibi yazarlarımız karşı çıkacaklar, tiyatroda evrensel ölçülerin olduğunu, gelenekten alınacak bir şey olmadığını söylerler.
1980 darbesi önemli bir koparma harekâtı olacaktır. O günü geçmişten koparma, geleceği o günden koparma. Yaşanan birikime, deneyimlere sekte vurmaktır bu. Kültürel kimlik, taşıyıcı rolünü, değiştirmeci yanını üstlenemez. Toplumcu gerçekçiliğe vurulan ağır darbe, tiyatroyu da vurulacaktır. Özellikle o dönemde ulusal tiyatro arayışını savunan yazarlar kovuşturmalara uğrayacak, işlerini kaybedeceklerdir. Tiyatromuzun kimlik kazanma arayışı duracaktır. Eleştirel olan oyunlar zorluklarla karşılaşır. Oyun yazarlığında iyice geriye düşülür. Yazarlarımız tarihe yönelirler, absürd tiyatro öne çıkar, alışılageldik gerçeklik anlayışı sorgulanacak, halka dönük tiyatro küçümsenecektir. Önceki yirmi yılda sıkça tartışılan tiyatromuzda kimlik sorunu ve ulusal bir tiyatroya ulaşmak için tartışmalar, oyunlar kesilecektir.
90’lı yılların ikinci yarısından sonra Türk oyun yazarlarından yeni bir kıpırdanışın yılları olacaktır. 2000’ li yıllara gelindiğindeyse artan bir ivmenin olduğu görülür. Ulusal tiyatro tartışmaları yeniden gündeme gelmez ama geleneksel tiyatromuzu çağdaş tiyatroya taşıma çabaları kaldığı yerden sürdürülmeye devam eder.
Ulusal tiyatro anlayışını, geleneksel gösteri sanatlarını kullanan, 1980 sonrasında ve son on yılda öne çıkan yazarlar ve oyunlardan kısa bir derleme: 
Güngör Dilmen, geleneksel tiyatromuzun öğelerini taşıyacaktır sahneye. Aşkımız Aksaray’ın En Büyük Yangını, Kuzguncuk Türküsü, Ben Anadolu, Osmanlı Dram Kumpanyası…
Başar Sabuncu, Şerefiye, Çark, Zemberek, Mutemet Ali Bey, İşçi Babası Ömer Ağa adlı oyunlarında gelenekselden yararlanacak, geleneksel gülmece anlayışını sahneye taşıyacaktır.
Ferhan Şensoy, Şahları da Vurular’dan bugüne neredeyse bütün oyunlarıyla Ortaoyuncular macerasında her zaman halk tiyatrosunun ve tiyatromuzun kendine özgü kimliğini oluşturma düşüncesinin takipçisi, uygulayıcısı olur.
Murathan Mungan’dan söz etmeliyiz. Mezopotamya üçlemesi taziye kültürünün, ölüm mitlerinin peşinde dolaşır. Taziye kadar acı veren bir dildir Murathan Mungan’ın kullandığı.
Erhan Gökgücü, özellikle İki Kalas Bir Heves oyununda Abdürrezzak Efendi’nin yaşamı üzerinden ortaoyununun tarihine ilişkin bir bakış getirir.
Yılmaz Onay, Bu Zamlar Bana Karşı, Dev Masalı, Sonsuz Operet oyunlarında geleneksel biçimleri sahneye taşır.
Özen Yula, özellikle Gayriresmi Hürrem ve Rahvan Giden Atlılar adlı oyunlarında geleneksel tiyatronun pek çok öğesini sahneye taşıyacaktır.
Erol Toy, Meddah ve Kadınlar Matinesi adlı oyunlarıyla çağdaş meddah oyunları yazar.
Haldun Dormen, Hisseli Harikalar Kumpanyası, Kantocu adlı oyunlarıyla hem müzikal öğelerden hem de geleneksel tiyatromuzun öğelerinden yararlanacaktır.
Müjdat Gezen, Salak Oğlum adlı oyunuyla çağdaş bir ortaoyununa yönelecek, İstanbul Müzikali, Hamlet Efendi adlı oyunlarıyla geçmişten bugüne tuluat tiyatrocularını taşıyacaktır.
Bilgesu Erenus, özellikle Misafir oyunuyla köy seyirlik geleneğin çağdaş bir oyunda nasıl kullanılması gerektiğinin örneğini verir.
Ülkü Ayvaz, Külhanbeyi Operası adlı oyununda müzikli seyirlik oyun formunu, gülmece ve dönem özellikleriyle çok ustaca harmanlar.
Semih Çelenk, Heccav ve Zenabir adlı oyunlarında geleneksel tiyatromuzun özünü, gülmece anlayışını sahneye taşımış ve çağdaş formlarla buluşturmuştur.

Coşkun Irmak, Memurin Faslı
            Ali Yürük, Türkmen Düğünü
            Metin Balay, Düzmece Müzikal
            Hasan Erkek, Eşik
            Yılmaz Gruda, Kavuklu Hamdi
            Üstün Dökmen, Komşu Köyün Delisi
            Yücel Erten, Azizname
            Yalçın Baykul, İlklerin Efendisi Şinasi
            Sinan Bayraktar, Definename
Savaş Aykılıç, Ah Şu Büyükler, Aşk Grevi
Mustafa Nogay Kesim, Pişti
Tarık Şerbetçioğlu, İstanbul Hatırası, İstanbul ve Aşk
Aslı Öngören, Yel mi Değirmen mi?
Uğur Saatçi, İstibdat Kumpanyası
Taner Büyükarman, Mansur’un Küpesi
Ali Cüneyt Kılcıoğlu, Televizyon Cumhuriyeti, Plastik Aşklar, İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı

Ebru Aksakallı, Kapılar

Sahaftan 12 - Ayrı Dünya - Bekir Sıtkı



Ayrı Dünya - Bekir Sıtkı

 Kadir Yüksel

            Bekir Sıtkı Kunt’un beşinci öykü kitabıdır Ayrı Dünya. 1952’de Yeditepe Yayınları arasında yayınlanır. Kısa yaşamında, en verimli olacağı dönemde yaşama veda eden Bekir Sıtkı, gerçekçi öykücülüğümüzün önemli imzalarından biridir. Bir öncü olmamıştır elbette, ama o dönemlerde önemli örnekleri yazılmaya başlanan gerçekçi öykücülüğümüzün gelişmesinde, yol açıcılığında, birikimin ileriki kuşaklara taşınmasında rolü olmuştur.
            1905’te Antakya’da doğar. İlk ve orta öğretimin ardından İstanbul’a gider ve edebiyat fakültesine kaydolur. Kısa bir süre sonra oradan ayrılacak ve hukuk fakültesine geçecektir. Öğrenciliği sırasında çeşitli gazetelerde çalışır. 1928’de mezun olduktan sonra adliyeye girer. Çeşitli yerlerde yargıçlık yapar. 1938’de Antakya milletvekili olarak seçilir. 1946’dan sonra tekrar yargıçlığa döner ve genç yaşta, 1959’da İstanbul’da yaşama veda eder. İlk öyküleri 1930’da Vakit gazetesinde yayımlanır. Sadri Ertem’in çevresinde toplanan bazı yazarlar, ondan etkilenerek gözleme dayanan gerçekçi öyküler, romanlar yazmaktadırlar. “Sanatın tek amacı ve yolu halk için olmaktır. Halktan olmayan, halkı anlatmayan, halkta yankı uyandırmayan bir sanat düşünülemez.” Bu düşünceler sadece Bekir Sıtkı’nın edebiyata bakışı değildir, aynı çevrede toplanan yazarların ortak görüşü gibidir. 
Bekir Sıtkı’nın sahaflardan edinebildiğim iki kitabında da belli bir öykü düzeyini koruduğunu söylemek istiyorum öncelikle. Yapmacıksız, süssüz, düz bir anlatımla, konuşma dilini yazı diline ustaca aktararak yazmayı seçmiştir. Çeşitli yerlerde yargıçlık yapmasının da etkisiyle Anadolu insanını, emeğiyle geçinenleri, orta sınıf insanlarını iyi tanıması, gözlem gücüne, anlatımındaki yalınlığa, yaşayabilen, canlı öykü kişileri oluşturabilmesine yansımıştır.
Ayrı Dünya yazarın sağlığında yayımlayabildiği son öykü kitabıdır. Öykülerde halkın farklı kesimlerinden insanların yaşamlarından kesitler buluruz. Emekli memurlar, küçük esnaf, kenar mahalle insanları, serseriler, şehrin kalabalığından uzak köşelerdeki insanlar… “Dünya bozuldu azizim” diye başlayan ilk öykü kitaba da adını veren “Ayrı Dünya” öyküsü bugün bile konuşulabilen bir diyalogla başlar. Dünyanın, insanların bozulduğunu düşünen iki emeklinin vapur yolculuğuna ilişkin bir öyküdür. “Zır…Zır…” da müdür muavini tarafından hakarete varan bir iş çevrilen muhasebe şefinin canı sıkılmakta, başına gelenleri düşünmektedir. “Baba” adlı öykünün tamamı çok güzel gündelik diyaloglarla yazılmış. Kitabın diğer öyküleri de aynı gerçekçi izi, yalın ama kıvrak dili taşıyor.

Bekir Sıtkı Kunt’u hatırlatırken gerçekçi öykücülüğümüzün seyrine ilişkin önemli bir çalışmanın yapılıp yapılmadığını düşündüm. Öykücülüğümüzdeki gerçekçi damarın serüveni incelenmeli, bugünün öykücülüğüne katkıları sorgulanmalı.          

Hakkı İnanç - Ateş Etme Silahsızım



Ateş Etme Silahsızım - Hakkı İnanç

Kadir Yüksel

            Hakkı İnanç’ın ilk kitabı Bozuk, Selçuk Baran Öykü Ödülü’nü alan dosyasının kitaplaşmasıydı. 2013 yılında yayımlanan bu ilk kitap, dergilerden tanıdığımız, kitabı beklenen genç bir öykücüyü kazandırıyordu öykücülüğümüze. Hemen bir yıl sonra ikinci öykü kitabıyla çıkageldi Hakkı İnanç. Okuyucusunu fazla bekletmedi, öyküyü soğutmadı; Ateş Etme Silahsızım.
            Kısa sayılabilecek bir sürenin ardından gelen ikinci kitap daha önceki öykülerin devamı ya da tekrarı olacak diye düşündürebilir. Oysa Ateş Etme Silahsızım ilk kitap Bozuk’tan farklı öyküleri barındırıyor içinde. Sert, bıçkın dil kimi öykülerin ortak yanı, ama ikinci kitapta gerçeküstücü öğelere yaslandığını görüyoruz. Yaşamın kıyısında kalmış, topluma uyum sağlayamamış insanları gerçeküstü, hatta fantastik durumlarla karşı karşıya bırakıyor. Fantastik olanla gerçeği, kurgunun, dilin, öykülemenin potasında bir araya getiriyor. Sıradışı, gerçeküstü olanı gündelik yaşamımızın içinde inandırıcılığıyla anlatıyor.  Daha ilk iki öyküde, “Son Söz” ve “Sehpa” da ilk kitaptan farklı dünyasını kuruyor, atmosferini oluşturuyor. Dildeki içtenlik biçeminin en önemli silahı, ama bu içtenlik hareketlilikten de uzak durmuyor, argo kullanımıyla, sözcüklerin değerini arttıran kısa cümleleriyle, kimi öykü sonlarıyla okuyucusuna göz kırpmayı biliyor. Elbette ilk kitabın biçemsel özelliklerini taşıyan öyküler de var; “Şirinler’i Gören Çocuk”, “Demir Bilyeler”, “Armut Dibine”, “Kayık” gibi…
            Yaşamın kıyısındaki insanları anlatmayı seviyor Hakkı İnanç, özellikle toplumla barışık olamayan, çoğu kez kendini gizlemiş insanlar bunlar. Özellikle çocukların dünyasını anlatırken etkileyici oluyor. İlk kitabında da vardı çocukların ve kadınların dünyası. Bu ikinci kitabında da yaşamın farkında olan, kendilerini korumaya, büyümeye çalışan çocuklar var. Aynı zamanda direnen, ayakta kalmaya uğraşan kadınları da okuyoruz. Çoğu kez yenik düşseler de yaşamaya çabalıyorlar, gördükleri bütün kötülüklere göğüs germeye uğraşıyorlar. Elbette çoğu kez kötülüğü yayanlar öykülerdeki erkek karakterler. Hele babalar, sevilip sevilmediği bilinmeyen, çocuklarına iyi davranmayan, kötücül adamlar; “Son Söz”, “Şingilaylo”, “Şirinler’i Gören Çocuk”…
            Birbirinden bağımsız, birbirine gönderme yapmayan on yedi öyküden oluşuyor Ateş Etme Silahsızım. İlk öykü “Son Söz” de bir ahrazla evlendirilir öykü kahramanı. Zamanla sevgiye varacaktır evlilik, ahraz bir motor alıp gelir kapının önüne. Kasabada ölümler olmaktadır, nedeni belli olmayan ölümler. Gerçeküstü ölümlerin ucu açıkta bırakılmıştır, boşluğa asılıdır. Okuyucunun öykü uçlarını, satır aralarını bir araya getirerek boşluğu kapaması, bütünü kurması istenir. Ayrıntılar özenle seçilip yerleştirilir öyküye. Bu kurguyu, anlatımı öykülerin nerdeyse tamamında görebiliriz.
            İkinci öykü “Sehpa” da fantastik öğelerle kurulmuş. Fantastik öğelerin gündelik gerçeklerle iç içe geçmesi, sıra dışının sıradanla buluşması öykülere ayrı bir özellik katıyor. Boşandığı eşine “neyi istiyorsan al” der öykü kahramanımız. Eşi hiçbir şeye dokunmaz, yalnızca orta sehpayı alır. Orta sehpa öykü kahramanımız için çok değerlidir, çocukluğunun korunağıdır. Salonun ortasındaki büyük boşluğu doldurmak için bir sehpa ısmarlar kahramanımız.
            “Şirinler’i Gören Çocuk” ilk kitaptaki öykülere, gerçekçi bakışa daha yakın duran, ilk gençliğe ilişkin bir öykü. Kocası uzakta olan kadına giden üç arkadaştan biri dışarıda gözcülük edecektir. “Kanca” öyküsünde tavandaki kancanın daha ilk anda çağrıştırdığı, okuyucunun dilinin ucuna getirdiği şey, öykünün sonunda öykü gerçeğine dönüşecektir. “Demir Bilyeler” yaşamın kıyısında, farklı tercihleri, istekleri olan öykü kahramanını çok kırılgan, incelikli bir dille anlatıyor. Kitabın etkileyici öykülerinden biri.
            “Kaçak Av” ve kitabın son öyküsü “Kertenkeleler Suçsuz” anlatımlarıyla birbirine yakın duran iki öykü. Kısa cümlelerle, yoğun sözcük seçimleriyle, şiirselliğe evirilen yanlarıyla diğer öykülerden ayrılıyorlar. “Çekirge” öyküsü gene fantastik öğelerle gerçeğin harmanlandığı, iyi kurulmuş diyaloglarla örülen bir öykü. “Halının Altı” adlı öyküde ekmek parası için yurtdışında çalışan kocasının her ay bir kez gelişini bekleyen, zorluklarla boğuşan, oğlunu büyütmeye çalışan kadın, komşunun eve gelen kedisine dayanamaz. “Şingilaylo” da oğlunu lunaparka götüren bir babanın çocuğuyla olan ilişkisini, kötücüllüğünü, çocuğun babaya bakışını, aile içindeki gerilimi okuruz.
            “Kayık” adlı öykü gerek sert, bıçkın argosuyla, gerek anlatımıyla, kurgusuyla, atmosferiyle kitabın en etkileyici öyküsü oldu benim için. Sokak fahişesi Bediha’nın yaşamıdır, onun zor bir hayatın içinden geçip ayakta kalmaya çalışması ama yenik düşmesidir anlatılan.
            “Kül ve Kırıntı” yalnız yaşayan, yaşam bağları zayıflamış öykü kahramanımız, alt katında yaşayan komşusunun annesini evinde misafir eder. Kapıda kalan yaşlı kadın, ekmekle sigara almaya giden oğlunun dönmesini beklemektedir. “Dıkşın Dıkşın” adlı öykü çocuk dünyasının incelikle anlatıldığı, düşle gerçeğin iç içe geçtiği, bütünlenmeyi bekleyen boşluklarla kurgulanmış etkileyici bir öykü. “Kız sorular sordukça kasabayı daha bir aydınlatıyordu güneş.” Kasabanın kasvetli, acıtan atmosferi içine çekiveriyor okuyucuyu.
            Hakkı İnanç, çok iyi bir gözlem gücüyle yazıyor öykülerini. Öykü kişilerinin kendileriyle, aileleriyle olan savaşımı, yaşama tutunma çabaları, bir yandan da toplumla çatışmaları; çocukluktan yaşlılığa, sevgiden şiddete, şiddetten var olma uğraşına…
Hareketli, kıpır kıpır bir dili, anlatımı var. Uzun betimlemeler, çözümlemeler yapmıyor, diyaloglarla, benzetmelerle, tavırlarla anlatıyor. Dilin içinde derinden derine kendini duyumsatan ironiyi de unutmamalı; yer yer gülümseten, öykü kişilerinin durumlarını açığa çıkaran, öyküyle okuyucu arasında hem içtenliği hem de uzak açıyı sağlayan…
            Hakkı İnanç Ateş Etme Silahsızım’ la kendine özgü öykü dünyasını oluşturuyor.

5 Mart 2016 Cumartesi

Tahsin Yücel'in Bize Bıraktığı Karakterler

Tahsin Yücel’in Bize Bıraktığı Karakterler

Kadir Yüksel

            Tahsin Yücel’i 22 Ocak 2016’da, 83 yaşında sonsuzluğa uğurladık. 1933’te Elbistan’da doğar, üç yaşına gelmeden babasını kaybeder Tahsin Yücel. Annesiyle, kardeşleriyle on iki yaşına kadar yaşadığı Ötegeçe ve Elbistan öykülerinin mekânı olacaktır. Ardından parasız yatılı sınavlarına girecek ve 1945’te, bütün bir yaşamına yön verecek olan Galatasaray Lisesi’ni kazanacaktır.
Lise yıllarında öyküleri dergilerde yayımlanır. İlk öyküsü “Dert Çok, Hemdert Yok” 1950’de Yaşar Nabi’nin hazırladığı Yeni Hikâyeler 1950 adlı derlemede yer alır. Yeryüzü, Seçilmiş Hikâyeler, Mavi, Varlık gibi dergilerde öyküleri yayımlanır. Yaşar Nabi’nin uyarısıyla İÜEF Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kaydını yaptırır. Aynı fakültede neredeyse yarım yüzyıl öğrencilik, asistanlık, öğretim üyeliği yapacaktır, 2000 yılına dek aynı bölümde çalışacak, pek çok öğrenci yetiştirecektir.



Öğrenciliği sırasında Varlık Yayınları’nda çalışmaya başlar. Çeviriler yapar, Varlık dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yürütür. Bir okul gibi olacaktır dergi Tahsin Yücel için. Dönemin önemli yazarlarını tanıma olanağı bulacaktır.
Öykülerine ve romanlarına geçmeden önce, çok yönlü bir edebiyat insanı olan Tahsin Yücel’in bize bıraktığı diğer yapıtlardan söz etmek gerek.
Göstergebilim, yapısalcılık alanında dünya çapında bir bilim adamıdır Tahsin Yücel. Paris’te çalışmalar yapar, göstergebilim üzerine tezleriyle adından söz ettirir. Anlatı Yerlemleri ve Yapısalcılık adlı kitapları zor okunur ama göstergebilime önemli katkılar olarak görülecektir.
Benim için Tahsin Yücel’in denemelerinin yeri başkadır. Onun sanat, edebiyat, dil üzerine denemelerinden çok şey öğrendiğimi söylemeliyim. Hiçbir deneme kitabını kaçırmadan edinip altını çize çize okudum. Yazınsal olana özgü denemelerinde gerek bizim edebiyatımızdan gerekse dünya edebiyatının klasiklerinden ele aldığı yapıtlar üzerinden edebiyatı sorgulayacaktır. Yazın ve Yaşam, Yazının Sınırları, Yazın, Gene Yazın adlı kitaplarında yazın ve kültür alanında pek çok sorunu ele alır. Yazının sınırlarından, yansıtma sürecine, çoğul okumadan betimleme ve eğretilemeye, yazarın bağımlılığından alaysamaya dek ele aldığı yazınsal sorunları açıklıkla ele alır, okuyucusunu da içine katmayı başarır, çünkü kesin, tek bir yanıta ulaştırmaz, sorgulamaya devam etmesini ister okuyucusunun.
            Gündelik yaşamın içinden seçtiklerini de denemelerine konu edinecektir. Salaklık Üstüne Deneme adlı kitabı bence denemeciliğimizin doruk yapıtlarından biridir. Sanatla kültürle gündelik yaşamımızı birleştiren, sorgulayan, akıl dolu denemelerdir. Üstelik o her zamanki ince alaya dayalı anlatımıyla, içtenliğiyle, söz ustalığıyla okuyucusunu kendine bağlayıverir. Elbette Göstergeler, Söylemlerin İçinden, Yüz ve Söz adlı kitaplarını da unutmamalı… Denemelerin bütünü mutlaka okunması gerekenler listesinde olmalı, yazınsal olanı sorgulamak, yazma üzerine kafa yormak için.
Türkçenin en önemli savunucularından biri olduğunu söylemeden geçemeyiz. Dil Devrimi ve Sonuçları dil devrimine karşı çıkanlara, dil devrimine kara çalanlara yanıt verdiği yapıtıdır. Dil üzerinde titizlenmesinin, tutarlılığının, dil bilincinin kendi kuşağının bütün yazarlarında var olduğunu söylemek gerek. Türkçenin yenilenmesinin gücüne inanır Tahsin Yücel, eskimiş sözcükleri kullanmaktan kaçınır, onun için dil yeni anlatım olanakları yaratacaktır.
            Tahsin Yücel öyküleri ve romanlarıyla edebiyatımızın köşe taşı yazarlarından, izinden gidilecek yazarlarından biridir. Yazınsal biçeminin en önemli yanı ince alayı çok yetkin bir biçimde kullanmasıdır kuşkusuz. Aslında bütün yazınsal birikiminde ince alayı kullanmıştır. Toplumsal yapının bozukluklarını, insan ilişkilerindeki yanlışlıkları, baskıcı kişilikleri, trajikomik olanı ince alayı kullanarak eleştirir. İnsanların kişilik bozukluklarını, bireyin modern yaşamla çelişkilerini, tutarsızlıklarını, yaşamın açmazlarını, yozlaşmayı ince alayın bütün olanaklarıyla açığa vurur. İnce alayın sağladığı uzak açıyla okuyucunu sarsar, anlatılanlarla özdeşlik kurmasını engeller.
            Tahsin Yücel’in pek sözü edilmeyen bir başka önemli yanı da yarattığı karakterlerdir. Bir karakter yaratma ustasıdır o. Öykülerinin, romanlarının hepsinde sıra dışı kişiliklerle, canlı, etkileyici, trajikomik, iz bırakan, unutulmaz karakterlerle tanıştırır okuyucusunu. İnce alayın olanaklarıyla kişilerinin kusurlarını açığa çıkaracaktır. Kusurların yerli yerinde, zengin ayrıntılarla anlatılmasıyla canlanan, bireysellikleri ve toplumsallıklarıyla derinlik kazanan kişilikler karakter boyutu kazanırlar. Anlattığı karakterlere tutkuyla, insanca bir bakışla bağlıdır yazar, onları idealize etmez, bütün insani özellikleriyle, değerleriyle, kusurlarıyla görür, anlatır.  
 İlk öykü kitabı Uçan Daireler 1954 yılında Varlık Yayınları arasında yayımlanır. İkinci kitabı Haney Yaşamalı 1955 yılında yayımlanacak, ilgiyle karşılanacak, Sait Faik Hikâye Armağanı’yla ödüllendirilecektir. Bugün bile öykücülüğümüzün en güzel kitaplarından biri olarak yerini korumaktadır. 1958’de yayımlanan üçüncü öykü kitabı Düşlerin Ölümü ise TDK Öykü Ödülü’ne değer görülecektir. Yaşadıktan Sonra 1969’da yayınlanır.
Haney Yaşamalı’nın Haney’i unutulmaz bir karakter olarak öykücülüğümüzdeki yerini almıştır. Ucuzlaştıkça iyi olan orospulardandır o, ölümünü alaya alanları alaya alır yazar. Haney karakteri üzerinden erkek egemen kasaba yaşamının eleştirisi gelecektir. Diğer öykülerdeki karakterler de kasaba yaşamının özellikleriyle iz bırakırlar okuyucuda; Hancı Dursun, Şifa Bacı, Ahmet Elden, Katuşa, hatta etkileyici bir masalın kahramanı Sümüklüböcek…
Öyküde uzun bir aradan sonra 1983’de Ben ve Öteki yayımlanacaktır. Kasaba yaşamının bütün geleneksel yanlarını, gündelik ayrıntıların zenginliğiyle ele alacaktır. Ben ve Öteki’de öykülerin mekânı Ötegeçe asıl kahramana dönüşecek, neredeyse karakter boyutu kazanacaktır. Öykülerin anlatıcısı, yakın dostu Memedali’le tartışarak, anlattıklarını ona onaylatarak yazar öyküleri, anlatıcıya başka bir boyut daha eklenecektir. Anlatıcı ve Memedali güçlü karakterler olarak bütün öyküleri, kitabın diğer karakterlerini birbirine bağlayacaktır. Topal Durmuş, Karadede, Dudu Bacı ve diğerleri öyküler arasında, ayrıntıların zenginliği içinde yer alacaklardır.


1989’da yayımlanan Aykırı Öyküler ise Tahsin Yücel öykücülüğünün değişime uğradığı kitaptır. İlk beş kitabının izleklerinin, anlatımının birleştiği yerden ayrılarak anlatımdan, içeriğine farklı bir kanal açacaktır öykücülüğünde. Kitapta yer alan beş öyküde de karakterler üzerinden kurgular öykülerini Tahsin Yücel. Karakterlerin kimlik karmaşasını, yozlaşmışlığını, yabancılaşmasını etkileyici bir ince alayla birleştirerek sunar okuyucusuna. Başöğretmen Abbas Yücebaş, Timurlenk Timur Tozkoparan, Müçteba Bey, Mükrimin Bey, Profesör Tarık Uysal ve baytar Tutkal Rıza etkileyici karakterler olarak karşımıza çıkar.
1999’da yayımlanan Komşular kitabıyla öykücülüğünün, dil ustalığının doruk noktasındadır. Bu kitapta da karakterler üzerinden kurgulanmış beş öykü yer alıyor. “Komşular” öyküsünün karakteri Albay Atmaca’yla sarsıcı bir değişime ve sona ulaştırır okuyucusunu. “Mektuplar” öyküsündeki Abuzera ve Medet karakterleri Tahsin Yücel’in bence en güzel öykülerinden birinin karakterleridir. Postacı Münür, tek bir başyapıt verememiş büyük yazar S.T., Kurban Ağa kitabın diğer unutulmaz karakterleridir. 
2008’de yayımlanan Golyan Devrimi adlı öykü kitabındaysa gene ince alayı bırakmaz ama ütopik bir devlete götürür bizi, ama anlattıkları tanıdıktır, yaşanılandır. Birbirine bağlanan on dört öykünün kahramanları Hayristan Cumhuriyeti’nin politikacıları, yöneticileri, askerleri, iş adamları, yazarları, gazetecileridir. Kendine has ironisiyle toplumsal düzenin, siyasal, ekonomik yapının eleştirisini yapar.
Karakterde yoğunlaşmasını romanlarında daha da belirgin olarak görebiliriz. Canlı, etkileyici, trajikomik, iz bırakan karakterlerdir hepsi. Peygamberin Son Beş Günü 1992’de yayımlanacak ve bizi ‘Peygamber’ takma adlı eski tüfek devrimci ozanla tanıştıracak, romancılığımıza unutulmaz bir karakter armağan edecektir.
1995’te yayımlanan Bıyık Söylencesi kasaba yaşamı içerisinde Cumali Kırıkçı’yla tanıştırır bizi, aslında romanın ana kahramanı bıyıktır. Bıyığın bir insanın yaşamını nasıl etkileyeceği, taşra kültüründe nasıl bir değerler sisteminin içinde yer alacağı, bıyık üzerinden kişinin ezilip yok olurken toplumun simgeleştirmesi, efsaneye dönüştürmesi anlatılır.


Edebiyatımızda bir başyapıt olduğunu düşündüğüm Yalan romanı 2002’de yayımlanacaktır. Yunus Nadi ve Ömer Asım Aksoy roman ödüllerini alır bu romanıyla. Kendine özgü müthiş ince alayıyla Yusuf Aksu karakterini armağan eder edebiyatımıza. İnsani özü çok iyi yansıtan, derinlikli, çok katmanlı bir romandır Yalan. Yalanlar denizinde yaşadığımız bugünün Türkiye’sinde romanın değerinin zamanla daha çok anlaşılacağına kuşkum yok.
2005’te yayımlanan Kumru ile Kumru’da kente göçün, geleneklerle kent yaşamı arasındaki bağın, tüketim hastalığının, yabancılaşmanın, esiri olunan eşyanın karakteridir Kumru. Pehlivan, Tuna Hanım gibi romanın diğer kişilerinin de ayrıntılarla çizilip karakterleştiğini unutmamak gerek.
2006’da yayımlanan Gökdelen ise bilimkurgu olarak yazılan ama günümüzün yakıcı sorunlarını, adaleti, özelleştirmeleri ele alan, gene güçlü karakterler çizen bir romandır. Avukat Can Tezcan, müteahhit Temel Diker, özelleştirme tutkunu başbakan Mevlüt Doğan, eski devrimci Cüneyt, Hikmet Bey romanı etkileyici kılacaktır.
Sonuncu adlı roman Selami Bey’le, “Serencam” adını verdiği ve bitirip bir adet bastırdıktan yirmi dört saat sonra öldüğü yapıtıyla tanıştırır okuyucusunu. Derinlikli, düşündürücü, iz bırakan bir karakter daha oluşturur Tahsin Yücel. Güçlü ince alayın en yetkin kullanıldığı yapıtlardan biridir, sanat ve basın dünyası göndermelerden payını alacaktır. Adı gibi sonuncu romanıdır Tahsin Yücel’in Sonuncu. Biraz gölgede kaldığını düşünüyorum bu romanın, oysaki ince örgülü, diliyle anlatımıyla çok özel bir romandır.

Tahsin Yücel’in ardından bize bıraktığı karakterler çok daha ayrıntılı incelemeleri hak ediyor. Edebiyatımızın bugününde karakter oluşturmanın pek önemli görülmediğini, güçlü karakterler çizilemediğini söylemek mümkün mü, bilemiyorum. Oysa etkileyici karakterlerle oluşturulan bir yazın evreninin edebiyatı güçlü kılacağını düşünüyorum. Tahsin Yücel’in ve kuşağının bize bıraktığı karakterlerle kalıcılaştığını, unutulmazlaştığını, yaşamın, çağının tanığı olabildiklerini düşünmek, sorgulamak gerek.