Türk Tiyatrosunda Kimlik, Ulusal Tiyatro
Tartışmaları ve
Günümüz Oyun Yazarlığına Yansımaları
Kadir
Yüksel
Ulusal kimlik bir toplumun bütün kültürel kodlarıyla oluşan bir kimlik
biçimi olarak tanımlanabilir. Kolektif kimlikler ulusal kimliği meydana
getirmede son derece önemlidir. Küreselleşme ile birlikte bu tip oluşumların
önemlerini kaybetmesiyle “kültürel kimlik” kavramı ön plana çıkmaya başlamıştır.
Kültürel kimlik hem geçmişe hem de geleceğe aittir. Geçmişten gelen kültürel kimlik bu süreçte değişimlere
uğramıştır. Böylece uygun deneyimler, ilişkiler, mevcut semboller ve fikirler
doğrultusunda sürekli gelişmekte ve yeniden üretilmektedir. Geçmişteki
deneyimlerin, kültürel yaşanmışlıkların yaşanan zamanın koşullarıyla yeniden
üretilmesidir sözü edilen.
Kimliğin en önemli bileşenlerinden biri aidiyet duygusudur. İnsanın
bireysel ya da kolektif kimlik arayışı, değişen dünyada güvenli bir liman arayışı
olarak özetlenebilir. Kendimizi başkalarından nasıl ayırdığımız ise kimliğimizi
belirlemektedir.
Küreselleşmenin getirdiği kültürel kimlik olgusu ulusal kimlik
düşüncesini sorgularken bir yandan da etnisite ve ötekilik kavramlarının yoğun
olarak tartışılmasına yol açmıştır. Küreselleşmenin getirdiği aynılaşmanın
karşısına “bağımsız kimlik” arayışlarının konulması mutlaka sorgulanmalıdır.
Kimlik arayışının bir yandan da şovenliğin yükselişine kapı araladığı
düşünülebilir. Ama evrensel insani değerlere bağlı kalınarak verilecek
“bağımsız kimlik” yanıtları, paradoks gibi görünse de, aslında küreselleşmenin
aynılaştırmasına olduğu kadar şovenliğe karşı durmanın da bir yolu olabilir. Küreselleşmenin
aynılaştırması karşısında kültürel kimliğin sürekliliğinin sorgulanması
geçmişten gelenin zamana göre uğradığı değişimin, geleceğin kültürel kodlarına
da yol göstermesi tartışılmalıdır. Bu noktada, öteki yaratma, etnik ayrımcılık,
milliyetçilik gibi zarar verecek düşüncelerin de gündeme gelmesi kaçınılmazdır.
Bunu da göze alarak kültürel kimlik öğelerinin evrensel insani değerlerle
sınanması gerekecektir.
Küreselleşmenin dayattığı tek tip kültür, bir başka tanımla kültür
emperyalizmi, kültürel anlamdaki kimlikleri de yok olmaya götürmektedir.
Örneğin tek tipleşmiş bir yeme içme kültürünün geçmişten bugüne taşınan
birikimlerini, deneyimlerini geleceğe taşımak zorlaşmaktadır. Değişime uğraması
kaçınılmazdır elbette ama bu değişim yok olması anlamına mı ya da müzelik
olarak korunması anlamına mı gelmelidir?
Kültürel kimliklerin geçmişten gelen birikimlerini geleceğe taşıması
anlamında sanat çok önemli roller yüklenir. Kültürel kimliğin kodlarının
sorgulanmasından değişime uğramasına, korunmasından geliştirilmesine,
yenilenmesine, yeni formlarla zamanın koşullarına uyarlanmasına, yeni
birikimler elde edilmesine kapı aralar sanat.
Sanatlar içinde özellikle tiyatro, insanlık tarihine eşlik eden en eski
sanat dallarından biri olarak insanlığın uygarlaşması, evrensel insani
değerlerin oluşması yolunda önemli katkılar sağlamış, azımsanamayacak bir
kültürel birikim oluşturmuştur. Bu birikimi bütün coğrafyalarda farklı
biçimlerde deneyimlediğini görüyoruz tiyatronun. Kültürel kimliğin bir
göstergesi olduğunu, kültürel kimliğin kodlarının taşıyıcısı olduğunu
görüyoruz.
Tiyatro, özellikle Doğu ve Batı’nın buluşma yeri olan Anadolu’nun da
bütün kültürel birikimini taşımıştır. Bütün kültürel kimlik değişimlerinin
tanığı olmuş, bu konudaki pek çok tartışmaya kaynaklık etmiştir.
Anadolu, Doğu ve Batı’nın kesiştiği, birbirinin içine girdiği bir coğrafi
mekân olarak belki de kültürel kimlik olgusunun en çok tartışılması gereken
yerlerden biridir. Bu topraklar üzerinde kültürel kimlikler anlamında,
geçmişten taşınabilecek, yeniden üretilebilecek, belki de aynılaşmaya, tek
tipliğe en önemli karşı çıkışı yaratabilecek büyük bir birikimin olduğunu
düşünüyorum.
Tiyatro özelinde bu kimlik tartışması Tanzimat’tan bugüne yapılmaktadır.
Doğulu olmak, Batılı olmak… Öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki, bir yanımız
Balkanlardan ve Akdeniz’den batıya uzanırken bir diğer yanımız Doğunun kadim
izlerini taşıyor.
Önce Ahmet Hamdi Tanpınar’a gidelim, Edebiyat
Üzerine Makaleler adlı kitabında “Şark ve Garp Arasında Görülen Esaslı
Farklar”ı şöyle özetler: “Şark, maddeyi
olduğu gibi yahut ilk rastlayışta ona verdiği değişiklikle kabul eder. Telkin
edilen ilk hususiyetle yetinir. Garp ise onu daima elinde evirir çevirir,
zihninin karşısında tutar, ondan birtakım başka hususiyetler ve mükemmelleşme imkânları
arar, onun hakkında en etraflı bilgiye sahip olmaya çalışır ve bu gayretler
sayesinde sonunda bu maddeyi başka bir şey denecek hale getirir. (…) fark işte
bu dikkat, onun mahsulü olan şahsi tecrübe ve bu tecrübelerin birbirine
eklenmesinden doğan bilgidir.”
Doğulu bakışla batılı bakışı karşılaştırır Tanpınar. Doğunun o kendine
özgü durağanlığının karşısına batının merakını, devingenliğini, akıl
yürütmesini, değiştirmesini koyar. Burada elbette dinsel, geleneksel değerler
ve coğrafya söz konusudur. Özellikle imparatorluk olarak Anadolu’ya yerleşirken
doğulu özelliklerimizi yanımızda taşıdığımız gerçeğini unutmamak gerekiyor.
Sadece dinsel anlamda değil, gelenekler görenekler anlamında da Anadolu’ya
taşıdığımız kültürel kimlik kodu “biat etme”dir, “kul” olmadır. Bunun İslami
değerlerin içinde yer alan “ümmet” fikriyle birleşmesi Tanpınar’ın tespitinin
ne kadar yerinde olduğunu gösterecektir. Kaderci anlayış, sorgulamayan,
sormayan, inanan, teslim olan yapı ümmet inancıyla birleşince verili olanla
yetinecek, değiştirmek için çaba göstermenin gereksizliğine inanacaktır. Yaşama
ilişkin kültürel kodlarını da buna göre düzenleyecektir. Burada elbette bütün
doğu toplumları farklı açılarla ele alınabilir. Durağanlığın, yavaşlığın,
kabullenmenin, değişime kapalı olmanın ya da değişimi zorlukla
benimsemenin, doğunun kültürel
kimliğinin özellikli yanları olduğunu söyleyebiliriz. Bu aynı zamanda bizim
geleneksel yaşama kültürümüzün, geleneksel kimliğimizin de en önemli
özelliğidir.
İmparatorlukta ve hatta imparatorluk artığı olduğunda Türk insanının
geleneksel ve dinsel değerlere tutsak edilmesi sonucunda Batının birey olma
düşüncesi bu coğrafyada kendini gösterememiştir. Kulluk düşüncesi, batıda
izlediği değişim sancısını, sorgulamaları ve köktenci değişimi bu topraklarda
izlememiştir. Batının yaşadığı Rönesans, Aydınlanma Çağı, endüstri devrimi,
modern çağ, bireyleşme doğuda aynı koşutlukla yaşanmamıştır.
Bizde Batılılaşma düşüncesi Tanzimat’la birlikte yoğun olarak yaşanmaya
başlayacaktır. Ama İlber Ortaylı’nın tanımlamasıyla “iç yapısında bir gelişme olmayan, endüstrileşemeyen toplumun üst
yapısal modernleşmesi, kültür anarşisi denilen olayı yaratmıştır. Üst yapıdaki
değişimler, eski yaşam biçimleri değişmeyen geniş kitleleri, onların
sözcülerini rahatsız eder.” Burada
hemen şunu da eklemek gerek, o dönem aydınlarının da değişimi tam olarak
anlayabildikleri tartışma konusudur. Neredeyse tamamının Fransa’ya gittiğini,
uzun yıllar Fransa’da yaşadığını ama Batı’nın özdeki değişimini çok da iyi
kavrayıp kendi toplumlarına tanıtamadıklarını söyleyebilir miyiz?
Murat Tuncay Sahneye Bakmak
serisinin ikinci kitabındaki “Modern Türk Tiyatrosunun İlk Sıkıntılarına Toplu
Bakış” adlı yazısında Tanzimat’ta yaşanan değişimi ele alır ve geleneksel
yaşamın değerleriyle, ölçütleriyle modern, batılı anlayışın birbirinden ayrılan
yönlerinden, mahalle kültürüyle meydan kültürünün yaşanan değişimde nasıl etkin
olduğundan söz eder. Böylesine birbirinden ayrı, neredeyse birbirine zıt yaşam
biçimlerin, kimlik kodlarının mutlaka bir takım sorunları da beraberinde
getireceğini, tiyatromuzun ilk yıllarında yaşanan sıkıntıların, hatta bugüne
yansıyan bazı tartışmaların buradan kaynaklandığını söyler.
Namık Kemal Celal Mukaddimesi’nde
tiyatro üzerine düşüncelerini anlatırken tam anlamıyla batı tiyatrosundan söz
edecek, geleneksel anlayıştan gelen tiyatro öğelerinin yok edilmesi
gerektiğini, tiyatrodan atılması gerektiğini, bayağı olduğunu söyleyecektir. Güllü
Agop’un Osmanlı Kumpanyası batılı anlamda tiyatroyu yerleştirmek için çaba
gösterecektir. Oysa ilk oyunumuz olarak sürekli sözünü ettiğimiz Şair Evlenmesi’nde Şinasi batılı biçimi
kullansa da Osmanlı’da yaşayan, daha halka dönük tiplemeleri kullanacak,
diyalog örgüsünde geleneksel olana yaslanacaktır. Ama ne yazık ki tiyatroda
ısrarcı olmaz Şinasi. Namık Kemal hem aydın olarak hem de oyun yazarlığındaki
devamlılığıyla daha çok hissettirecektir ağırlığını. Bana öyle gelir ki,
tiyatromuz Namık Kemal’in değil de Şinasi’nin baskın olduğu bir yoldan
yürüseydi başka bir yere varacak, belki de tiyatromuzun bize özgü olan yanı çok
daha önce sorgulanır olacaktı.
Namık Kemal’in ve Osmanlı Tiyatrosu’nun anlayışına ilk karşı çıkış Teodor
Kasap’tan gelir. Kasap, “bize gelince,
bizim için tiyatroyu ne Yunan’dan, ne Roma’dan, Ne Fransa ‘dan, ne İngiltere’den almaya ve tatbik
etmeye hacet yoktur. Gerek tatbik ve taklit suretiyle olsun, gerekse eskiden
beri mevcut bulunsun, halkımızda tiyatro fikri ve elimizde bir tiyatro vardır
ki ismine “Zuhuri” diyoruz. Bu tiyatro zamanın terakkilerine nispetle geri
kalmış da şimdi ihtiyaçlarımıza yetmiyorsa, bunu bugünkü ihtiyacımıza kâfi
olabilecek dereceye getirmeliyiz.” diye yazar. Görüldüğü gibi 60’lı 70’li
yıllarda yeniden alevlenecek bir tartışmanın ilk yazılarından birini yazmıştır
Teodor Kasap. Geleneksel tiyatromuzun formlarının çağdaşlaştırılmasını, günün
tiyatrosuna uydurulmasını önerir. Tiyatromuzun batının eserlerini aktararak,
taklit ederek değil kendine özgü kaynaklarla, kendi kimliğinden gelen tiyatro
öğeleriyle kurulabileceğini söyler.
Teodor Kasap’ın bu yazısı, bu eleştirel çıkışı neredeyse yüz yıl sonra
1970’lerde, Kasap’ın tiyatro düşüncesine çok yakın bir başka yazarımız
tarafından anılacak, dile getirilecek ve tartışmaya açılacaktır. Bu yıl yüz
yaşında olan Haldun Taner’dir o yazarımız. “Arada
ne sular akmış. Zavallı Kasap, zavallı Kunoş “Türk halkı kendi kaynaklarına
dönmedikçe Batı’nın ikinci el silik ve soluk bir kopyası olmaktan kurtulamaz”
diye az mı çırpınmışlar. Hepsi kös dinlenmiş.” Sözü Haldun Taner’e getirmeden önce diğer
duraklara da uğramak gerekli elbette.
Bu duraklardan en önemlisi kuşkusuz İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’dur. Ulusal
tiyatro tartışmaları içinde Baltacıoğlu, halk tiyatrosu geleneğimizin zengin ve
önemli bir kaynak olduğundan söz eder. Halk tiyatrosu halkların yarattığı
değerlerdir ve toplumsal kimliğimizin içinde kendilerini var ederler. 1941
yılında yayımlanan Tiyatro adlı
kitabında önce tiyatronun özünün ne olduğu sorusunu sorar. İkinci bölümünde Öz
Tiyatro kavramını ortaya atar. Üçüncü bölüm tiyatro devrimcileri bölümüdür. Son
bölümde ise bir senteze varacaktır. Halk tiyatrosunun, köy seyirlik oyunların,
ortaoyununun özelliklerini ortaya koyar ve bu özelliklerin çağdaş tiyatroda
kullanılması gerektiğini söyler. Öz tiyatronun oynanacağı yerlerden söz eder.
Açıkhava sahneleri, alanlar, meydanlar, halkın arasıdır tiyatronun yeri.
Yazdığı oyunlarla da tiyatro düşüncesine örnekler verecektir: Andaval Palas, Kafa Tamircisi, Akıl Taciri…
İkinci durağımız Ahmet Kutsi Tecer’dir. Köşebaşı oyunu özellikle ulusal tiyatro tartışmalarının içinde
özellikli bir yerde durmaktadır. Diğer Oyunları Bir Pazar Günü, Satılık Ev, Koçyiğit Köroğlu… Ayrıca halk kültürüne
ilişkin araştırmalarıyla da kültürel kimliğimize katkılar sağlayacaktır.
Müsahipzade Celal’in oyunlarını da unutmamak gerekir. Batılı formun
içinde geleneksel yapıyı çok özgün bir denemeyle yerleştirmesi önemsenmelidir
mutlaka. Ne yazık ki Müsahipzade’nin açtığı kanal tam anlamıyla kullanılmış,
ilerletilebilmiş, yenilenebilmiş değil.
Ulusal tiyatro tartışmaları içinde Metin And’ın yeri unutulmazdır
elbette. Geleneksel tiyatromuzun araştırılmasında ve bugün bile aşılması güç
kitaplarıyla önemli bir yerde durur. Cumhuriyet
Dönemi Tiyatrosu adlı kitabında “geleneğe
yaslanmak ve onun temeli üzerinde yeniyi kurmak tutuculuk değildir. Bizim için
güçlük, bir tiyatro geleneğimiz olmakla birlikte bir dram geleneğimizin
olmamasıdır” diye yazar.
Gene ulusal tiyatro tartışmalarında yazılarıyla, incelemeleriyle, kitaplarıyla
yer alan önemli bir tiyatro adamımız var: Özdemir Nutku. Yaşayan Tiyatro adlı kitabında yer alan “Sanatta Ulusallık ve
Tiyatromuz” adlı yazısında öncelikle kendi kültür kaynaklarımıza yönelmemiz
gerektiğini söyler. Gerçek anlamda bir Türk tiyatrosu ancak bu şekilde kişilik kazanacaktır.
Elbette, “Ortaoyununda Yabancılaştırma Kavramı” adlı o önemli yazıyı unutmamak
gerekiyor.
60’lı yıllar ulusal tiyatro tartışmalarının yoğunlaştığı yıllardır.
Tiyatromuzun kimlik arayışı giderek artar. Bu yıllarda özellikle Haldun
Taner’in öncülüğünde geleneksel tiyatromuzun özünde bulunan öğelerin çağdaş
tiyatroda kullanılması tartışılır, sorgulanır ve bugün bile tiyatromuzun yüz
akı oyunlar yazılır. Keşanlı Ali Destanı,
Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, Zilli Zarife, Eşeğin Gölgesi, Ayışığında
Şamata Haldun Taner imzasını taşımaktadır. Ayrıca oyunlarının yanı sıra
yazılarıyla da ulusal tiyatro kavramını savunacaktır Haldun Taner.
Turgut Özakman, Oktay Arayıcı, Sermet Çağan, Sadık Şendil, Aziz Nesin,
Mehmet Akan, Haşmet Zeybek yazdıkları oyunlarla tiyatromuzun kendine özgü bir
biçim arayışına katkı vereceklerdir. Geleneksel biçimleri günün koşullarında
yenileyecekler, sözü olan, eleştiren, toplumun değişimine koşut bir tiyatrodan
yana olacaklardır.
Ulusal tiyatro tartışmaları tiyatromuzun kendine özgü bir kimlik edinmesi
çerçevesinde 70’li yıllarda da sürecektir. 1973 tarihli Tiyatro 73 dergisinde yapılan bir soruşturmaya verilen yanıtlar
tartışmanın çerçevesini göstermesi açısından da ilginçtir. İsmet Küntay, tiyatroyu
otantikliği içinde bırakmamak gerektiğini, yüzeyde kalmamak koşuluyla
geleneksel tiyatrodan yararlanmak gerektiğini söyler. Ulvi Uraz, halktan yana
olan tiyatrodan yana olduğunu açıkça belirtir. Bunun karşısında Sabahattin
Kudret Aksal, Nuri Güngör gibi yazarlarımız karşı çıkacaklar, tiyatroda
evrensel ölçülerin olduğunu, gelenekten alınacak bir şey olmadığını söylerler.
1980 darbesi önemli bir koparma harekâtı olacaktır. O günü geçmişten
koparma, geleceği o günden koparma. Yaşanan birikime, deneyimlere sekte
vurmaktır bu. Kültürel kimlik, taşıyıcı rolünü, değiştirmeci yanını üstlenemez.
Toplumcu gerçekçiliğe vurulan ağır darbe, tiyatroyu da vurulacaktır. Özellikle
o dönemde ulusal tiyatro arayışını savunan yazarlar kovuşturmalara uğrayacak,
işlerini kaybedeceklerdir. Tiyatromuzun kimlik kazanma arayışı duracaktır.
Eleştirel olan oyunlar zorluklarla karşılaşır. Oyun yazarlığında iyice geriye
düşülür. Yazarlarımız tarihe yönelirler, absürd tiyatro öne çıkar,
alışılageldik gerçeklik anlayışı sorgulanacak, halka dönük tiyatro
küçümsenecektir. Önceki yirmi yılda sıkça tartışılan tiyatromuzda kimlik sorunu
ve ulusal bir tiyatroya ulaşmak için tartışmalar, oyunlar kesilecektir.
90’lı yılların ikinci yarısından sonra Türk oyun yazarlarından yeni bir
kıpırdanışın yılları olacaktır. 2000’
li yıllara gelindiğindeyse artan bir ivmenin olduğu görülür. Ulusal tiyatro
tartışmaları yeniden gündeme gelmez ama geleneksel tiyatromuzu çağdaş tiyatroya
taşıma çabaları kaldığı yerden sürdürülmeye devam eder.
Ulusal tiyatro anlayışını, geleneksel gösteri sanatlarını kullanan, 1980 sonrasında ve son on yılda öne çıkan yazarlar ve oyunlardan kısa bir derleme:
Güngör Dilmen, geleneksel tiyatromuzun öğelerini taşıyacaktır sahneye. Aşkımız Aksaray’ın En Büyük Yangını,
Kuzguncuk Türküsü, Ben Anadolu, Osmanlı Dram Kumpanyası…
Başar Sabuncu, Şerefiye, Çark,
Zemberek, Mutemet Ali Bey, İşçi Babası Ömer Ağa adlı oyunlarında gelenekselden
yararlanacak, geleneksel gülmece anlayışını sahneye taşıyacaktır.
Ferhan Şensoy, Şahları da Vurular’dan
bugüne neredeyse bütün oyunlarıyla Ortaoyuncular macerasında her zaman halk
tiyatrosunun ve tiyatromuzun kendine özgü kimliğini oluşturma düşüncesinin
takipçisi, uygulayıcısı olur.
Murathan Mungan’dan söz etmeliyiz. Mezopotamya üçlemesi taziye kültürünün,
ölüm mitlerinin peşinde dolaşır. Taziye kadar acı veren bir dildir Murathan
Mungan’ın kullandığı.
Erhan Gökgücü, özellikle İki Kalas
Bir Heves oyununda Abdürrezzak Efendi’nin yaşamı üzerinden ortaoyununun
tarihine ilişkin bir bakış getirir.
Yılmaz Onay, Bu Zamlar Bana Karşı,
Dev Masalı, Sonsuz Operet oyunlarında geleneksel biçimleri sahneye taşır.
Özen Yula, özellikle Gayriresmi
Hürrem ve Rahvan Giden Atlılar
adlı oyunlarında geleneksel tiyatronun pek çok öğesini sahneye taşıyacaktır.
Erol Toy, Meddah ve Kadınlar Matinesi adlı oyunlarıyla
çağdaş meddah oyunları yazar.
Haldun Dormen, Hisseli Harikalar
Kumpanyası, Kantocu adlı
oyunlarıyla hem müzikal öğelerden hem de geleneksel tiyatromuzun öğelerinden
yararlanacaktır.
Müjdat Gezen, Salak Oğlum adlı
oyunuyla çağdaş bir ortaoyununa
yönelecek, İstanbul Müzikali, Hamlet
Efendi adlı oyunlarıyla geçmişten bugüne tuluat tiyatrocularını
taşıyacaktır.
Bilgesu Erenus, özellikle Misafir
oyunuyla köy seyirlik geleneğin çağdaş bir oyunda nasıl kullanılması
gerektiğinin örneğini verir.
Ülkü Ayvaz, Külhanbeyi Operası adlı
oyununda müzikli seyirlik oyun formunu, gülmece ve dönem özellikleriyle çok
ustaca harmanlar.
Semih Çelenk, Heccav ve Zenabir adlı oyunlarında geleneksel
tiyatromuzun özünü, gülmece anlayışını sahneye taşımış ve çağdaş formlarla
buluşturmuştur.
Coşkun Irmak, Memurin Faslı
Ali
Yürük, Türkmen Düğünü
Metin Balay, Düzmece Müzikal
Hasan
Erkek, Eşik
Yılmaz
Gruda, Kavuklu Hamdi
Üstün
Dökmen, Komşu Köyün Delisi
Yücel
Erten, Azizname
Yalçın
Baykul, İlklerin Efendisi Şinasi
Sinan
Bayraktar, Definename
Savaş Aykılıç, Ah Şu Büyükler, Aşk Grevi
Mustafa Nogay
Kesim, Pişti
Tarık
Şerbetçioğlu, İstanbul Hatırası, İstanbul
ve Aşk
Aslı Öngören, Yel mi Değirmen mi?
Uğur Saatçi, İstibdat Kumpanyası
Taner
Büyükarman, Mansur’un Küpesi
Ali Cüneyt
Kılcıoğlu, Televizyon Cumhuriyeti,
Plastik Aşklar, İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı
Ebru Aksakallı, Kapılar