22 Temmuz 2014 Salı

SAHAFTAN 7 - Sevda Şener "Müsahipzade Celal ve Tiyatrosu"



Sahaftan
Musahipzade Celâl ve Tiyatrosu

         Ayşegül Yüksel kitabını çok güzel bir ithafla Türk tiyatrosunun hocasına Sevda Şener’e adamıştı. Kitaplığıma yönelip Sevda Şener’in bütün kitaplarını önüme yığdım. Yeni yayımlananlar ve sürekli baskı yapan “Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi” adlı kitaplarının dışında birçok çalışmasının yeniden yayınlanmadığını, ancak sahaflarda bulunabildiğini görmek düşündürmeli hepimizi. “Çağdaş Türk Tiyatrosunda İnsan” adlı yapıtı tekrar basımı hak etmiyor mu? Sadece Sevda Şener için de geçerli değil elbette bu söylediğim. Metin And gibi çalışkan bir tiyatro bilimcisinin alanında hâlâ aşılamamış, Tanzimat ve Meşrutiyet tiyatrolarını ele aldığı iki cildin yeni basımı neden yapılmıyor. Bu iki kitabın hâlâ yeni baskılarının olmayışı tiyatro yayıncılığımızın, tiyatro eğitimciliğimizin, tiyatromuzun bir ayıbıdır. Sevda Şener’in “Musahipzade Celâl ve Tiyatrosu” adlı kitabı için de aynı şeyi söylemeliyim.
            Sevda Şener’in yanılmıyorsam ilk kitabı “Musahipzade Celâl ve Tiyatrosu”. Kitap Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları arasında, 1963 yılında yayınlanmış. İkinci baskısı da yapılmadı sanırım. Benim aramalarımda başka bir baskısı görünmüyordu.
Müsahipzade Celâl tiyatrosuna özel bir ilgi duyduğum için bütün oyunlarını, oyunları üzerine yazılanları, kitapları toparlayıp okumuştum. Sevda Şener’in kitabı da Müsahipzade Celâl tiyatrosunu tanımama yardımcı olan, hatta yer yer oyunlarına farklı gözlerle de bakmamı sağlayan bir kitap olmuştur. (Elbette Murat Tuncay’ın kitabını anmadan geçmemek gerekiyor.) Yeri gelmişken Müsahipzade Celâl’in bütün oyunlarının hâlâ yeni basımlarının yapılmayışını da yayıncılığımızın ayıp hanesine yazmalıyız. Nasıl olur da tiyatromuz için böylesi önemli bir oyun yazarının bütün oyunları basılmaz, hem de neredeyse her yıl bir oyunu oynanırken, anlamak zor doğrusu.
Sevda Şener kitabına Müzahipzade Celâl’in hayatıyla ve eserlerinin dökümüyle başlıyor. Hayatını ele alırken yazdığı dönemlerin tiyatro yaşantısına, tiyatro anlayışına da değiniyor. Ayrıntılı hayat hikâyesinin yanında, dostlarının anlatımıyla kişilik özelliklerine de yer veriyor. Herkesin birleştiği nokta Musahipzade Celâl’in tam bir İstanbul Beyefendisi olduğudur. Son derce zarif, terbiyeli, bilgili, hoşsohbet (konuşmayı sevdiğini ve güzel konuştuğunu söylüyor bazı dostları), kimselerin kendisi için zahmete girmesini istemeyen, “nev’i şahsına münhasır” denilen insanlardan. Zaman zaman bazı ortaoyunu topluluklarında Zenne rollerine çıktığını da söylemeden geçmeyelim. Oyunlarında en canlı, en başarılı konuşturulan, çizilen tiplerin kadınlar olmasında bunun payı olmalı.
Kitabın ikinci bölümü Müsahipzade Celâl’in oyunlarındaki özelliklere ayrılmış. Oyunlardaki tarih kullanımı, toplumsal, yerel, eski yaşam tarzına ait özellikler ele alındıktan sonra toplumsal hiciv özelliklerine değinilmiş. Toplumsal hiciv Müsahipzade Celâl’in en önemli özelliklerinden biridir. Oyunlardaki kişilerin ele alınmasından sonra biçimsel özelliklerine geçilir. Oyunlarda müziğin kullanımın anlatıldığı bölümü dil özellikleri izler. İkinci bölümün son konusu Müsahipzade Celâl tiyatrosunda geleneksel temaşa etkisidir. Teknik bakımdan bazı noktalarda kusurlu olduğu düşünülse de geleneksel tiyatromuzun bazı özellikleriyle batılı anlamda tiyatronun formlarını aynı potada eritebilmesiyle bir öncüdür Müsahipzade Celâl.


Kitabın son bölümü Müsahipzade Celâl’in sanatçı kişiliğini ele alıyor. Oyunlarından yola çıkarak tiyatro anlayışının özelliklerini saptıyor Sevda Şener. Malzemesini halktan alan bir halk sanatçısıdır Müsahipzade Celâl, hicvi hiç bırakmaz ama propaganda yapmaz, kalın hatları vardır, oyunlarında mutlaka bir amaç gözetir, geleneklerine bağlıdır ama sorunları ortaya koymaktan da çekinmez, genel olarak kötümserdir ama çoğu oyununun sonu kişilerinin mutlu olmasıyla biter.
Müsahipzade Celâl’in dünyasını, tiyatro düşüncesini anlayabilmek için en önemli kılavuzlardan biridir bu kitap. Ele aldığı toplumsal sorunlara yaklaşımı, hiciv özelliği, ustaca kurgulamalarla işlediği komedi anlayışı bugün bile ilgi çekecek niteliktedir. Müsahipzade Celâl’in halk tiyatrosu anlayışını hafifsememek gerektiğini düşünüyorum. Onun açtığı yolun sürdürülmediğini, izini takip eden bir tiyatro anlayışının olmadığını düşünüyorum. Oysaki onun tiyatro anlayışı bugünün tiyatrosu için olanaklar sunabilir. Genç oyun yazarları onun denemelerinden yararlanabilir. Dildeki eskimelere takılmadan dil özelliklerini anlamaya çalışarak yaklaşılmalı Müsahipzade Celâl’e, onun tiyatro düşüncesinde yapmak istediklerine kafa yorulmalı.  

11 Temmuz 2014 Cuma

Bir Söyleşi - Tiyatro ve Oyun İstasyonu Üzerine


Kemal Keşmer – Önce sizin tiyatro geçmişinizden başlayalım. Tiyatroya nasıl başladınız, nasıl bugünlere geldi?
Kadir Yüksel – Lise çağlarını saymazsak yirmi sekiz yıldır tiyatronun içindeyim. Üniversiteyi kazanıp İstanbul’a gider gitmez ilk yaptığım şey tiyatro kurslarına katılmak olmuştu. Eylül’de üniversiteye kayıt yaptırdım, Ekim’de Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’ne kaydoldum. Sonra üniversite tiyatrosu. Ortaköy Kültür Merkezi’nde tiyatro kursları. Cevat Çapan, Yavuzer Çetinkaya, Erdoğan Gemicioğlu, Zeki Göker giriyordu çalışmalara. Amatör, profesyonel pek çok ekipte çalıştım İstanbul’da. Ankara Birlik Tiyatrosu’yla turnelere çıktım. Bugün bile özleyerek andığım yıllar. Örneğin Münir Özkul’dan tiyatroyu dinlediğimiz söyleşiler, Cevat Çapan’ın Shakespeare söyleşileri, Yavuzer Çetinkaya’nın bugün bile hayli ilginç gelen, deneysel oyunculuk çalışmaları… Sonra geleneksel tiyatronun öne çıktığı kurslar, seminerler, oyunlar… 1990 yılının son aylarında İzmit’e dönmek zorunda kaldım. Burada da tiyatro ustalarımız vardı. Handan Karaadam, Burhan Akçin, Mehmet Serimer, Salih Mat… Çok şey öğrenmişimdir hepsinden… Tiyatro ahlakı başka bir şeydi o ustalarımızda. Benim kuşağım tiyatro ahlakını çok iyi ustalardan öğrendi anlayacağınız. İzmit’e döner dönmez de Kocaeli Bölge Tiyatrosu’nda Genç Sahne ekibini kurduk İzmit’teki arkadaşlarımla. Uzun yıllar Genç Sahne’de çalıştım, oyunlar oynadım, yönettim. Oda Tiyatrosu’nun açılışını yaptık 1994’te, açılış oyununu ben yönetmiştim, Athol Fugard’ın “Ada” adlı oyunuydu. Ferit Edgü’nin “Hakkari’de Bir Mevsim” adlı romanını oyunlaştırıp yönettim Kocaeli Bölge Tiyatrosu’nda. O zaman için hayli cesur bir oyundu. İzmit’te bir sezon oynadıktan sonra büyük Anadolu turnesine çıktı. Ferit Edgü’nün iznini, galayı onurlandırmasını, Metin Deniz’in ufkumuzu açan dekor tasarımı önerilerini unutamam. Sonra İzmit Halk Eğitim Merkezi Deneme Sahnesi’ni kurduk. Oranın en önemli yanı düzenli sahne açmamız oldu. Her hafta perdemizi açıyorduk, zamanla bizi düzenli olarak izleyen seyircilerimiz oldu. Sanıyorum KBT Oda Tiyatrosu’nda ve İHEM Deneme Sahnesi’nde düzenli perde açarak farklı bir şeyler yaptık İzmit’te. Çünkü o güne kadar her hafta sahne açan ekipler yoktu. Oyunlar oynanırdı elbette ama düzenli oyunları ilk biz yaptık diyebilirim, hatta şehir tiyatrosundan da önce KBT Oda Tiyatrosu’nda her hafta oyunlar oynuyorduk, bazen iki oyun oluyordu. Valisinden belediye başkanına kadar izlemeye geldiklerini biliyorum, belediye iş hanının beşinci katına…
            Sonra Fayton Oyuncuları geldi. Kısa bir maceraydı. Gene düzenli olarak oynuyorduk. Şehir tiyatrosunun salonunda, Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nde. O zamanlar Yücel Erten genel sanat yönetmeniydi ve hiç unutulur gibi değil, çok destek oluyordu bize, hatta İzmit’teki bütün ekiplere… Buradan İstanbul’a sıçradık, Aslı Öngören’in yazdığı “Yel mi Değirmen mi?” adlı oyunu oynuyorduk. İstanbul’da da Semaver Kumpanya’nın salonunda oynadık.
            Ve en son yuvam, ailemden hemen sonra gelen Oyun İstasyonu tiyatro topluluğu.

Kemal Keşmer – Oyun İstasyonu’yla buluşmanız nasıl oldu?
Kadir Yüksel – Oyun İstasyonu’yla beni buluşturan tiyatronun sanat yönetmeni Gülabi Turan oldu. Neredeyse tiyatrodan küsüp uzaklaşmışken yeniden beni tiyatronun içine atıverdi. Ne kadar teşekkür etsem eksik kalır Gülabi Turan’a ve Oyun İstasyonu ekibine. Doğaçlama tiyatronun dışında metinli tiyatro da yapmak istediklerini söyledi bir gün, Gülabi. Ben de kafamdaki düşünceleri ilettim. Ekip de isteyince Kanlı Nigar’ı çalışmaya başladık. Çok güzel, özel bir oyun oldu Kanlı Nigar.

Kemal Keşmer – Oyun İstasyonu’nun tarihçesinden söz edelim mi biraz?
Kadir Yüksel – Oyun İstasyonu’nun başlangıcını Halk Eğitim Merkezi’ne götürmek gerekiyor. Gülabi Turan’ın Halk Eğitim Merkezi’ndeki tiyatro çalışmaları İzmit’te doğaçlama tiyatronun ilk adımlarını oluşturuyor. 2005 yılının Şubat ayından itibaren Çukurbağ Kültür Merkezi’nin Oda Tiyatrosu’nda düzenli gösterimlerine başlıyor Oyun İstasyonu. 2006 yılında Dafne Kültür Merkezi’ne geçiyor. Ardından Süleyman Demirel Kültür Merkezi Oda Tiyatrosu’nda perde açmaya devam ediyor. 2008 yılından bu yana da Sabancı Kültür Merkezi’nde düzenli olarak her hafta oyunlarımızı oynuyoruz.
            Oyun İstasyonu doğaçlama gösterisi, Tiyatro Sporu ile Türkiye’de ilk kez seyirciyle buluşan birkaç ekipten biri, hatta yanılmıyorsam ikinci ekip.

Kemal Keşmer – Evet, Oyun İstasyonu deyince akla ilk doğaçlama tiyatro, Tiyatro Sporu geliyor. Tiyatro Sporu’nun özellikleri nelerdir?
Kadir Yüksel – Tiyatro Sporu interaktif bir gösteridir. Oyun sırasında seyirciden alınan yönelimlerle gelişir. Yani başlangıç seyirciden gelir. Seyirci her anında oyuna dahil edilir. Spor adını vererek uzun süre yarışma formatını kullandık. Seyirci aynı zamanda puan veriyor ve gösterinin birincisini belirliyordu. Bir başka format da gösterinin elemanı adıyla oynanıyor. Orada da seyircinin oylamasıyla o gösterideki en iyi oyuncu belirleniyor. Böylesi bir katılım seyirciyi de canlı tutuyor, katılımı arttırıyor. Seyirciden alınan yönelimlerle oyun hemen orada, anında geliştiriliyor. Bunun için farklı beceriler gerekiyor, her şeyden önce öykü kurma, oyunu okuma, seyirciyle iletişim kurma becerileri doğaçlama oyunculuğu anlamında çok önemli. Ekibimizde bu işte gerçekten ustalaşmış isimler var. Bazı oyunlarımız doğaçlama kitaplarına geçti.

Kemal Keşmer – Dünyada ve ülkemizdeki gelişimi nedir doğaçlama tiyatronun?
Kadir Yüksel – Dünyada doğaçlama tiyatro ellili yıllara kadar uzanıyor. Bildiğim kadarıyla Amerika kaynaklı bir tiyatro türü, daha doğrusu zamanla tiyatroda kendisini kabul ettirmiş bir tür. Geçtiğimiz aylarda Koray Tarhan’ın (kendisi de doğaçlama tiyatronun usta isimlerinden biridir) bir kitabı yayımlandı Mitos-Boyut Yayınları arasında: “Doğaçlama İçin El Kitabı” Bu konudaki tek kaynak şu anda, oldukça da yararlı olduğunu düşünüyorum. İlk ustası Viola Spolin. Daha sonra Amerika ve Kanada’dan tüm dünyaya yayılıyor. Ülkemizde ise biraz farklı bir yanı var. Bizim geleneksel tiyatromuzda doğaçlama kültürü var. Ortaoyunu da, Tuluat tiyatrosu da doğaçlamayı barındırır. Ben oraya kadar götürüyorum kaynaklarını. Bugünkü anlamda doğaçlama tiyatro ise 2000 yılında, Ankara’da Kadir Çevik liderliğinde “Artniyet” topluluğunun kurulmasıyla başlıyor. Ardından Mahşer-i Cümbüş geliyor. Bugün birçok ilde doğaçlama tiyatro yapan gruplar var.

            Kemal Keşmer – Oyun İstasyonu’ndaki bütün ekip doğaçlama tiyatronun içinde mi?
            Kadir Yüksel – Elbette. Bizim ekibimizde herkes mutlaka gösterinin bir yerinde kendini var eder. Kimi kez sahneye çıkar, kimi kez ışık masasında oturur, kimi kez kapı görevlisidir. Doğaçlama ya da metinli oyun fark etmez. Doğaçlama da iki ekibimiz var. Bu yıl “Peron” adlı bir doğaçlama ekibi daha yol almaya başladı. Doğaçlama tiyatroda daha deneyimli olan, eğitimini almış olan arkadaşlarımız sahneye çıkmaya devam ederken, açtığımız kurslarda yetiştirdiğimiz arkadaşlar da genç bir ekibi oluşturdular. Peron adını verdik o ekibe. Önümüzdeki yıllarda da oyunlarına devam edecekler. Tiyatro Sporu’ndaki arkadaşlarımız ise artık sadece İzmit’te değil tüm Türkiye’de işlerinin ustası bir ekip. Gülabi Turan zaten bir marka gibidir. İzmit’te kim doğaçlamayla ilgileniyorsa hepsinde Gülabi Turan’ın emeği var. Sonra Şebnem Telci, Alper Turna, Hüseyin Demirci, Tufan Katırcı, Filiz Çolaklar, Sevda Kırlı Yıldırım, Evrim Zeytinoğlu, Ergin Demirel, Anıl Acar doğaçlama tiyatromuzun deneyimli, festivallerde adını duyuran oyuncuları.

            Kemal Keşmer – Siz içinde değil misiniz?
            Kadir Yüksel – Sahne üstünde değilim ama dediğim gibi, başka yönleriyle ben de içindeyim. Ama benim çok fazla içinde olabileceğim bir tür değildir, haddimizi de bilelim, değil mi? Ben kapıda duruyorum, ışıkta duruyorum, sahneyi ayarlıyorum… Doğaçlama tiyatro usta ellerde devam ediyor. Önümüzdeki yıl farklı formatlarla seyirciyle buluşmaya devam edecek. Bu arada şunu unutmayalım. İzmit’te doğaçlama buluşmaları yaptık ilk olarak. Bu buluşmalar tüm Türkiye’deki doğaçlama ekiplerinin İzmit’te birlikte sahneye çıkmasını sağladı. Bizim başlattığımız bu buluşmalar şimdilerde İzmir’de, Eskişehir’de, İstanbul’da doğaçlama tiyatro festivallerine dönüştü. Bu da bizim için çok sevindiricidir. İzmit’ten Oyun İstasyonu bu doğaçlama festivallerinin hepsine davetler alıyor, katılıyor, en iyi şekilde temsil ediyor. Biz de bu festivallerden çok büyük birikimlerle ayrılıyoruz. Daha geçtiğimiz gümlerde İstanbul doğaçlama tiyatrolar buluşmasındaydık.

            Kemal Keşmer – Dokuz yıldır metropoller dışında düzenli olarak oyun sahneleyen bir tiyatrosunuz. Oyun İstasyonu’nun büyük bir başarıya imza attığını düşünüyorum. Bu elbette ki kolay değil. Yaşadığınız sıkıntılardan ve bunları nasıl aştığınızdan söz eder misiniz?
            Kadir Yüksel – Teşekkür ederiz, sağ olun. Ama sadece biz değiliz metropoller dışında düzenli olarak sahne açan. Bizim gibi Anadolu’nun pek çok yerinde tiyatrolar var. Samsun’da var, Ordu’da var… Bulancak Sanat Tiyatrosu var… İzmit için biz de onlardan biriyiz diyelim. Belli bir sürenin üzerinde Anadolu’da tiyatro yapan, perde açan bütün bu ekipler bence çok kutsal bir iş yapıyorlar ve büyük bir başarıya imza atıyorlar. Tiyatronun bu başarıya ulaşması için belli bir süre gerekiyor elbet, bu süre içinde çalışmak, üretmek gerekiyor. Biz de onu yapıyoruz. İki doğaçlama ekibimizle, iki metinli oyunumuzla, çocuk oyunumuzla, tiyatro kursumuzla, “hobbit” grubumuzla… Tiyatro eğitimi almış arkadaşlarımızdan, tiyatroyla yeni tanışan arkadaşlarımıza kadar otuz kişiye yakın bir ekiple yapmaya çalışıyoruz bunu. Zorlukları yok mu? Elbette var. Belki de en önemli sorunumuz olabilecek salon sorununu büyük bir destekle çözüyor olmamız aslında en büyük şansımız. İl Kültür Müdürlüğüne, Adnan Zamburkan’a ve müdürlüğün bütün çalışanlarına ne kadar teşekkür etsek azdır. Bizi salon konusunda hep desteklediler. Dekor, kostüm de sorundur elbette ama onları da sorun olmadan halledebildik şimdiye kadar. Dediğim gibi biz imece usulü çalışan, kendi yağıyla kavrulabilen bir tiyatroyuz. Ağlama duvarı oluşturmaya gerek görmüyorum. Bize köstek olunmazsa yapamayacağımız şey yok. Bizim tiyatromuzda şikâyet yoktur, çalışmak kuraldır. İşimizi yapmaya çalışırız. Bizim en büyük sorunumuz reklam sorunudur. Bu konuda çok yaralıyız. Afişimizi asamıyoruz, el ilanı dağıtamıyoruz… Afişimizi astığımız için belediyeden ceza yedik. Tiyatrocu arkadaşlarımıza anlatıyorum inanmıyorlar. Ceza makbuzunu yanımda taşıyorum, inanmayanlar için. Bir tek afiş, hem de bizim kontrolümüzün dışında bir öğrenci arkadaşımızın bantla yapıştırdığı bir afiş… İnanılır gibi değil, bir de belediye görevlilerinin kaba davranışları… Bu kentin kültür sanat hayatı için yaptığımız katkıyı seyircimize tanıtmak istiyoruz. Reklamdan amacımız sadece bu.     

            Kemal Keşmer – Oyun İstasyonu’nun metinli oyunlarından da söz edelim mi?
            Kadir Yüksel – Oyun İstasyonu olarak iki kanalda ilerliyoruz. Biri doğaçlama tiyatro, diğeri metinli oyunlar. 2008 yılında Sadık Şendil’in “Kanlı Nigar” adlı oyunuyla başladık. İki sezon oynadı oyun.  Sonra Müsahipzade Celal tiyatrosuna göndermelerle benim yazdığım “Sırra Kadem” adlı oyun geldi. O oyun da iki sezon boyunca seyirciyle buluştu. Bu sezon da Haşmet Zeybek’in “Düğün Ya da Davul” adlı oyununu yaptık. Önümüzdeki yıl da oynamaya devam edeceğiz. Üç büyük oyunu da ben yönetmeye çalıştım. Oyunlarımızla Ankara Tiyatro Festivaline davet edildik iki kez. Önümüzdeki yıl için de şimdiden iki festivale gitmeye hazırlanıyoruz. Bunlar bizim için çok sevindirici.


            Kemal Keşmer – Dikkatimi çeken, bu oyunların ortak özellikleri canlı ve etkili müzik kullanımı, geleneksel şarkılardan, türkülerden yararlanmanız. Oyuncularınız da şarkıları, türküleri kendileri seslendiriyorlar. Bu özellik oyunlarınızın keyifle izlenmesini, canlı olmasını sağlıyor. Seyircilerin katılımı oluyor. Bunu bilinçli mi seçiyorsunuz?
            Kadir Yüksel – Elbette, bilerek seçiyoruz. Sahne üzerinde yarattığımız dünyanın seyirciyi de içine almasını istiyoruz. Salondan keyifle ayrılmasını istiyoruz. Biraz da bizim tiyatro anlayışımız bunu getiriyor. Müziğin, dansın doğru ve etkin kullanımı açık biçim tiyatronun en önemli özelliklerinden biridir kuşkusuz. Bir de şarkı söyleyebilen oyuncularınız varsa, sizinle birlikte olabilen, yaptığınız işe inanan, sizin kadar tiyatroyu seven müzisyenler de bulabiliyorsanız, neden canlı çalıp söylemeyesiniz. Bu yönden şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Nerdeyse iki oyunumuza müzik anlamında hayat veren Ercan Büyükarman’ı özellikle anmalıyım. Bu yıl da Ersen Doğan, Hasan Çakır, Uygar Yengin büyük özverilerle müziklerimize destek oldular.

            Kemal Keşmer – İkinci özelliği de epizodik yapıları, açık biçim olmaları, geleneksel tiyatro öğelerinden yararlanmaları. Bu tarzı yerleştirmenizdeki neden nedir? Neden böyle bir seçim?
            Kadir Yüksel – Aslında böyle bir tarzı yerleştirmek gibi bir kaygımız olmadı. Seçtiğimiz oyunlar kendiliğinden bunu getirdi. Biraz da geleneksel tiyatro yapısının bizim ekibimize daha uygun olduğunu gördük. Canlı, hareketli, sahnede değişik yapılar deneyebileceğiniz oyunlar oldu. Ama “Sırra Kadem” gelenekselden yararlanan, şarkıyı, canlı müziği kullanan bir oyun olsa da pek açık biçim sayılmaz. Biz ekip olarak halk tiyatrosu diyebileceğimiz genel tiyatro yapısına daha yatkınız. Halk tiyatrosunun bu toprakların kültürünü de kullanan özellikleri, gelenekselin komedi anlayışı, epik özellikleri, sahneleme yapısı, sahne plastiği bizim için önem taşıyor elbette.
            Bir de çocuk oyunumuz var, söz etmeden geçmek istemem. Bu yıl çok güzel bir işe imza attık çocuk oyunu ekibimizle birlikte. Sanayi Odası’nın destekleriyle üç bin çocuğa oyun izlettirdik. Eric Vos’un “Dans Eden Eşek” adlı oyununu oynadık. Sanayi odasının desteğiyle çocuk oyunumuzun dekoruna, kostümüne, sahnelemesine çok özendik. Beğenilen bir çocuk oyunu oldu. Önümüzdeki yıl da oynamaya devam edeceğiz. 


            Kemal Keşmer – Oyun İstasyonu’nun Yeni Tiyatro Dergisi Emek ve Başarı Ödülleri’nin ilkinde Anadolu’da düzenli olarak on yıldır perde açan bir tiyatro olarak Emek Ödülü alması dolayısıyla tebrik ediyorum. Bu ödül konusundaki düşünceleriniz nelerdir?
            Kadir Yüksel – Ödüller bizim gibi tiyatrolar için çok önemlidir. Verdiğiniz emek yoğun uğraşın değer görmesi sizi mutlu eder. Aynı zamanda daha çok emek harcamanız için teşvik eder. Biz de elbette çok mutlu olduk. Yeni Tiyatro Dergisine çok teşekkür ediyoruz.  Bu tür ödüllerin bir de şöyle bir zorluğu oluyor; sizin sorumluluğunuzu arttırıyor. Artık o güne kadar yaptıklarınızı tekrar etmeniz değil aşmanız gerekiyor. Ödülün getirdiği sorumluluklarla hazırlanacağız yeni sezona, umarım aldığımız emek ödülünün hakkını verir, tiyatromuzu daha ilerilere taşırız. Bu ödül bize, bir on yıl daha tiyatro yapabilme enerjisi verdi. Ödülü hepsinin adına aldığım bütün arkadaşlarım için söyleyebilirim bunu.

            Kemal Keşmer – Bir de ulusal tiyatro dünyasında bir görünürlük, tanınırlık sağlamıyor mu?
            Kadir Yüksel – Çok doğru. Sizi o dünyanın içinde belli bir yere götürüyor. Artık daha göz önünde oluyorsunuz. Ama bu da işte o sorumluluğu arttırıyor, boyutlandırıyor. 
            Ben bir de Yeni Tiyatro Dergisinden söz etmek istiyorum. Erbil Göktaş yönetimindeki dergi en az bir tiyatro kadar emek ödülünü hak ediyor. Tiyatrocusunun bu kadar az kitap okuduğu bir ülke daha var mı, bilmiyorum? Okumayan tiyatrocular için dergi çıkarmak başlı başına bir şövalyeliktir. Bunu yapan çok az sayıda insandan biridir Erbil Göktaş. Tiyatro dünyası, tiyatro dergilerini de, tiyatro yayıncılarını da çok özenle korumalıdır. Zaman zaman yazılarımla da içinde olduğum Yeni Tiyatro dergisine uzun ömürler diliyorum.

            Kemal Keşmer – Uzun soluklu, özverili çalışma sonucu gelen bu ödülü almanız elbette bir ekip işi. Oyun İstasyonu ekibinden, elini taşın altına koyanlardan söz eder misiniz?
            Kadir Yüksel – Oyun İstasyonu’nun çok dinamik, yerinde duramayan, kıpır kıpır bir ekibi var. Tiyatronun her alanında, her bir köşesinde koşuşturan, iş yapmaktan yüksünmeyen, her biri tiyatronun bir ucundan tutmasını bilen bir ekip. Ekipteki hiç kimse tiyatrodan maddi bir beklenti içinde değil, klasik olacak ama gerçekten aşkla yapıyoruz. Başka türlü de mümkün değil. Bir arkadaşımız sahne üzerindeyken, bir arkadaşımız ışıkta… Bir arkadaşımız dekor çakarken, bir arkadaşımız seyirciye ulaşmamız için bağlantılar kurmaya koşturuyor… Sadece bize özgü bir çalışma sistemi değil elbette. Bizim gibi tiyatroların hepsinde bu çalışma sitemi var. Böyle de olmak zorunda.
            Ekibin en başında, tiyatromuzun kurucusu Gülabi Turan geliyor kuşkusuz. Tiyatroyu var etmek için çaba gösteren diğer arkadaşlar: Şebnem Telci, Ergin Demirel, Tufan Katırcı, Alper Turna, Filiz Çolaklar, Evrim Zeytinoğlu, Hüseyin Demirci, Aynur Seren, Aynur Erdoğan, Gürcan Yusuf Şahin, Gökhan Çolak, Sevda Kırlı Yıldırım, Senem Yüksel… Tabii otuz kişilik bir ekipten söz ediyorum, hepsinin adını anmam çok zor, arkadaşlarım kusura bakmasın.

            Kemal Keşmer – Oyun İstasyonu’nun yeni sezondaki projeleri neler?

            Kadir Yüksel – Önümüzdeki sezonda, 2014’te onuncu yılımızı kutlayacağız. Bunun için bazı sürprizlerimiz olacak. Şimdilik kesinleştirmediğimiz için yeni sezonun oyunlarını söyleyemeyeceğim. Ama 2013 – 2014 sezonunda iki büyük oyun hazırlamayı istiyoruz. Dediğim gibi festivallere davetler aldık. Bu sezon da gitmiştik, önümüzdeki sezon da gitmeye devam edeceğiz. Doğaçlama tiyatro gene iki ekip olarak devam edecek. Doğaçlama formatımızda farklılıklar, yenilikler düşünüyoruz. Bir de onuncu yılımıza özel sürprizlerimiz olacak. Önce küçük bir dinlenme, ardından hızla çalışmaya devam.

SAHAFTAN 6 - Oben Güney "İnsanda Tiyatro Tiyatroda İnsan"


Sahaftan
İNSANDA TİYATRO – TİYATRODA İNSAN

            “Tiyatroda Yaşam – Oyun İlişkisi” ni okurken “Homo – Ludens” i ikinci kez okumaya yöneldiğimi söylemiştim. “Homo –Ludens”i ilk okuyuşumdan kalan, sayfa kenarına yazdığım şu küçük not çok ilgimi çekti. “Oynayan İnsan: Bu deyimi daha önce bir yerde okumuştum. İnsanda Tiyatro…” Tamamen unutmuşum. Yeniden düşününce kitaplığımın üst raflarında öylece bana bakan bir başka kitapla karşı karşıya kaldım. “İnsanda Tiyatro – Tiyatroda İnsan” Oben Güney’in kitabı. Heyecanla karıştırmaya başladım sayfalarını. (İlk sayfasına şu notu düşmüşüm. “Kitabı ikinci alışım.” Demek ki ilk aldığımı bir arkadaşıma kaptırmışım.) Seksenlerin ikinci yarısında okumuştum Oben Güney’in kitabını. Tekrar basımını yapılmadı ne yazık ki. İlk sayfada birinci cilt yazıyor. Oben Güney ikinci cildi hazırladığı halde kitaplaşmasını göremeden, erken denecek yaşta hayata veda etti.
Tiyatroya çok emek vermiş, değerli bir tiyatro adamı Oben Güney. Oyuncu, yönetmen, oyun yazarı, araştırmacı…  İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’ndan 1983 yılında uzaklaştırılanlardan biri. Daha sonra geri dönmüş dönmesine ama sağlığını kaybetmiş. Çok sıkıntı çekti o kuşak, çok. Kendisinin yazdığı yaşam öyküsünde sözünü ediyor o yıllardan. Çoluk çocuk aç kaldıklarını, evlerinin kirasını ödeyemediklerini, dışarıda yaptığı işlerinde gene ‘tiyatrocu dostları’(!) tarafından engellendiğini anlatıyor.
Tiyatro, başlangıcından beri hem toplumu yansıtan bir ayna, hem de onu yönlendiren bir güç olduğu ölçüde çağdaş bir sanat olabilmiştir. Sadece estetik açıdan değil sosyo ekonomik açıdan da tiyatronun irdelenmesi önemli. Bu da tarihsel bir perspektif gerektirir elbette ki. Tarihsel gelişime baktığımızda tiyatronun (aslında bütün olarak sanatın) insanın yaratıcı etkinliklerinin bütününden soyutlanamayacağı görülecektir. İnsanın alet yapması, yapıcı olması daha sonraki davranışlarını, düşüncelerini, hatta inançlarını etkilemiştir. İnsanlığın ortak mirası olan kültür birikimlerinden, düşünce gelişimlerinden, sanat ve felsefeden, ilkel dürtülerden ve hatta dinsel yapılardan yararlanarak tiyatronun kökenine dair düşünce üreten önemli bir kaynak Oben Güney’in kitabı.
Kitabın ilk kırk sayfasında insanı çarpan bir “Varoluşçuluk” bölümü var. Sonra sanatın başlangıcına gidiyoruz. İlkel topluluklardan uygarlıklara yöneliyoruz. Daha ilk topluluklardan başlayarak toplumların düşünsel yanına yöneliyor yazar. Düşünsel yanı elbette ki dinsel yanla birleşiyor. Totemizmden Antik Yunan Tanrılarına… Düşünen, algılayan insan, sonra taklit eden insan, alet yapan insan ve oynayan insan… Oben Güney insanı oynayan insan olarak da ele alıyor ve insanla tiyatro arasındaki ilişkiye doğal bir boyut kazandırıyor. Home Ludens’i işte bu kitapta okumuşum ilk. Ama öylece kalakalmış satır aralarına yazdığım küçük notlarda.
“İnsanda Tiyatro – Tiyatroda İnsan” sadece tiyatro kuramcılarına yönelerek, onların düşüncelerine başvurularak yazılmamış. Toplumsal ve düşünsel yapılar, uygarlıklar, kültürel birikimler ele alınarak tiyatro ve insan ilişkisi bütün tarihsel yönleriyle yorumlanmış.
Birinci cilt insanın başlangıcından orta çağa kadar geliyor. Aynı bütüncül bakış açısıyla ikinci cildi de okumak istiyor insan. Keşke bu ciltle birlikte ikinci cilt de basılsa. Oben Güney’in, korunup korunmadığından bile habersiz olduğumuz arşivi araştırmacısını ve yayıncısını bekliyor. Kim bilir, tiyatro adamlarımızın birikimlerinden yararlanmanın önemli olduğunu anlarız bir gün… (Türk Tiyatrosu üzerine kuramsal çalışmaların büyük bir bölümü ancak sahaflardan edinilebiliyor da, o yüzden dedim…) Geç olmasa bari!


Hamiş: Oyun, yaşam, insan üzerine kafa yormaya niyetlenenlere küçük bir not. Bir de Bernard Suits’in “Çekirge – Oyun, Yaşam ve Ütopya” kitabı var ki. Mutlaka “Homo Ludens” le birlikte okunmalı. Günümüzde kazanç kurallarına indirgenen yaşamı reddeden, değerler yitimine karşı oyun ütopyasını savunan iflah olmaz bir çekirgeyle tanışacaksınız.

Sevda Şener "Tiyatroda Yaşam - Oyun İlişkisi"


YAŞAM – OYUN

Yaşam ve oyun nasıl da iç içedir. Sadece çocuklar için düşündüğümüz oyun kavramının aslında bütün yaşamımızı kuşatan bir kavram olduğunu söyleyebiliriz. Aklımıza o müthiş kitap gelecektir hemen “Homo Ludens”. Oyunun toplumsal işlevi üzerine bir deneme. Johan Huizinga’nın oyundan hareketle yaşamı yeniden sorgulamamızı sağladığı kitabını bugünlerde yeniden okumaya giriştim. Yıllar önce altını çizdiğim bölümlere yenilerini ekleyerek, yıllar önce farkına varamadığım yerlerini yer yer şaşırarak, heyecanlanarak büyük bir keyifle okuyorum. Türk tiyatrosunun hocası Sevda Şener’in yeni yayımlanan kitabı “Tiyatroda Yaşam – Oyun İlişkisi” gönderdi beni “Homo Ludens”e.
            “Kültür oyun biçiminde doğar, kültür başlangıçtan itibaren oynanan bir şeydir. Örneğin av gibi doğrudan hayati ihtiyaçların giderilmesini hedefleyen faaliyetler bile, arkaik toplulukta kolaylıkla oyun biçimine bürünebilmektedirler. (…) Topluluk bu oyunlarda, hayatı ve dünyayı yorumlama biçimini ifade etmektedir.” diyor, Huizinga. Oyun, kültürün temelini oluşturuyor. Buradaki oyun sözcüğünü çocuk oyunları olarak algılamamak gerektiğini belirtmeli miyiz, bilmem? Futbol da bir oyundur. Ama ne kadar ciddiye alındığını bilmeyen var mı? “Ciddiyet oyunu dışlayabilir, oysa oyun, ciddiyeti rahatlıkla içerir.” Oyun, kurallara razı olan ve o kuralların gerektirdiklerini yapan oyuncular ister. Tiyatroda da farklı mıdır, desiniz? Tiyatro, karşısında oyun oynandığını bilen ve tiyatronun kurallarına göre oyunu seyreden seyirciler istemez mi? O seyircilerdir ki tiyatronun olmazsa olmazıdırlar ve karşılarındaki oyuna inanmaya hazır halde otururlar koltuklarına. Seyredecekleri oyundur ama büyük bir ciddiyetle yaşamı yansılayan, dünyayı yorumlamaya çalışan, kuralları olan bir oyun.
Oyunbazdır tiyatro. Her anlamıyla oyunbaz… Sahnede canlandırılan oyun yaşamın bir parçası olduğu kadar kurgusaldır da. Oyun kurgusu içinde sunulan yaşam parçacığına ya da yaşama dair göstergelere inandırmak için hile yapmaz mı, yanılsamayı kullanmaz mı, ironi yapmaz mı, yalana başvurmaz mı? Tiyatro, hayatın oyununu kurgusallıkla bozarak hayatta oynanan oyunların arkasındaki gizli gerçekleri ortaya çıkarıp bizi yüzleştirmez mi? Oyuncu da oyun oynayan insandır, oyunbazdır… Canlandırdığı tipin, karakterin daha etkileyici olabilmesi için hileye başvurmaz mı? Hem de oyun oynadığını bile bile yapacaktır bunu, büyük bir ciddiyet içinde ve kurallarına uyarak.
Sevda Şener’in tiyatroda yaşam ve oyun ilişkisini çağlar boyunca süregelen tiyatro düşünceleriyle birlikte sorguladığı kitabı farklı pencereler açması için kışkırtıyor okuyucusunu. Yaşamın oyunsu özelliklerini tiyatro oyunlarını tanık göstererek karşınıza çıkarıyor. Yaşamda edinilen kimliklerin, rollerin ardındaki oyun – gerçek ikilemine yönelmenizi istiyor. Kılavuz olarak da tarihsel süreç içindeki tiyatro yapıtlarını ele alıyor. Tiyatro tarihi boyunca oluşan tiyatro düşünceleri eşliğinde tiyatroda yaşam – oyun ilişkisiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Gerçeği oyuna dönüştürürken yaşamdaki oyunu görmemizi sağlayan belli başlı tiyatro yapıtlarının başında Antik Yunan tragedyaları geliyor elbette. Tragedyalardaki destansı yapı, tanrıların ve toplumun kendilerine özgü yaşayışları yaşam – oyun ikileminin, içinden çıkılmaz ilişkinin birer göstergesi olur. Kaldı ki tiyatronun hayat bulduğu şenlikler de oyunsu özellikler barındırır. (Bu paranteze ihtiyaç var mı bilmem; kuralsız oyun, oyun değildir.)
Antik Yunan komedyalarındaki cezalandırılmalardan, Shakespeare’in tutkulu insanlarına, Romantik dönemin yüksek ahlakından, epik tiyatronun yabancılaştırmasına, absürd tiyatronun saçmalık bilincinden, çağdaş tiyatronun kara traji-komiğine kadar her tiyatro düşüncesinde aldatmacanın, oyunbazlığın toplumsal gelişime göre nasıl biçim değiştirdiğini, tiyatro oyunları eşliğinde anlatıyor kitap.
“Her dönemde tiyatro bize tarihsel, toplumsal, kültürel koşulların biçimlediği bir hayat oyununun içinde yer aldığımızı, yaşadığımız ortamın bize biçtiği rolleri oynadığımızı göstermiş, maskelerimizi düşürmüştür.”

Sevda Şener’in yüksekten bakmayan, okuyucusunu hırpalamayan, kavrayıp içine alan dili ve anlatımı, yazdığı ne olursa olsun keyifle okunmasını sağlıyor. “Tiyatroda Yaşam – Oyun İlişkisi” adlı kitap tiyatro konusunda kafa yormak ve özgün, özgür bakış açılarıyla düşünmek isteyenler için iyi bir fırsat.

SAHAFTAN 5 - Necdet Ökmen "Köpeğin Biri"


Sahaftan
Köpeğin Biri

1964 yılında yayımlanmış Necdet Ökmen’in Köpeğin Biri adlı öykü kitabı. Necdet Ökmen ismini edebiyat dergisi meraklıları hatırlayacaktır; aylık yazın dergisi Somut’u çıkarmıştı 26 sayı (1979 – 1981). Dönemin etkili dergilerinden biriydi Somut. Samim Kocagöz, Muzaffer Buyrukçu, Tomris Uyar, Sait Maden, Mehmet H. Doğan gibi dönemin önemli yazar ve şairlerinin yer aldığı toplumsal bakış açısı olan bir dergiydi.
1926 yılında doğan Necdet Ökmen, hukuk fakültesini bitirdikten sonra avukatlık yapar. Bir dönem C.H.P milletvekilliği yapacaktır. İlk öyküsü olan “Merhametli Bir Kadın”la New York Herald Tribune gazetesinin açtığı 1950 yılı Dünya Öykü Yarışmasında Türkiye birinciliğini kazanır. Bu öykü aynı zamanda dünya dillerinde yayımlanan öykü antolojilerine alınır. 50’li yıllarda öykülerini yayımlamayı sürdürür. Az yazdığını söylemek gerekiyor. 1964’te yayımlanan ilk kitabı Köpeğin Biri’nin ardından ikinci öykü kitabı 1992’de yayımlanacaktır; Sen Kimbilir Ne Kadar Güzel Ölürsün. 1995 yılında yaşamını yitirir.
Köpeğin Biri’nin ikinci baskısı Somut Yayınları arasında çıkmış. 50 Kuşağının öykü anlayışından çok, toplumcu bakış açısı öne çıkıyor kitapta. Dil anlayışıyla, konulara farklı açılardan yaklaşımıyla, bireyin dünyasını öne almasıyla, bireyin kusurlarını yok saymayan toplumsal ironisiyle dönemin anlatımının etkilerini görmek mümkün.
Ödül alan öyküsü “Merhametli Bir Kadın” kentli bir kadınının fakir bir çocuğa yardım etmesinin öyküsüdür. Yardım için ona çorba verir, giysiler verir, böylece vicdanını rahatlatacaktır. Öykünün sonuna kadar kadının merhametini sorgulatır Necdet Ökmen, oysa öykünün sonunda sorgulama değişik bir açı kazanacaktır. “Köpeğin Biri” öyküsü toplumsal ironi bakımından güzel bir öykü. Mahallenin zengininin köpeği yoldan geçen bütün fakirlere, kundura boyacılarına, seyyar satıcılara havlamakta, bazılarını ısırmaktadır. Oysa sokaktan geçen zenginse, tüccarsa, hanımefendiyse kuyruğunu kıstırıp, kulaklarını düşürmektedir. “Tespih” öyküsü kitabın içinde yergisiyle, gözlemiyle, eleştirisiyle en vurucu öykülerden biri. Genel Müdür kendisine dert anlatmaya gelen bir memurunu dinlerken tespihini çekmektedir. Otuzüçlük tespihini çekerken saymaya başlar, tespih otuz iki çıkar… Genel Müdür ne yapacağını şaşırır, memur derdini anlatırken o tekrar tekrar tespihini saymakla meşguldür, bazen otuz üç bulur, bazen otuz iki… Sonunda memura da saydırır tespihi.

Necdet Ökmen, gözlem gücü, yalın anlatımı, ironisiyle, bakış açısıyla okuyucuda etki bırakan, kalıcılığı olan öyküler yazmış.    

Öyküye Özen Göstermek - Evlerin Yüreği


Öyküye Özen Göstermek

Evlerin Yüreği

            Öykü üzerine yaptığım bir çalışma nedeniyle okuduğum pek çok öykü, öyküye özen göstermek konusunda tekrar tekrar düşündürdü beni. Dergilerde yayımlanan öyküleri dile getirmek istiyorum. Gerek kurgusunda, gerek dilinde, gerekse öykülemesinde özensiz metinlerdi bir kısmı. Özensiz derken söylemek istediğim, öykü üzerine yeterince düşünmemek, çalışmamak, yani öykünün işçiliğini eksik bırakmaktır. Sadece anlatmak, ilgi çeksin diye ya da modaya uyarak eskimiş sözcükleri serpiştirip, dili savurmak yetmez öykü için. Anlatılana da, nasıl anlatıldığına da kafa yormalı, kurguya, dile özen göstermeli. Farklı olmak sevdasıyla iyi düşünülmemiş deneysel öykülere yönelmek, ayakları havada olunca boşa kürek çekmek oluyor. Ya da öykücülüğümüzün gelişimini özümsemediği hemen görülen, bugünün öykücülüğünden çok uzak öyküler bir şey katmıyor dergilere. Dergiler mutlaka öykü yayımlamak istiyorlarsa yayın yönetmenlerine çok iş düşüyor. Biraz daha ince eleyip sık dokumak gerekmez mi? İyi çalışılmadığı görülen bir öykü yayımlandığında öykünün yazarına iyilik mi yapılmış olur, kötülük mü? Tartışılmalı.  
            Geçtiğimiz yılın iyi kitaplarından biri olduğunu düşündüğüm Evlerin Yüreği’ni ilk okuduğumda da öyküye özen gösterme konusunu düşünmüştüm. Şenay Eroğlu Aksoy’un öykülerini ilk olarak dergilerde okumuş ve öykülerinin diğer öykülerden ayrı durduğunu düşünmüştüm. Diliyle, anlatımıyla, kurgusuyla, anlattıklarıyla, kurduğu dünyayla öyküye özenen, öykü üzerine kafa yoran, kolaya kaçmayan bir öykücü olduğunu gösteriyordu Şenay Eroğlu Aksoy. Yıl içinde kitabı yayımlandıktan sonra da dergilerde öykü ve öykü kitapları üzerine yazılar yayımlamayı sürdürdü. Yazılarında da aynı özeni görebilirsiniz Şenay Eroğlu Aksoy’un. 
            Ev imgesi kitabın adıyla birlikte dolaşıyor çoğu öykünün içinde. Kimi yerde özlenen bir mekân oluveriyor, kimi yerde sığınılan, kaçılan bir mekân. Pencereden görülen dış dünyayı da, pencereden görülen evin içini de okuyabiliyoruz öykülerde. Bizi evin içinde karşılayansa kitabın adına yerleştirilmiş; evlerin yüreği. Evin yüreği bizi sanrılarla, karabasanlarla, huzursuzluklarla, şiddetle örülü bir dünyadan korur elbette. Ama aynı yürek bizi o dünyanın içine de fırlatabilir, suçluluğumuzu yüzümüze haykırabilir. Bizi kötülükten çekip alabilir ama kötülükle yüzleşmemizi sağlayan da evlerin yüreğidir. Sonunda “Yeraltı” öyküsünün kahramanı şöyle seslenerek bitirecektir öyküyü: “Yeni bir ev kazmalıyım, yeraltına doğru.” 
            Ev imgesiyle yaşamımızın en önemli alanlarından birine yönelirken, bunu farklı bir dünyanın içine yerleştirerek, kendine özgü bir atmosferde anlatarak bir uzak açı yarattığını düşünüyorum Şenay Eroğlu Aksoy’un. Bu uzak açı, yüzleşmeleri, yabancılaşmaları, tutsaklıkları, özgürlükleri, çağrışım yüklü anlatımıyla okuyucunun karşısına getirip koyuyor. Okuyucunun da öyküye katılmasını sağlıyor bu ister istemez. Bildik, tanıdık dünyaları, bildik insan hallerini bir düş dünyasının içine sızdırıveriyor. Düş dünyasını, karabasanı, huzursuz insan hallerini öykülerden çekip ayırdığınızda, ayıkladığınızda uyanıveriyorsunuz. Kadının gırtlağının delinip sesinin alınması, gerçek dünyanın izlerini taşıyan bir öyküde, şaşırtan, vuran bir yadırgatma sağlıyor, öykünün sonunda gerçeklik duygunuz çağrışımlarla zenginleşiyor.
            Bütün öykülerin kurgusunda gerçek dünya, düşsel dünya, gerçeklik algısı git gellerini yaşatıyor okuyucusuna Şenay Eroğlu Aksoy. Basite kaçmıyor; öyküler bu dünyadan kopmadıkları gibi, düşler dünyasına da, karabasanlara da yer açıyorlar. Dilinin çağrışım zenginliği, kurgusunda da gerçeklik zenginliğine dönüşüyor. Bu anlatıma kafa yorduğu, bunu bilinçle, özümseyerek yaptığı anlatımının içtenliğinde kendini gösteriyor.
            Öykülerin neredeyse tamamında şiddetin kol gezdiğini de söylemek gerekli. Kimi kez açıktan açığa, kimi kez içten içe hissettiriyor kendini şiddet. Gırtlağı kesilen kadın, cellât, güvercini kapan atmaca, yosmayı öldüren delikanlı, ölü bulunan yönetici, yeraltında ev kazmak isteyen adam, sokakları tekinsiz bir şehir, gecelerin karabasanları, avlar avcılar…
            Kitabı son üç öyküsü gene farklı, yaşam ve düş arasında gidip gelen bir kurgulamayla oluşturulmuş. Üç öykü de öykücülüğümüzün üç önemli yazarından birer öykünün çağrışımlarıyla yazılmış; “Ağzıkaralar” öyküsü Oğuz Atay’ın, “Oyun” Tezer Özlü’nün, “Kuyruk” Onat Kutlar’ın. Bu özelliğiyle bir bölüm oluşturuyor kitabın içinde.
            Eksiltmeli bir anlatımı var Şenay Eroğlu Aksoy’un. Kurguda boşluklar bırakmayı, atlamalı bir anlatımı yeğliyor. Öykülerde çağrışım zenginliğini getiriyor bu biçem. Aynı şekilde dil kullanımında, sözcük seçiminde de özenli davrandığını söylemek gerekli, eskimiş sözcüklere, moda söyleyişlere dayamıyor sırtını. Yalınlığıyla da, imge kullanımıyla da şiirsel bir anlatıma yaslandığını düşünüyorum.

            Şenay Eroğlu Aksoy öykü kitapları üzerine yazılarıyla da öykü üzerine düşündüğünü, öykücülüğümüzü geleneğiyle bugünüyle özümsediğini gösteriyor. Yıl içinde dergilerde yayımladığı diğer öyküleriyle şimdiden ikinci kitabını bekletiyor. 

Ölüler ve Periler


                                                       Ölüler ve Periler
Zeynep Ünal’ın Ölüler ve Periler adlı ilk öykü kitabı bu yılın başında Ayizi Kitap Yayınları arasında yayımlandı. Yazarın Mitos Boyut Yayınları arasında yayımlanan Radyo Oyunları kitabını geçtiğimiz yıl edinip göz atmıştım. Serde tiyatroculuk var ya, “acaba sahne oyununa dönüşebilir mi?” diye düşünüp ayrı bir yere koymuştum. Radyo oyunları üstüne düşünmeye zaman bulamadan öyküleriyle çıkageldi öykü vitrinine. Başka bir türde, ama dramatik yazının özelliklerinden yararlandığı ilk okuyuşta kendini gösteren bir öykü dili var Zeynep Ünal’ın.   
Ölüler ve Periler on bir öyküden oluşuyor. Yaşamın içinden an’ları anlatırken bu an’ların gizemini yakalamaya, sıradanın içinde var olan sıra dışılığı okuyucusuna duyumsatmaya çalışıyor. Gizemli kaybolmalar, bilinmeyen hastalıklar, pisi pisine ölümler, geçmişte kalmış günahlar dolaşıyor öykülerde. Bu arada öykülerin bütününe içten içe yayılıyor gündelik yaşama özgü şiddet öğeleri. Polisiye kurgusuna yer verildiğini de söylemek gerekli. Merak öğesini, öykü kişilerindeki değişimleri iyi kullanıyor Zeynep Ünal.
İlk öykü “Devon Misafiri” gerek kurgusuyla, gizemiyle, gerekse anlatımıyla kitabın en güzel öykülerinden biri. Doğu Ekspresi’nde işlenen bir cinayet, cinayetteki gizeme ortak olan, polisiye roman okuru genç kız… Gündelik yaşamın içinden ayrıntılarla örülü özenli bir anlatım. “Asya Mandası” adlı öykü, kadının yeni doğum yapmış gelinleriyle arasındaki iç gerginliğin öyküsü. “Kabusname” bir medyum öyküsü. “Çıt Çıt’ın Sonu” vapurda sakız çiğneyen bir kadının tuhaf sonuyla yer ediyor okuyucuda. “Annemin Nesi Var?” geçmişin izleriyle gelen psikolojik bir rahatsızlığa odaklanıyor. “Keşke Açmasaydım” ana kız çatışmasıyla kurulu. “Kantitatif Analizler” yurtdışında eğitime devam eden genç kızın, geride kalan erkek arkadaşına yazdığı, yurtdışında yaşadıklarına, geçmiş okul anılarına ve ilginç bir rüyaya yaslanan mektubu. “Ivır Zıvır”, bilgisayarda dedektiflik oyunları oynayan bir genç kızın, mahallede oturan, yalnız yaşayan yaşlı kadının evine gitmesiyle başlar, gizemli olaylar ardı ardına gelecektir.
Bütün öykülerde ayrıntıların seçimi önem taşıyor. Bu ayrıntılar öyküde kurgusal boşluklar bırakmıyor. Özellikle anlatımın gözlemci bir yapıya kavuşmasını sağlıyorlar. Bazen sinematografik anlatıma yaslandığını da söyleyebiliriz sanıyorum, çevre ayrıntılarının kullanımı bu konuda etkili oluyor. Radyo tiyatrosu ve polisiye oyun yazıyor olması öykülerdeki diyalogların etkili olmasını getiriyor.       
            Sade, abartıdan uzak, yalın bir dili var Zeynep Ünal’ın. Günlük konuşma dilini iyi kullanıyor, betimlemeleri yerli yerinde yapıyor. Bazı öykülerde özellikle kullandığı alaysı dile, mizah öğelerine de dikkat çekilmeli.

            İlk kitabıyla öykücülüğümüzde hangi kanaldan yürüyeceğini duyumsatıyor Zeynep Ünal. Gizemli, irkiltici, fantastiğe yaslanan kurgularla ilerleyen grotesk öyküler.   

Başar Başarır "Düzenboz"


                                                                       Düzenboz

Uzun bir aranın ardından Düzenboz adlı öykü kitabıyla çıkageldi Başar Başarır geçen yılın son aylarında. Kitap gerek öyküleriyle, gerekse tasarımıyla farklı, kendine özeldi. Varlık yayınlarının o eski kitaplarının boyutlarında basılan kitabın tasarımı Bülent Erkmen’e ait. Daha kapak baskısında, kabartmalı kapak kâğıdında başkalığını, albenisini ortaya koyuyor. Kitaplar numaralandırılmış, bendeki kitabın numarası 278. Giriş sayfasına kitaptaki olayların ve karakterlerin kurgusal olduğu, ama gerçek hayattaki olaylarla ve karakterlerle benzerliklerinin tesadüfî olmadığı yazılmış. Verili olana karşı çıkma, alışılmış olanın bozulması, sıradanın sıra dışılığı, ince alayın hüzünle karışarak epik olana yönelmesi kitabın adından, tasarımından başlayarak bütüne, öykülerin atmosferine yayılıyor.
Birbirinden kişi zamirleriyle ayrılmış altı öyküden oluşuyor Düzenboz. Ben, sen, o, biz, siz, onlar… Öykülerin anlatımı da kişi zamirlerine göre değişiyor. Birinci, ikinci ve üçüncü tekil kişi anlatımlarından sonra gelen çoğul kişi anlatımları öykü dilini, atmosferi zenginleştiriyor. Anlatıcı öykülerin hepsinde egemenliğini elinde tutuyor, bunu özellikle belirtmek istedim, çünkü anlatıcının kendisini okuyucuya unutturmaması, dış sesi öykülerin içinde dolaştırması, öykülere epik bir özellik katıyor. İnce alayın, dozu hep korunan argonun, mizahın, gerçeküstücü öğelerin kullanımıyla öykülere uzak açıdan bakabiliyor okuyucu. Tiyatrodaki yabancılaştırma etmenlerinin işlevini taşıyor Başar Başarır’ın öykü dili. Okuyucuyu bir yanıyla öykünün içine çekerken, bir yanıyla da aradaki mesafeyi koruyarak yaşadığımız dünyanın kabalıklarını, çirkinliklerini, düzensizliklerini öne çıkarıyor, çağrışımlara yaslanarak düşündürücü, sarsıcı bir etki sağlıyor.
Başar Başarır’ın çeşitli söyleşilerinde, eski yazılarında öykü kitaplarının okunmasına ilişkin öne sürdüklerini düşündüm kitabı okurken. Kısa aralıklarla bir dünyadan çıkıp başka bir dünyaya geçmenin güçlüğü, öykülerin, atmosferin birbirine karışması, öyküleri ardı ardına okumanın güçlüğü ve sıkıcılığı… Düzenboz’daki öyküler arasında belirgin bağlantılar olmamasına karşın, atmosferin öykülerin bütününe yayılmasıyla, ritmik öykü diliyle, kurgusuyla öyküler, kopmadan, ardı ardına okunabiliyor. Yazarın, öyküleri kendi kaderlerine bırakarak, bir torbaya atar gibi bir araya getirmediği, kitabın kendi düzenlenişine de emek harcadığı anlaşılıyor. Bölümlemedeki kişi zamirlerinin öykülerdeki yerleştirilişi bile her öykünün okuma deneyimini farklılaştırıyor örneğin. Burada kitabın tasarımının da etkili olduğunu söylemek gerekli. Yazı aralıklarından sayfa boşluklarının rahatlatıcılığına, geçişlerdeki boş sayfalardan, kişi zamirlerinin, öykü adlarının ayrı sayfalarda tek başlarına yazılmasına, kitap boyutunun sevimliliğine…
İlk öykü “Fırıncı Musa”, ekmekçi Hüseyin’in çırağı, bıçkın mahalle delikanlısı Musa’nın öyküsü. “Çikolata” öyküsü, annesiyle birlikte yaşayan Yeşim’in evlenip evlenmeme kararsızlığıyla gelişiyor; önemsiz bir hastalıktan kurtulabilmesi için doktorunun söyledikleri bu kararsızlığı boyutlandırır. “Açılmıyor”, bir banka güvenlik görevlisinin sabah işine geldiğinde kapının kilidini açamamasıyla başlıyor. “Boğazlı Kazak”, eşinden ayrılmış, boğazda oturan, orta yaş megalomanisi yaşayan bir adamın öyküsü; okuyucuyu düşle gerçek arasında dolaştıran, akıllarda kalan filmlerden sahnelerle çağrışımları hareketlendiren bir öykü. “Gören Gözler”, canı uçan gazetecinin –Hrant Dink – öyküsü. Siz olarak seslenilen de Beşer’dir, bütün insanlık… Diliyle de, anlatımıyla da, daha önce sözünü ettiğim epik vuruşlarıyla da kitabın etkileyici öykülerinden biri. Kitabın son öyküsü “Şehzadenin Sünneti”, tarihle bugün arasında, gerçeküstücü gidiş gelişlerle kurgulanmış, ince alayın ağır bastığı bir öykü. Şehzadenin ihtişamlı sünnet törenini, canlı yayında bir televizyon sunucusunun anlatımıyla okuyoruz. Bütün öykülerde olduğu gibi bu öyküde de düzen bozulmaya yüz tutmuştur, öykü tam da düzenin bozulduğu anlara odaklanmıştır. Düzen bozulur!
Son zamanlarda sık sık duyduğumuz felaket senaryolarına benzer gerçeküstü durumlarla bitiyor öyküler. Okuyucuyu irkiltecek, öyküden öyküye geçerken durup düşünmesini sağlayacak düzenboz senaryolar bunlar. “Fırıncı Musa”da fırınlar hamur mayalamıyor o sabah; “Çikolata”da hiçbir bilgisayar işlemiyor; “Açılmıyor”da hiçbir kilit açılmıyor o sabah; “Boğazlı Kazak”ta hiçbir vasıta işlemiyor; “Gören Gözler”de hiçbir kamera kaydetmiyor; “Şehzadenin Sünneti”nde bütün ekranlar flulaşıyor…
Alaysılık, gülmece öğelerinin, argonun öne çıkarılmadan, yüksek perdeye alınmadan, içten içe okuyucuyu kuşatacak biçimde, ama kesinlikle başını öne eğmeden kullanılışı yazarın öykü dilinin en önemli özelliği. Düzene karşı çıkışını, sorgulamasını, sorularını, acısını, bağırmadan, bunalıma düşmeden, kıvrak bir dille, kurguyu, yazı sanatını önemseyerek dile getiriyor. Kasvetli havaları bile gülümsemeyi unutmadan anlatıyor öyküler.
Öykü karakterlerine de dikkat çekilmeli. Düzenin bozulma anları bütün öykülerde sıradan insanların, gündelik yaşamını sürdüren insanların gözünden anlatılıyor. Fırıncı Musa, evlenemeyen Yeşim ve annesi, banka güvenlik görevlisi, veznedar Kazım, televizyon haber sunucusu… Uzun uzadıya anlatmadan, birkaç sözcükle derinlik kazandırılmış öykü kişileri…  

Başar Başarır Düzenboz’la önceki öykü kitaplarından bildiğimiz kendine özgü öykücülüğünün izlerini korusa da, öykü dilinde, öyküleme biçiminde, karakterlerinde farklılaşıyor, öykü kanalını genişletiyor, boyutlandırıyor.

(Sarnıç Öykü'de yayımlanmıştır.)