5 Mayıs 2014 Pazartesi

BİR HAL VAR SENDE


Bir Hal Var Sende

Kadir Yüksel

Can Yayınları kuruluşundan bu yana öykü yayıncılığına ayrı bir önem verdi. Usta öykücülerin kitaplarını yayınlarken genç öykücülere de yer açtı ve öykücülüğümüze bir çok öykücü kazandırdı. Bugün de aynı çabayı sürdürüyor. Bunun son örneklerinden biri de ilk iki kitabıyla Berna Durmaz.
            Berna Durmaz’ın ilk öykü kitabı Tepedeki Kadın geçtiğimiz yıl yayınlanmıştı. Bu yıl da ikinci öykü kitabı Bir Hal Var Sende yayınlandı. İlk kitabıyla gördüğü ilgiden sonra öykü okurlarını fazla bekletmedi Berna Durmaz. 
            Kitap, hepsinde altı kısa öykünün yer aldığı üç ana bölüme ayrılmış. Taş adını taşıyan birinci bölümdeki altı öyküde de taş, imgesel anlatımın bir parçası olarak öykülerin üstünde dolaşıyor. Kimi kez yürekler taşa dönüşüyor, kimi kez öykü kahramanının sütten beyaz taşları oluveriyor… Öykülerin birbirinin içinden geçen bağlantılarını da görebiliyorsunuz: Lal adlı öyküde göğsüne bastırdığı kara yıldız taşı zamanla yüreğine karışan çocuk, bir sonraki Gelincik Yaprakları öyküsünde Lal Adam’a dönüşüyor.
            Kuş adlı ikinci bölümün altı öyküsünde de öykülerin içinde kuş dolaşır. Kitabın en güzel öykülerinden biri olduğunu düşündüğüm İpin Kanatları’nda Kuş günü, Yıldız köydeyken doğan kızı, öykünün sonunda Yıldız alıp uçuracaktır. Yılanın Gözü adlı öyküde sesini kuyuya kaptıran kızın saçlarına dolanan yılanı, kocaman, sivri gagalı bir kuş kapıp uçurur, geriye yılanın gözü kalacaktır. Kalpteki Kuş öyküsünde bu kez kalbe yerleşen taş değil kuştur. Göç adlı öyküde saat kulesi kadar yaşlı Keşif Amca, kulenin balkonuna konan kuşlara aldanıp kendini aşağıya bırakır. Yerde yatan Keşif Amca bir karga ölüsüne dönüşmüş gibidir. Kulenin saati çalıştırılamaz, kasabadakiler zamansız kalmışlardır, her şeylerini toplayıp başka yerlere göçerler.
            Kitabın üçüncü bölümü Göl adını taşıyor. Bölümün ilk öyküsü Giden bir önceki bölümün imgesi olan kuşa göndermeyle açılıyor ve bir baraj gölünün çevresinde geçiyor. Göç öyküsünün saat kulesini tamire çıkan saatçisi bu öyküde de karşımıza çıkıyor. Kırılma adlı öykü bir şehri suyun altında çürüten baraj gölünü anlatır. Manolya adlı öyküde öykü kahramanları gölde boğulan tanımadıkları kadının yüzünü, çay dağıtan Peri’nin yüzünde buluverirler. Uzak şehirlerden birine gelin giden Peri’nin çok geçmeden gölde ölü bulunduğu haberi gelir. Suyun üstünde bir manolya gibi… Üçüncü bölümün ve kitabın son öyküsü Çakıltaşı gölün kıyısında, artık trenlerin uğramadığı bir istasyonda geçiyor. Manolya öyküsünde karşılaştığımız Peri’nin yaşadığı yerdir burası. Uzun zaman sonra bir tren gelir istasyona, bir adam iner trenden. Peri’yle karşılıklı kahve içerler. Gölün kıyısından topladığı öyküleri yazdığını söyler Peri. Adam kendisinde de yarım bırakılmış bir öykü olduğunu söyler. Yarım bırakılmış öykü, kitabın ilk bölümünde dolaşan taş imgesine göndermeler yapar ve sürpriz bir sonla noktalanır.
            Dinleyicilerinin düş gücünü de harekete geçiren halk anlatıcılarına, masalcılara özgü bir söyleyiş yakalıyor Berna Durmaz. Öykülerin bazılarında yer alan, “ninem derdi” ile başlayan halkın içinden çıkmış özlü sözler bu söyleyişin, biçemin de ipucu gibi. İmgelerle örülü, şiirselliğe varan bir dil. Bu tür anlatılara özgü olağanüstülüklerle, sıra dışı insanlarla örülü öyküler. Özellikle kadın ve çocukların bu söyleyişle var edildiklerini görüyoruz. Öykülerin o kendine özgü atmosferini oluşturan da bu söyleyiş biçimi. Taş, kaya, kuş, göl, uçmak, ağaç, orman imgeleri kitabın bütününde eşlik ediyor okuyucuya. İmgelerin çağrışım zenginlikleriyle tamamlanıyor öyküler.
            Köy ya da küçük kasabaların kasvetli havasının içine çekiyor okuyucusunu Berna Durmaz. Her an düşecekmiş gibi yaşamın kıyısında yaşıyor öykü kişileri. Kadınlar, kız çocuklar yazgılarıyla baş başa kalıyorlar, yazgılarıyla boğuştuklarını söyleyemeyiz, boğuşmak isteseler de yenik düşüyorlar. Seslerini kuyuya kaptırıyorlar, yıldız alıp götürüyor, gölde boğuluyorlar ya da sepetin çürüğü oluyorlar. Öykülerde içten içe şiddeti, huzursuzluğu, nefreti duyumsuyorsunuz.
            Berna Durmaz ilk iki kitabıyla öykücülüğümüzde kendisine yer açacağını gösteriyor.

İÇERİ GİRMEZ MİYDİNİZ?


2013 Haldun Taner Öykü Ödülü
İçeri Girmez miydiniz?

Kadir Yüksel

Öykücülüğünü dergilerde sınayan, dergilerin öykü için önemli bir okul olduğunu bilerek ilk öyküleriyle dergilerde kendine yer açan Neslihan Önderoğlu’da geçtiğimiz yıl ilk öykü kitabına yol alan öykücülerden. İçeri Girmez miydiniz? adlı kitap Alakarga Yayınları arasında yıl sonunda yayımlandı. Dergilerde yayımlanan öyküleriyle de öne çıkıyor, dikkat çekiyordu Neslihan Önderoğlu.
Usul usul anlatmaya başlayan, giderek okuyucusunu saran, kurduğu atmosferin içine alan, yüreğe dokunan anları, ruh durumlarını paylaşıp sonra gene usul usul çıkıp gidiveren öyküler. Her ne kadar çoğu usul usul sonlansa da öykülerin bıraktığı tortu sarsıcı oluyor. İnsanı derinden etkileyen bir cümleyle okuyucusunda uçup gitmeyen bir şeyler bırakıyor.
Anlatımdaki yalınlık zenginliğe dönüşüyor Neslihan Önderoğlu’nda. Dil kullanımında bilinçli olduğunu, sözcüklerin seçiminde özenli davrandığını söylemek gerek. Bunun bir özellik olarak söylenmesi doğru mu, bilmiyorum. Ama son zamanlarda okuduğum öykülerde dilin hırpalandığını, eskimiş, içi geçmiş sözcüklerin sakınılmadan, hoyratça, dikkatsizce kullanıldığını görünce, bu modaya kendisini kaptırmayanları özellikle söylemek gerektiğini düşünüyorum.
Kitaba da adını veren İçeri Girmez miydiniz? Adlı öyküsüyle geçtiğimiz yıl Tarık Dursun K. Öykü Ödülü üçüncülüğünü kazandı Neslihan Önderoğlu. Öykünün giriş cümlesi okuyucuyu da içine çekiveriyor. Ayrıntıların incelikle kullanıldığı, kırılma anlarının öyküsü. 1980’li yıllara, beklenen bir babaya, alınamayan bisiklete, özlenen anneye, aranan saate götürüyor bizi “limana yanaşmayı bekleyen bir gemi”yle. Kitabın bütün öykülerinde aynı ayrıntı seçiciliğini görebiliyorsunuz. Gündelik yaşam içersinde insanların çıkışsızlıklarını, yalnızlıklarını, kaygılarını, geçmişin yaralarını taşıyan ilişkilerini ele aldığı öykülerinde incelikli, öykü kişilerini kırmak istemeyen, sevecen bir anlatım var. Ama bu sevecenlik, öykü kişilerini oldukları gibi görmesine engel olmuyor, hatalarıyla da, kötücül yanlarıyla da görebiliyor onları.
Sağlık ocağında bozkırın sıkıntısıyla bunalan doktor… Çırağını nüfusa kaydettiren usta… Yaşama karşı kırılgan bir insanın cam eşyalar toplaması… Çocuğu olmayana şifa için hocaya gitmeyi öneren arkadaşlar… Kimsesiz adamın pastanesine gece köpeğiyle gelen kimsesiz hasta müşteri… Hayatındaki ters yüz oluşa inat evindeki bütün eşyaları ters yüz eden, hatta kendisini de ters yüz asan kadın… Ev halleri, evde hastasına bakan kadınlar, hastane odaları, ölümler, yalnızlıklar, yabancılıklar, yaralı ruhlar, geçmişin izleri…
Bütün öykülerde gerçeklerle yüzleşme anı gizli. Bütün yaşananların insanda bıraktığı izler, sıkıntılar, çelişkiler, bir farkına varma anında ele alınıyor. Acılarıyla, yaşamla olan uyumsuzluklarıyla karşı karşıya kalıyor öykü kişileri. Bu nokta, yaşamın içindeki kırılma noktasıdır. Bunu trajik bir anlatıma değil, içtenlikli, derinlikli bir anlatıma dönüştürüyor Neslihan Önderoğlu. Trajik durumu daha katlanılır kılıyor, etkileyen ayrıntılar, durumlar kurgulayarak okuyucusunda kalıcı olmasını sağlıyor öykülerinin.

Üçüncü Öyküler Serüveni


Üçüncü Öyküler Serüveni

Kadir Yüksel 

Neden bir öykü dergisi? Kendime ilk sorduğum soru buydu. Salim Şengil Usta’nın “Seçilmiş Hikâyeler”i çıkarırken bu soruya verdiği yanıt neydi acaba? “Düşler Öyküler”in ilk sayısındaki söyleşisinde nasıl da güzel anlatıyordu “Seçilmiş Hikayeler”in çıkış serüvenini. Sevgili Mustafa Balel’in 1970’lerde Sivas’ta bir lise öğretmeni maaşıyla yedi sayı yaşattığı “Öykü” dergisinin ilk sayısındaki çıkış yazısı yetişiyordu imdadıma. Şöyle diyordu Mustafa Balel: “Yetişecek kuşakların gözlerini açar açmaz soluk alacakları bir dünya, bir öykü dünyası yaratma kaygısı”, “küçük suların denizle bağlantı kurmalarına yardımcı olma isteği”. Doğrusu bundan daha güzel yanıtlayamazdım neden sorusunu. Katıldığım her toplantıda bu yanıtı verdim. Mustafa Balel’in o döneme ilişkin anlattıkları hep düşündürdü beni; Sivas’ta, bir lise öğretmeni maaşıyla 96 sayfalık bir öykü dergisi yayımlayabilmek, beş bin adet basabilmek, dergiyi dağıtımcıya verebilmek... Derginin matbaaya götürülüp getirilmesi için yapılan onca yolculuk da cabası. Şimdi bir lise öğretmeni maaşıyla bütün bunları yapabilmek mümkün mü? 1980’lerin o karanlık dönemlerinde, alçakgönüllü, samimi, üretken bir çabayla var edilen “Yaba Öykü” nasıl unutulur. “Öykü yaşamdır diyoruz. Öykü insandan soyutlanabilir mi? Öykü yaşamak olduğuna göre, bütün yoğunluğuyla yaşayacağız.” Öykü yaşamdır diyen herkesle öyküce konuşabilmek için yola çıkmak!
            Öykünün sürgün edildiği, dergilerde yeterince yer almadığı, yayınevlerinin öykü kitaplarına fazla değer vermediği bir dönemin ardından “öykü edebiyatımızın gereksinmelerine kendince bir karşılık vermek için yola” çıkan “Adam Öykü” yeni bir dönemi başlatıyordu. Öykü edebiyatımızın öykü dergilerine gereksinimi vardı. Hemen ardından “öykücülüğümüzün gelişiminde öykü dergilerinin önemli işlevleri” olacağını söyleyerek “Düşler Öyküler” dergisi yayımlandı. “Niçin bir öykü dergisi, hatta niçin iki, üç, daha fazla öykü dergisi olmasın?” diyordu çıkış yazısında. “Düşler Öyküler”in bu düşü gerçeğe dönüştü. Bir başka düşü daha gerçekleştirdi “Düşler Öyküler”: Öykü Günleri. Öykücülüğümüz için öykü dergileri kadar önemlidir öykü günleri. Ve öykü günlerinin ardından bir düş daha gerçekleşti, 14 Şubat Dünya Öykü Günü.
            “Fayton Öykü” ve “Üçüncü Öyküler”, ilk sesi İzmit’ten verdi “Düşler Öyküler”in çağrısına. Serüven 1997 yılında “Fayton Öykü” dergisinin yayımlanmasıyla başlamıştı. Dostum Tülin Er’le yoğun bir emek harcayarak hazırladığımız “Fayton Öykü” dergisinin, ne yazık ki bir takım anlaşmazlıklar yüzünden ömrü çok kısa olmuştu. Ardından ben “Üçüncü Öyküler”e soyunmuştum.
            Düşüncemi Özcan Karabulut’a açtığımda nasıl heyecanlandığını çok iyi anımsıyorum. Derginin ismini düşünmüştük birlikte, nasıl bir dergi olacağını konuşmuştuk. İlk sayımızın öykülerine, çevirilerine Özcan Karabulut’un sayesinde ulaşabilmiştik. İzmit’te “Fayton Öykü” dergisi olarak düzenlediğimiz Sabahattin Ali Öykü Günleri’nde sunulan bildirileri de Sabahattin Ali dosyasının yazıları olarak yayımlamıştık.
            “Öykü gündemde” başlığını atmıştık “Üçüncü Öyküler”in ilk sayısındaki çıkış yazısına. “Öykü çağımıza en yakışan yazın türü. Parçalanmışlığımıza, gündelik ritmimize nasıl da uygun düşüyor. Yaşamımızı karşılıyor. (...) Öykü, sağlam geleneğinin yol göstericiliğini unutmadan, hem temellerini sorguluyor, hem de çıtayı daha da yükseltmeye hazırlanıyor. Öykü gündemde!” Derginin kapağında “Yaz’ 98” tarihi var.
            1999 yılının 17 Ağustos’unda sadece binalarımızı değil ruhlarımızı da sarsan o büyük sarsıntının bir gün öncesinde, 16 Ağustos’ta derginin beşinci sayısını matbaadan almaya gitmiştik bir arkadaşımın arabasıyla. Akşamüstü getirip ertesi gün dağıtmak üzere büroma koymuştuk. Kargoları yazıp gönderecek, abonelerin postalarını hazırlayacaktık. O gece ömrümde bir daha yaşamak istemediğim bir gece yaşadım. Sağ salim inebilmiştik evimizden ama tanıdıklarımız, akrabalarımız, arkadaşlarımız vardı sağ salim olmayan. Enkazların başında günler geçirdik, arkadaşlarımızı akrabalarımızı alelacele toprağa vermek zorunda kaldık. Öylece, matbaadan geldiği gibi paketler halinde büroda kalan dergilerle uğraşacak durumda değildik. İçeri giremiyorduk zaten. Günler sonra cesaretlenip içeri girdiğimde duvarın dergilerin üzerine yıkıldığını görmüştüm. Dergileri duvar yığınının altından çıkarıp kapı kenarına taşımıştım korka korka. Kargoları, postaları haftalar sonra gönderebilmiştim. Bilgisayarımızı bir arkadaşımızın işyerine taşıyıp yeni bir sayının hazırlıklarına da başlamıştık. Haldun Taner dosyasının olacağı altıncı sayıyı hazırlıyorduk. O sayıya bir de deprem dosyası hazırladık. Şimdi düşünüyorum da, deprem günlerinin karamsarlığına, acılarına dayanıp yayımlayabildiğimiz, dağıtabildiğimiz “Üçüncü Öyküler”i 2001 yılındaki ekonomik krize dayanamayıp kapatmak zorunda kalışımız hüzün veriyor.
            “Üçüncü Öyküler”, her sayısında öykücülüğümüzün geleneğinde yer eden bir büyük usta için dosya hazırladı. Sabahattin Ali, Ömer Seyfettin, Orhan Kemal, Memduh Şevket Esendal, Refik Halit Karay, Haldun Taner, Sait Faik, Nezihe Meriç, Oktay Akbal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Vüs’at O. Bener. Ayrıca her sayısında “Unutulmuş Öykücüler”, “Öykü Serüvenleri”, “Dünya Öykücülüğünden” adlı bölümleri hazırladı. Gelen öykülerle, yazılarla oluşturulan bir dergi değildi “Üçüncü Öyküler”, hazırlanılan bir dergiydi. Dosyalar için yazılar isteniyor, Dünya Öykücülüğü bölümü için çeviriler yaptırılıyor, öykü serüvenleri yazdırılıyor, söyleşiler yapılıyordu.
            “Üçüncü Öyküler”in dokuzuncu ve onuncu sayılarında bir duyuru yapmıştık; Öykü Yıllığı. Yayımlayabilmeyi çok isterdim ama tüm hazırlıklarımıza karşın yayımlayamadık öykü yıllığını. Mehmet Güler, Fahrettin Demir, Emin Sami Arısoy ve ben, 2000 yılına ilişkin öykü üzerine her şeyi doküman haline getirmiştik. Yazılar istenmişti, yıllık değerlendirmeler yapılmıştı. Yıllığa girecek öyküler belirlenmişti. Olmadı. “Üçüncü Öyküler” bu sözü yerine getiremedi, bir düş olarak kaldı. Daha sonraları bir öykü yıllığı yayımlanmasının zamanı geldiğini Sevgili Feridun Andaç dile getirdi yazılarında. İmge Öyküler öykü yıllığını programına alıp önümüzdeki yıl yayımlayabilse ne güzel olur.
            Onikinci sayıya kadar yaşatabildik “Üçüncü Öyküler”i. Onikinci sayı için bir giriş yazısı yazmam gerekiyordu ama, bu yazının son giriş yazısı olacağı düşüncesi elimi yavaşlatıyordu. “Gelecek sayımızı yayımlayıp yayımlayamayacağımızı bilmiyorum. Arkasında herhangi bir ekonomik gücün olmadığı, üstüne üstlük İzmit’te yayımlanan bir öykü dergisinin şu yaşadığımız “krizler dönemi”nde nasıl darbe üstüne darbe yediğini düşünmek zor olmasa gerek.” Derginin kapağında “Güz’ 2001” tarihi var. Demek üç yıllık bir ömrü olmuş “Üçüncü Öyküler”in. Derginin bu üç yıllık ömrü çok şey öğretti bana. Sinekten nasıl yağ çıkarılacağını öğrendim örneğin. Sağdan soldan bulduğun çeki matbaaya ver, dergiyi al. Tanıdıklarınla dergiyi dağıtmaya çalış. Abone yapmak için diller dök. Kargoları hazırla, postaları hazırla, para buldukça gönder. Geri dönüşü olmasa da en azından dağıtıldığını düşün, sevinmeye çalış. Dergicilikle uğraşan herkesin bildiği sıkıntılardan pek bir farkı yok. Bütün bunların içinde gelecek sayıyı oluşturmak için telefonlar aç. Yazılar iste. Gelen öyküleri değerlendir, bir çoğunu yanıtla. Yazıları bilgisayara gir, çıktılarını al, düzeltmelerini yap, sayfa düzenlemelerini yap, tekrar çıktı al, tekrar düzeltme yap... En son halini matbaaya gönder, kısa bir süre için soluk al, sonra aynı heyecan ve enerjiyle bir sonraki sayı için hazırlan.
            “Üçüncü Öyküler”in yaşamında iki isim daha var ki anmadan geçersem haksızlık etmiş olurum: Emin Sami Arısoy ve Fahrettin Demir. Sevgili Emin Sami Arısoy Tıp Fakültesi’nin nerdeyse tamamını dergimize abone yapmıştı. Tanıdıklarını devreye sokup arka sayfamıza ilanlar almış, dağıtım için çabalamıştı. Fahrettin Demir her sayının hazırlık aşamasında bizimle birlikte olmuştur. Öykülerin seçilmesinden yanıtlanmasına, dosyaların hazırlanmasından düzeltmelerin yapılmasına kadar  pek çok işte emeği vardır.
            “Üçüncü Öyküler”e omuz verenlere teşekkür etmek boynumun borcudur. Ama içlerinde sadece teşekkür etmekle borcumu ödeyemeyeceğim insanlar da var: Bahriye Çeri, Ruşen Hakkı, M.Sadık Aslankara, Mehmet Güler, Aysu Erden, Özcan Karabulut, Gürhan Uçkan, Berkiz Berksoy, İ.Güven Kaya, Akın Sevinç, Adem Eryürük, Gülperi Sert.
            “Üçüncü Öyküler” taşralı(!) bir dergi olarak merkeze yaranmak gibi kaygıların, hırsların içinde olmadı hiç. Öyküye hizmet etmek istedi sadece. Edebildiyse ne mutlu. Kimseyi hedef göstermedi, kimseyi tehdit etmedi. Kişisel çekişmelerle, kuyruk acılarıyla uğraşmadı. Kimseyle, hele hele kendi türündeki diğer dergilerle yarışmaya kalkışmadı hiç. Kendi yağıyla kavrulan, alçakgönüllü bir dergi oldu. İlkelerini hep korudu. Yayımlandığı süre içinde her türlü günah bana aittir, ama lütfen, sevapları “Üçüncü Öyküler”in hanesine yazınız.



Doksanlarda Öykücülüğümüz...


Doksanlı Yıllarda Öykücülüğümüz

Kadir Yüksel

90’lı yılların öykücülüğüne o on yılı iki bölüme ayırarak bakmak gerekiyor. 1995 yılı 90’lı yıllardan bugüne öykücülüğümüz için neredeyse bir milat gibidir. 1995’e kadar olan ilk beş yıl öykücülüğümüz adına seksenli yıllardan devraldıklarını ileriki yıllara taşımaktan öteye gidememişken, 1995’ten 2000’e uzanan ikinci beş yıl, etkileri bugünün öykücülüğüne kadar sürecek olan bir canlılığı, arayışı, devinimi kazandırmıştır öykücülüğümüze. 90’ların iki bölümünün adeta keskin hatlarla birbirlerinden ayrılmalarının en önemli nedeni de öykü dergileri olmuştur kuşkusuz.

            İlk Yıllar
            90’ların ilk beş yılına bakabilmek için öykücülüğümüzün seksenli yıllardan devraldıklarına göz atmak gerekiyor ilkin. Çünkü seksenli yılların öykücülüğünden pek farklı bir seyir izlemiyor 90’ların ilk yıllarındaki öykücülüğümüz.
            80’li yılların toplumsal ortamını ayrıntılı olarak yazmak gereksiz yinelemeler olacak, hepimiz biliyoruz o dönemin toplumsal ortamını. 80’de yaşanan o büyük travma, faşizm kolay atlatılır cinsten değildi. Kopuş, savruluş yıllarıdır o yıllar. Baskı ortamının, toplumsal sancıların doğurduğu mutsuzluk, karamsarlık gündelik yaşama sızmış, geçmişle bağlar koparılmıştır. Öykücülüğümüzün böylesi bir ortamdan etkilenmemesi beklenebilir mi? Farklı kanallara, arayışlara sürüklenmiştir öykücülüğümüz. Toplumsal yanı ağır basan edebiyat anlayışının bir kenara itilmesiyle edebiyat yaşamdan uzaklaşmıştır. Öykü gündemden düşmüş, geleneğiyle bağları kopmuştur. Ellilerden gelen, yetmişlerden devralınan öykü ortamı suskunlaşmıştır. Geleneğin getirdiği çıtayı aşmak bir yana o çıtaya yanaşamayan yıllardır o yıllar. Bir iki örnek dışında öykücülüğümüzün düzeyi hep düşük kalmıştır. Çıtayı zorlayan örnekler de yeterince ele alınmamış, suskunluğun içinde kendi çıkışlarını bulamamıştır.  Önceki yıllardan gelen usta öykücülerimiz bile çoğu kez kendi verimlerinin gerisine düşmüşlerdir. Bireyci, biçimsel kaygıları önceleyen bir edebiyat anlayışı yaygınlaşmaya başlar. Yalnızlığı, içe dönüklüğü, iç dökmeleri, geçmişte yaşananlarla bir başına hesaplamayı temel alan, devinimi olmayan, olaydan, hatta neredeyse durumdan bile uzaklaşan öyküler, biçimsel arayışlarla sunulur okura. Buna karşın yaşamdan beslenen, kara mizahı kullanan, kaba gerçekçilikten öte yeni bir gerçekçiliğe yönelen öykücüler de çıkagelir. Suskunlukla karşılanırlar. Ama 90’ların öykücülüğünü sırtlayıp taşıyacak olanlar, bugünün öykücülüğüne dek etki alanlarını sürdürecek olanlar hep o imzalar olacaktır.
            Seksenlerin edebiyat ortamında, dergi ve gazetelerinde öykünün yok denecek kadar az yer alması öykücülüğümüze sürgün hayatı yaşatmıştır. Öykü ortamındaki suskunluğa karşın öykü kitaplarının yayımlanmasında bir artış olduğu görülür. Özellikle seksenlerin ikinci yarısında yaşanan bu artış bizi yanıltmasın, çünkü bu artışın nedeni belli başlı yayınevlerinin öykü kitabı yayımlamaya ağırlık vermeye başlamasından kaynaklanmaz. O dönemlerde yeni kurulan yayınevlerinin, ortaklaşa kurulan küçük yayınevlerinin ve dergicilerin bastıkları kitapların fazlalığıdır asıl önemli etken. O dönemde bir şekilde kitabını yayımlatan öykücülerimiz asıl öykücü kimliklerini doksanlı yıllarda bulacaklardır.
            Seksenli yılların sonlarında yayın hayatına başlayan bir dergi var ki, öykücülüğümüzün sonraki yıllarına soluk aldıracak imzalara sayfalarında yer vererek doksanların ilk yıllarında da sürdürür yaşamını: Yayın yönetmenliğini kendisi de bir öykücü olan ve genç yaşta yitirdiğimiz İzzet Kılıçlı’nın yaptığı “Yazıt” dergisi ve ilerleyen sayılarında verdiği “Modern Öyküler” eki unutulmamalı. Bu ek kısa ömürlü olsa da, bugünün öykücülüğündeki yetkin imzaların ilk öykülerini yayımlamanın yanı sıra, doksanların ikinci yarısında ardı ardına gelecek öykü dergilerinin de habercisi olmuştur.
            90’lı yıllar öykücülüğümüzün sürgün hayatıyla başlar. Dergilerde, edebiyat gündeminde kendine yer bulamayan öykü gözden uzakta, içten içe sürdürmüştür yaşamını. Yayımlanan öykü kitaplarının sayısında, özellikle 92 ve 93 yıllarında, bir artış vardır var olmasına ama öykücülüğümüzün gelişim çizgisi dikkate alındığında nitelik olarak aynı gelişmeden söz etmek zordur. O dönemin genç öykücüleri istenen çıkışı yakalamamıştır, yazınsal eleştirinin öyküden oldukça uzak durması, gelişimi yavaşlatır. Sönük ve devinimsizdir öykü ortamı. Öykü üzerine bırakın tartışmayı, küçük bir kıpırtı bile yoktur. Edebiyat gündemini roman oluşturmaktadır.
            Önceki yıllardan gelen usta öykücülerimiz verimlerini sürdürdüler bu dönemde de. Az yazdılar, az yayımladılar ama sürdürdüler. Bir önceki on yıldan gelen genç ustalar ise öykücü kimliklerini edinmekteydiler. Arayışlara girişiyorlar ve farklı gerçekçilik anlayışlarını öyküleştiriyorlardı. Genç öykücüler ise bireyci, içe dönük, kapalı, yaşamdan kopuk, biçemci bir öyküyü yeğliyorlardı. Genç öykücüler birbirlerini çoğaltıyorlar, birbirine benzer yaşantıları yineleyerek benzer öyküler yazıyorlardı.
            1994 Eylül’ünde Memet Fuat’ın “Öykücülüğümüz” isimli yazısı öykücülüğümüzün devinimsizliğini kıracak olan dönemin başlangıcı sayılmalı. Memet Fuat, öykünün dergilerden sürülmesini, bunun da öykücülüğümüzün gelişimine olumsuz yansıdığını dile getirir yazısında. Bu yazıyı Uğur Kökden’in “Öykü Dergisi” yazısı izler. Yine Memet Fuat’ın öykücülüğümüze öykü dergiciliğimize ilişkin yazıları ardı ardına yayımlanır. Feridun Andaç yazılarıyla destek verir. Çok boyutlu bir tartışmaya dönüşemese de öykünün gündeme alınmasını sağlar bu yazılar. Öykücülüğümüzün canlılık kazandığı yılların temelini oluşturur.


Öykü Dergileri Kuşağı
            Her dönem kendi yazınsal birikimini de beraberinde taşıyor elbette. Kuşak kavramı yaş olarak kullanıldığı gibi belli bir dönemi adlandırmak için de kullanılıyor. O dönemin içinde öne çıkan bir olgu döneme adını verebiliyor. 90’lı yılların ikinci yarısındaki öykücülüğümüzü ‘öykü dergileri kuşağı’ olarak adlandırmanın doğru olacağını düşünüyorum. Çünkü 1995’in son ayında yayın hayatına başlayan Adam Öykü dergisinin ardından birbirinin peşi sıra yayımlanan öykü dergileri o dönemin öykücülüğüne damgasını vurmuştur. Hatta ‘Adam Öykü’ kuşağı bile diyebiliriz. Öykü dergileri kuşağı 2000’li yıllara da taşınmış, etkisini bugüne kadar sürdürmüştür. 2000’lerin ilk on yılını yazdığımızda da öykü dergilerinden söz etmeden geçemeyeceğiz.
            Memet Fuat’ın ve diğer eleştirmenlerin yazıları sonuç verir ve ‘Adam Öykü’ dergisi 1995 yılının Aralık ayında yayın hayatına başlar. Hemen ardından ‘Düşler Öyküler’ dergisi gelir. ‘Fayton Öykü’, ‘Üçüncü Öyküler’, ‘Bir Bilet Gidiş Dönüş’, ‘Kül Öykü’ dergileri ardı ardına yayımlanır. Öykü dergiciliğinin yarattığı yer genişlemesiyle öykü okuruna ulaşmaya başlar. Sürgünden dönmüştür artık öykücülüğümüz. Kendisine yer bulmuş, o suskun günlerden çıkıp doğrulabilmek için ortam oluşturmuştur. Gerçekten de öykü dergileri öykücülüğümüzün önündeki en önemli engeli kaldırmış, edebiyatın canlı ortamına öyküyü taşımıştır.
            90’lı yıllarda yetişen genç öykücülüğümüz için bu çok önemli bir fırsat olmuştur. Genç öykücülüğümüzün bu fırsatı iyi değerlendirdiğini düşünüyorum. Öykü dergileriyle yetişen, öykü dergilerinin açtığı yolda öykücülüğünü besleyen bir kuşaktır ‘öykü dergileri kuşağı’. Öykücülüğümüzün geleneğiyle kopan bağlarını öykü dergiciliği onarmıştır diyebiliriz.  Öykü dergileri öykü eleştirmenlerini de ortaya çıkarmıştır. Öykücülüğümüz üzerine yazılar artmış, eleştirmenlerimiz genç öykücülerin öykülerine ilgi göstermeye başlamışlardır.
            2000’lerin ilk yıllarında da süregiden öykü dergileri kuşağının en önemli özelliği sürekli bir arayış içindeki çeşitliliğidir. Önceki yıllardan devralınan bireyci öykü anlayışının öne çıktığı söylenebilirse de, her öykücü kendine özgü bir öykü dünyası kurma çabası içindedir. Öykü dergileri kuşağı başlangıçta biçimci, içedönük, kapalı, çoğaltmacı öyküler yazdılar, ama zamanla bunu aşmayı bildiler. Ayrışmaya giden yolda önemli bir ivme kazandırmıştır öykücülüğümüze öykü dergileri. Öykü dergileri kuşağının öykücüleri aynı öyküyü yazmıyorlar artık / yazmamalılar da zaten. Farklı bir gerçekçiliğin peşindeler, kendi öykü evrenlerini kurmaya çabalıyorlar.
            Öykü dergileri kuşağının yaşamdan kopuk bir yanı olduğu söylenebilir. O kuşağın yaşadıklarıyla ilgilidir bu biraz da. Gündelik yaşamımızın sorunlarını öncelemedikleri doğrudur. Önceki kuşakların muhalif yapısı öykü dergileri kuşağında yok. Ama bu sadece genç öykücülüğümüzün sorunu değil, tüm bir edebiyatımızın sorunu. Bir başka sorun da dilde görülür. Öykü dergileri kuşağı dil bilincine sahip bir kuşak olmadı, ne yazık ki. Dilinin olanaklarını iyi kullanmaya çalışmak yerine, dönemin egemen anlayışının da etkisiyle, Osmanlıca-Türkçe karışımı bir dile özendi. Sözcük seçiminde titiz davranmadı, kendi geleneğiyle en çok ayrıştığı yerlerden birinin bu olduğunu düşünüyorum. Dil yönünden, kendisinden önce gelen kuşakların öykücülüğümüzü bıraktığı noktayı geriletti. Örneğin elli kuşağı öykücülerinin, hatta yetmişlerin dile bakışıyla, öykü dergileri kuşağı öykücülerinin dile bakışı karşılaştırılmalı, çok ilginç sonuçlara ulaşılacağını düşünüyorum.
            90’lı yılların sonlarında, uzun yıllardan sonra ilk kez öykücülüğümüz üzerine bir tartışma ortamı doğmuştur. Semih Gümüş’ün Adam Öykü’de yazdığı “Genç Öykücülerin Ağzını Bıçak Açmıyor” isimli yazısı önemli bir tartışmanın başlangıcı olmuştur. Ardından Aydın Çubukçu “Öykünün Sefaleti” isimli bir yazı yazmış ve konu soruşturmalara, öykü günlerine taşınmıştır. Bir başka derginin konuyu farklı bir boyuta taşıyarak dosya açması tartışmanın istenilen düzeye ulaşmasını engellediyse de, Semih Gümüş’ün yazısı suskun öykü ortamını ve öykü dergileri kuşağının genç öykücülerini öykü üzerine daha çok düşünmeye yöneltmiştir.  
            90’lı yılların öykücülüğümüze en önemli katkılarından biri hiç kuşkusuz öykü günleri olmuştur. Ankara’da Özcan Karabulut’un öncülüğünde ‘Düşler Öyküler’ dergisinin düzenlediği öykü günleri o döneme damgasını vurmuş ve bugüne uzanan çizgide pek çok ilde düzenlenir olmuştur. Zamanla uluslar arası boyuta ulaşır Ankara Öykü Günleri. Öykünün gündemdeki yerini sağlamlaştırır. Öykü günlerindeki devinim 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nü kazandıracaktır dünya öykücülüğüne.
            90’ların ikinci yarısı öykücülüğümüz adına hareketli yıllar olmuştur. Aynı hareketliliğin öykücülüğümüzün niteliği açısından da var olduğunu söyleyebiliriz. Gelecek kuşaklara taşınan önemli bir birikim oluşturmuştur 90’lı yılların öykü dergileri kuşağı.


4 Mayıs 2014 Pazar

SAHAFTAN 1 - TİYATRO YÖNETMENİNİN ÇALIŞMASI


Tiyatro Yönetmeninin Çalışması
Ucundan kıyısından oyun yönetmeye bulaşmış bir insan olarak çok şeyler öğrendiğim, yıllardır elimin altından eksik etmediğim, ne yazık ki yeni baskısı olmayan bir kitaptan söz etmek istiyorum. Özdemir Nutku’nun “Tiyatro Yönetmeninin Çalışması” adlı kitabı. Kitabın ilk baskısı 1974 yılında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi yayını olarak yapılmış. Bendeki ikinci baskı. 1991 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Yayınları arasında yayınlanmış. Özdemir Nutku’nun kuramsal kaynaklardan daha çok, dünya çapındaki yönetmenlerin yanında yaptığı çalışmalardan, kendi sahneleme deneyimlerinden yararlanarak oluşturduğu bir kitap bu.
Çağdaş tiyatro gelişimini tiyatro yönetmenlerinin çalışmalarına borçludur. Stanislavski’den Brecht’e, Peter Brook’tan Augusto Boal’a kadar tiyatroda çağdaş sahne plastikleri oluşturmaktan, postmodern ya da minimalist sahnelemelere kadar pek çok sahne deneyimi, hatta oyunculuk kuramları yönetmenlerle anılır. Düşünsel çerçeveleri, kuramsal boyutları yönetmenler tarafından çizilir. Yönetmen tiyatroda birleştirici, bütünleyici bir işlev görür. Çağımızın tiyatro tarihi, sahneye oyun koyma tarihidir aynı zamanda.
Antik Yunan tiyatrosunda koroyu eğiten, çalıştıran korobaşı, bugünkü yönetmen kavramına oldukça yakındır. Elizabeth döneminde Shakespeare’in yazdığı oyunları kendisinin sahneye koyduğunu, oyuncularını çalıştırdığını biliyoruz. Fransa’da Moliere, Almanya’da Goethe birer yönetmen gibi çalışmışlar. Ama bütün bunlar ve benzeri diğer örnekler bugünkü anlamda sahneleme estetiğinin bütününden sorumlu, sahnelemeye yaratıcılığını, farklı okumalarla yorumunu katmış bir yönetmen olarak görülemezler. Çağdaş tiyatro yönetmeninin ilk evresi “Tiyatro Dükü” ile başlar. Almanya’da Dük II. George oyun düzenini bir yaratma işi olarak ele alıp oyunculuğu takım oyunculuğuna dönüştürerek somut sahne uygulamaları gerçekleştirir. Andre Antoine ile başlayan çabalar yönetmenliğin çağdaş tiyatroyu yaratmasını ve tiyatro düşüncesinin gelişimini sağlamıştır. Stanislavski, Edward Gordon Craig bu gelişimin önemli temsilcileri oldular. Sahne uygulamaları ve oyunculuğa getirdikleriyle çığır açtılar. Onları Reinhardt, Mayerhold, Artaud, Piscator, Brecht gibi yönetmenler izledi. İçlerinden tiyatro düşüncesini derinden sarsan yönetmenler çıktı. Sahnelemeleriyle tiyatro sanatına yepyeni pencereler açtılar.
Kitabın giriş bölümünde yönetmenin gerekliliğinden yola çıkılıyor. Yönetmenle yazar, oyuncu, seyirci arasındaki ilişkiler değerlendiriliyor. Sonrasında kitap dört ana bölüme ayrılmış. Birinci bölüm “organik değerlendirme” başlığını taşıyor. Oyun üzerine çalışmayı ele alan bölümde yorum yönteminden dramaturjik bakışa, budamadan reji defterine kadar yönetmenin masa başı çalışmalarından söz ediliyor. İkinci bölüm “plastik değerlendirme” başlığı altında yönetmenin temel anlatım güçlerine yöneliyor. Oyuncu seçimi, prova düzeni,  oyuncularla yapılan çalışmalar, oyuncuların role yaklaşımları, sahnenin bölümlenmesi… Yönetmenin oyun düzeni olarak, tasarım, optik yorum, hız – tartım, sözsüz oyunlar ele alınıyor. Üçüncü bölümse “teknik değerlendirme” adıyla tiyatro sanatının yan etmenlerini, dekor ve ışıklamanın, giysi ve makyajın, müzik ve aksesuarın sahnelemeye nasıl etki ettiğini, estetik ve teknik özelliklerini inceliyor. Dördüncü bölüm ise “ortada oyun” başlığıyla çevreli tiyatronun, ortaoyunumuza da değinerek ortada oyunun teknik ve plastik özelliklerini ele alıyor.
Her yönetmen kendi çalışma ilkelerini kendisi belirleyecek, kendi kurallarını, yöntemini ve biçemini oluşturacaktır. Yaracılık yeteneğine bilimsel düşünceyi de katacaktır. Ama bunları yapabilmesi için her şeyden önce temel bilgileri edinmesi gerekir. Yeni kurallar, yeni yaklaşımlar, temel kuralların, temel yaklaşımların bilinmesiyle oluşturulacaktır. Özdemir Nutku’nun kitabı bu temel kuralları ve yaklaşımları inceleyen ama bunu yaparken kesinlikle reçeteler sunmayan, verdiği örneklerle yönetmen adayının bakış açısının gelişmesine yardımcı olan, yönetmenlik üzerine düşünmemizi sağlayan önemli bir başucu kitabı. Keşke bir kez daha gözden geçirilip yeni baskıları yapılsa.

Hamiş: 1-Meraklısına, yönetmenlik üzerine eskilerden bir kitap daha: Sahneye Koyma Sanatı. Suat Taşer’in dilimize çevirip hazırladığı kitap dünyanın belli başlı büyük yönetmenlerinin sahneye koyma sanatı üzerine görüşlerini bir araya topluyor. Yönetmenler yazılı kültürden gelen gelenekleriyle deneyimlerini yazıya döküyorlar. Yaptıkları iş üzerine düşünce üretiyorlar. Özellikle E. Gordon Craig’in seyirci rejisör diyaloglarıyla oluşturduğu “Tiyatro Sanatçısı” adlı yazı okunmaya değer.
            2-Meraklısına, bir internet gezintisi öneriyorum. Engin Alkan’ın yönettiği oyunlar için oluşturduğu siteleri ziyaret edin. İstanbul Efendisi Ardiyesi, Tohum ve Toprak, Tarla Kuşuydu Juliet… Sözünü ettiğim, gelecek kuşaklara rejilerle ilgili belge bırakma işini nasıl özenle yaptığını göreceksiniz. Mutlaka kitap olması gerekmiyor, çağımızın teknolojileri de pekala kullanılabiliyor. Önemli olan bunun gerekliliğine inanmak.        

REJİ SANATI - ERHAN GÖKGÜCÜ


Reji Sanatı
            Tiyatro pek çok sahne etmeninin belli bir estetik uyum içinde bir araya gelmesini gerektiren bir sanattır. Her biri ayrı ayrı özellikler barındıran bu etmenleri bir araya getiren ve ortak bir düzlemde buluşturan da yönetmendir. Farklı malzemeler kullanan sanatçıları kendi kurduğu dünyada buluşturur, hatta o dünyanın yaratılmasına ortak eder. Tiyatro pratiğini bilmek, sahne üstünü çok iyi tanımak, bütünü görebilmek yetmez iyi bir yönetmen olmak için. Hayata bakış açısı kazanmaktan tutun da, sosyoloji, psikoloji, davranış bilimi, felsefe, estetik, yani pek çok alanda donanımı da gerektirir. Hatta iyi bir edebiyat bilgisine de ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Şiirselliğe olduğu kadar kurgusallığa, sözcüklerin dünyasına… Örneğin ‘doğru okuma’ yapmalı yönetmen. Doğru okumak metne girişin de, derdini anlatabilmenin de, farklı yorumlara ulaşabilmenin de biricik yoludur. Renklerin dünyasını, seslerin, ritimlerin dünyasını da doğru algılamak zorundadır. Beden dilini doğru okumadığında oyuncularla iletişimi eksik kalmaz mı? Pek çok özellik sıralanabilir elbette yönetmenlik için. Bütün bu özellikleri tiyatro potasında eritmeye çalışan bir bilimsel bakışa ihtiyaç olduğuysa gün gibi ortada. Ama benim asıl üzerinde durmak istediğim ihtiyaç, yönetmenlerin kendi rejilerinden hareketle sahne pratiklerini yazıya dökmeleri ve bunları gizlemeyip birer belge olarak kendilerinden sonra gelecek kuşaklara sunmalarıdır. Yapılan söyleşileri, anıları söylemiyorum. Sahne üstü deneyimlerinin paylaşıldığı, reji sorunlarının nasıl çözüldüğüne ilişkin notların yer aldığı bir reji defteri, hatta belki de daha fazlası. Biz tiyatrocular biraz da ketum muyuz ne? Oysa paylaşmak, bilgilerini sonraki kuşaklara, yönetmenlere aktarmak sanatı küçültmez yüceltir. Reji defterlerini yayınlamaktan korkmamak gerek. Bırakın yeni yönetmen adayları sizin rejilerinizden esinlensinler, sizin sahneleme aşamasındaki sorunları nasıl çözdüğünüzü görüp uygulasınlar. Usta yönetmenlerin biçemleri genç yönetmenlerin kendi biçemlerini bulmalarına yardımcı olsun. Bu biraz da sahneleme üzerine kafa yormaya, düşünce üretmeye çağırır. Türk tiyatrosunda reji notlarını okumaya ihtiyaç duyduğumuz çok iyi yönetmenler olduğuna inanıyorum. Devlet Tiyatroları başrejisörlüğü de yapmış olan ustamız Erhan Gökgücü, gerek konservatuvarda verdiği derslerden, gerekse bugüne kadar yaptığı rejilerden hareketle reji sanatı üzerine çok önemli bir çalışma yayınladı. Deneyimlerin yazıya dökülmesi, reji üzerine düşünce üretilmesi büyük bir ihtiyaçtır tiyatromuzda.
            Bugünkü tiyatro ortamımızda tiyatro yaşamları içinde belli bir yol almış, oyun sahneleme isteği duyan ve bunun için önüne çıkan fırsatları değerlendiren ya da kendisi fırsat yaratan tiyatro insanlarımız yapıyor yönetmenliği. Oyunculuktaki deneyimlerinden, daha önce çalıştığı yönetmenlerin sahneleme anlayışlarından etkilenerek, usta – çırak ilişkisiyle öğrenerek reji yapıyorlar. Çok başarılı rejilere imza atıldığı gibi birbirini tekrardan öteye geçemeyen rejilere de imza atıldığını görüyoruz. Yaratıcı düşünceye sahip olmanın yanında bilime dayalı yöntemlere de gereksinim duyuluyor artık. Üniversitelerimizde nasıl oyunculuk, dramatik yazarlık, sahne tasarımı bölümleri varsa, yönetmen yetiştiren bölümlerin de açılması gerekiyor. Sadece yüksek lisans düzeyinde olması yetmiyor. Rejinin ayrı bir sanat dalı olduğunu, farklı sanatçılık özellikleri istediğini düşünüyorum. Yönetmenlik bölümleri için çeşitli girişimler olmuş. Ama bürokrasiye takılıp kalmış. En son bir özel üniversitemizde açılan bölümeyse öğrenci alınmıyor artık, var olan öğrenciler mezun edildikten sonra kapatılacak. Ne büyük yanlışlık! Erhan Gökgücü kitabına bu soruna değinerek başlıyor. Hem de çok can alıcı bir dipnotla.
            “Reji Sanatı” genç yönetmen adaylarına seslenen bir kitap. Bir reji bölümünün dört yıllık ders programına göre düzenlenmiş. İlk bölüm imgelemi, öz ve biçim ilişkisini, rejisörün niteliklerini anlatıyor. Kitabın en can alıcı bölümü olduğunu düşündüğüm ikinci bölümse iki döneme ayrılmış; birinci dönem tekst analizi başlığını taşıyor. Metnin edebi değerinden, nasıl bir bakış açısıyla okunup sahneye taşınacağını belirlemeye kadar uzanan bir çizgiyi kapsıyor tekst analizi. Bunun için çok işlevsel bir format öneriyor. İkinci bölümün içindeki ikinci dönemse sahneye hazırlık ve uygulamaya yönelik. “Teatral analiz” dikkatle okunması gereken bir bölüm özelliği taşıyor. Yönetmenin konsepti için format öneriliyor. İyi bir analizden sonra oluşturulacak sentez, yönetmeni yaratıcı sahnelemeye taşıyacaktır. Bu formatta dramaturgi bilgisine dayanan çözümlemelerin yapılması, yönetmenin özgün bakışının olması gerekiyor. Dekor, kostüm, aksesuar, müzik, ışık gibi tiyatronun yan etmenlerinin yönetmenin özgün bakışına nasıl katkı sağlayacakları bu bölümde yer alıyor. Bölümün en son evresi yönetmenin oyuncuyla çalışmasına ayrılmış. Birçok satırının altını çizerek okuduğum bir başlık oldu oyuncuyla çalışma. Kitabın en önemli özelliği ustamız Erhan Gökgücü’nün anlatacaklarını kuramsal bilgilerle sınırlamayıp, özellikle kendi deneyimlerinden hareketle bol bol örneklendirmesi olmuş. Bu deneyimlerden hareketle genç yönetmen adaylarına yardımcı bilgiler verilmesi kitabın üçüncü bölümünü oluşturuyor. Yönetmen adayları sahnelemede karşılaşacakları sorunların çözüm yollarına ilişkin düşünceler geliştireceklerdir. Bu bölümde yer alan bazı oyuncu tipolojilerine ilişkin bölüm de oldukça önemli saptamalar içeriyor. Tiyatronun temelde oyunculuk sanatı olduğunu hiç unutmamak gerek. Genç yönetmen adaylarının hep ikinci plana attığı bir konu var; hedef kitle ve seyirci psikolojisi. Bu konuda mutlaka dikkate alınması gereken ipuçları veriyor Erhan Gökgücü. Dördüncü bölümdeki önerilerle tamamlanıyor kitap.
            Erhan Gökgücü’nün konusunda az sayıda kitaptan biri olan “Reji Sanatı” adlı kitabı bir ders kitabı değil. Hele hele belli kurallar, formüller getiren bir kitap hiç değil. Oyun sahnelemek isteyenlerin yaratıcı düşüncelerini harekete geçiren, bunu yaparken de bilimsel bakış açısını kullanmayı öneren bir çalışma. Erhan Gökgücü’nün oyun yazarlığından da gelen akıcı, hareketli bir dili var. Yalnız, Erhan Gökgücü ustamızın hoşgörüsüne sığınarak, küçük bir olumsuzluğu söylemek istiyorum. Kitabın baskısından mı, nedir, bölümlemesi, kitap bütünlüğündeki sunumu biraz karışık gibi geldi bana. Sanki kitabın iç tasarımının biraz daha özenli yapılması gerekiyor. Reji yapmak isteyen herkesin mutlaka edinmesi ve üzerinde düşünerek okuması gereken bir kitap “Reji Sanatı”http://www.yenitiyatrodergisi.com/ 

FAHRETTİN DEMİR'İN ARDINDAN...


Öyküden Eleştiriye Fahrettin Demir
Kadir Yüksel

Fahrettin Demir’le ilk tanışıklığımız Fayton dergisinin çıktığı yıllarda olmuştu. 1996 yılı olmalı. Sonra Fayton Öykü’ye soyunduğumuzda onu da derginin içine almıştık. Ardından Üçüncü Öyküler macerası geldi. Bu kez ustalığıyla tam yanı başımdaydı, derginin her işine yardımcı olan, yazılar yazan, gelen öyküleri değerlendiren, düzeltmeler yapan, kimi kez dağıtım işine yardımcı olan, umutsuz anlarımda umut veren…
1973 yılında Yansıma dergisinde yayınlanır ilk öyküsü Fahrettin Demir’in. Sonra uzun süre eleştiri ve incelemeler yazar. 1982 yılında Yarın dergisinin düzenlediği eleştiri yarışmasında “Ödüllü Hikâyeler” adlı yazısıyla, roman ve öykü eleştirisi dalında birincilik ödülünü kazanır. Broy dergisinde eleştiri yazıları yayınlanır. Özellikle o dönemin Yenibütüncü şiir çıkışına katkı veren yazılardır bunlar. Onun yazılarını ilk kez Broy’da okumuştum üniversite yıllarımda. Tanışıp sık sık görüşmeye başladıktan sonra elimdeki Broy sayılarını götürdüm, gösterdim. Nasıl da şaşırmıştı, uzun uzun konuşmuştuk o dönemi. Öğretmenliğinin de deneyimiyle öyle güzel anlatırdı ki, saatler süren bir sohbetin içine dalıverirdiniz. İlk ve sağlığındaki tek öykü kitabı O Otobüste Ben Yoktum 1998 yılında yayınlandı. İkinci kitabı ise eleştiri yazılarının yer aldığı İlmekler adlı kitabıdır. 2005 yılında da “Dediler ki…” adlı öyküsüyle Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülü’nde birinciliği kazanmıştı. Bu öykünün de içinde yer aldığı ikinci öykü kitabı Yel Etekli Kuş Kanatlı geçtiğimiz ay öykü raflarında yerini aldı. Ne yazık ki, çok istemesine karşın, sağlığında göremedi bu kitabını.
            Öyküye ilişkin çok şey öğrendim Fahrettin Demir’den. Yazmanın pek çok inceliğini hiç de caka satmadan, kırmadan, incitmeden anlatırdı. Öykünün nerede başlayıp bittiğini, öykünün kokusunu duyururdu. Öykünün, yazının kendi gerçekliğini sorgulatırdı.
            Fahrettin Demir’in öykülerinde ana bağlantı noktası zorda kalmış insandır. Zorlukların içinden geçen kent insanlarının, emekten yana olanların, küçük insanların dünyalarına yönelir. Baskı yıllarının izlerini taşıyan insanları konu alır. Gerçekçi bakış açısını koruyarak onların iç dünyalarına davet eder okuyucusunu. Yalın, içtenlikli, dengesi iyi ayarlanmış anlatımı, öykülerin gizil gücü gibidir. Özellikle ilk yazdığı öykülerinde belirgin bir Orhan Kemal akrabalığı görürsünüz. O Otobüste Ben Yoktum adlı kitabındaki öyküler 80’li yılların ve o yıllara gelişin acılarıyla örülmüştür. Kitaba adını veren ilk öykü, “Tanıdık Yabancı” ve “Acı” adlı öyküler işkencelerin, baskıların, tutuklulukların, görüş günlerinin öyküleridir. “Nenen Kurban” ve “Saroğlan’la Kınalı” adlı öykülerse gerçekçi bakışın korunmasının yanı sıra söylencelerden, halk hikâyelerinden süzülüp gelen bir dile de kapı aralayacaktır.
Yel Etekli Kuş Kanatlı kitabındaki son dönem öykülerinde ise giderek daha da baskın olur, söylencelere, âşık hikâyelerine dayalı anlatım biçemi. Öykü kanalındaki bu yönelişinde de gerçekçi bakış açısından vazgeçmeyecektir. Öykülerin bütününde gene zorluklarla, yokluklarla boğuşan insanlara yer verir. Bu kez o insanların iç dünyalarına daha derinlikli bir bakış vardır. Öykülerde yer alan Demokrat Nazım, İsmi Dayı, Süleyman, Sultan, Ateşçi Mirza karakterleri akılda yer eden, boyutlandırılmış karakterlerdir. Farklı kurgulara, büyülü, masalsı bir atmosfer yaratmaya yönelir. “Dalga Boyu Aşınca”, “Dediler ki” gibi öykülerinde şiirsel bir öykü diline yol aldığını söyleyebiliriz. Boşlukları, gidiş gelişleri, eksiltmeleri de kullandığı öykü dili okuyucuyu da öykünün içinde yolculuğa çıkarıp trene bindirecek, öyküyü bütünlemesini isteyecektir. Özellikle doğduğu toprakların, Kars’ın insanlarını, kültürünü, göçlerini, dilini kurgulayıp anlattığı öykülerinde oluşturduğu atmosfer başka bir damarda ilerleyeceğinin göstergesi gibidir. Keşke derinleştirip başka öykülere de taşıyabilseydi öykü dilini.
İlk öykülerinden son okuduğum öykülerine kadar dile gösterdiği özen hep dikkat çekiciydi. Aslında ‘diline özen gösteriyor’ biçiminde bir övgüyü sevmediğini bir kaç kez söylemişti. Çünkü bir yazarın en önemli görevidir zaten diline özen göstermek. Bu olmazsa olmazdır, bunun övgüsü de olmaz. Dergi çıkardığımız yıllarda pek çok yeni öykücü adayının öyküsünü okuduk birlikte. En çok üzüldüğü şey öykücü adaylarının dil konusundaki eksiklikleriydi. O okumalar sırasında ne çok şey öğrenmiştim ondan.
(Şimdi böylesi bir yazıyı onun öykücülüğüne ilişkin çok önceleri aldığım notlarımı genişletip uzun uzun yazarak bir inceleme yazısına dönüştürmek öyle zor ki. Bazı yazılar kurtulamıyor duygusallıktan.)
            İyi bir öykücü olduğu kadar iyi bir de eleştirmendi Fahrettin Demir. İlmekler kitabı 2000 yılında yayımlanmıştı. On yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen içindeki saptamaların ne kadar yerli yerinde olduğunu göreceksiniz okuduğunuzda. Kitabın sunu bölümü şu saptamayla başlıyor. “Sanat, edebiyat işlevsizleştirilmeye çalışılıyor. Bir eğlence aracına, keyif alınan sıradan bir etkinliğe indirgeniyor; insanın kendini yeniden kurması, yaratması / dönüştürmesi yerine, tüketmesi ve tüketilen bir meta olarak üretilmesi tasarlanan sıradan bir çabayla tanımlanıyor.” Nasıl da doğru bir saptama, değil mi? Ayrıca kitapta Orhan Kemal’e, Sabahattin Ali’ye, Adalet Ağaoğlu’na ilişkin önemli yazılar var. Şiire ayrılmış ikinci bölümde ise şiir üzerine düşündürücü, kuramsal yanı ağır basan yazılar yer alıyor. Özellikle Yenibütüncü şiir anlayışına, yetmişli yılların şiirine ilişkin yazılar farklı saptamalar içeriyor. Son bölümde ise aydın olgusuna değiniyor Fahrettin Demir. Bu bölümdeki aydın saptamaları nasıl da canlı, bugüne ışık tutuyor. “Dönemsel olarak ortaya çıkan aydın tartışmasının çoğunlukla toplumların bunalım dönemlerinde daha ağırlıklı olarak gündeme geldiği gözlemini en başta değerlendirmek gerekir. Çünkü bu dönemlerin, aydın sorumluluğu konusunda bir ‘yol ayrımı’ oluşturduğu ve aydının vurulduğu bir ‘mihenk taşı’ işlevi gördüğü, insanlığın geçirdiği bunca deneyden çıkan bir sonuçtur.” Aydın üzerine saptamalarına hep sadık kalarak, onuruyla, sevgisiyle yaşadı Fahrettin Demir. Kendi yaşam anlayışından da süzülmüş yazılar bunlar.
            Fahrettin Demir hep kendisini ertelemişti. Yazıya kazandırdığı insanların yanı sıra, eleştiriye, kitap tanıtımına, dergilere, öğrencilerine, her zaman ona bir şeyler okutmaya çalışan insanlara yetişmeye çalışırdı. Yeni ve iyi öyküler, yazılar okuduğunda heyecanlanırdı. Kendisi için zaman yaratmak yerine, kendi zamanından verirdi, yüksünmezdi. Ertelediklerini yapabilmek için o kısa yaşamı yetmedi. Oysa Yel Etekli Kuş Kanatlı’nın anlatıcısının daha yolu vardı gidilecek, bu kadar çabuk trenden inmemeliydi.

RUŞEN HAKKI ÖYKÜLERİ


Öyküleriyle Ruşen Hakkı

            Bir türlü kuramıyorum ilk cümleyi. Hiçbir başlangıç cümlesi sinmiyor içime. Bir ölümün ardından susup kalmak, ne diyeceğini bilememek bu. Çünkü bu ölüm başka, bambaşka... Ruşen Hakkı İzmit’te sanatla uğraşan herkes için bambaşka bir insandı. Hiç eksik etmediği güler yüzüyle, sevecenliğiyle Ruşen Abi’siydi kentin. Sanata el atmış herkese destek olur, gücendirmez, kırmamaya çalışırdı, hatta zaman zaman kendisi kırılsa da üstünde durmazdı. Sözcüklere özenenlere, sözcüklerle uğraşanlara elbette ayrı bir ilgi gösterdiğine kaç kere tanık oldum. Bu ilgi, öyle üstten üstten akıl verip eleştirmek olarak algılanmasın. Aksine son derece alçakgönüllü bir dille kendi edebiyat serüvenini, anılarını anlatır, en fazlası dergileri adres gösterir, önce dergilerde sınanmak gerektiğini söyler, sonra da kendisine gelen dergilerden hediye ederdi. Benim de ilk öykülerimin okuyucusudur. Öykülerimi dergilere göndermem için beni yüreklendirendir. Dedim ya, insan kilitlenip kalıyor, ne yazacağını bilemiyor. Oysa ne çok şey paylaştık Ruşen Abi’yle…
Özellikle dergiler çıkardığım dönemde bana en büyük desteği veren kişiydi. Ne dergiye şiir verme, ne de öykü yazma konusunda beni hiç kırmadı. Hatta yıllar sonra ona yeniden öykü yazdırdığım için sevinirdi. Öykülerini sadece kendi dergimde yayınlamadım, diğer öykü dergilerine de gönderdim. Yayınlanınca da dergilerden bir tane alıp ona götürüyordum. Bütün öykülerini yayınlamaya giriştik Üçüncü Öyküler zamanı. İlk iki öykü kitabı Sokağın Ucu Deniz ve Irmak’taki öykülerinden oluşan birinci cildi yayınladık, ikinciye soluğumuz yetmedi, bir deprem, bir kriz derken kaldı ikinci cilt… Kentin Konukları ve Sırtı Çilçiçeği Bahçesi Kadın adlı kitaplarındaki öyküleri daha sonra Gerçek Sanat Yayınları yayınladı ikinci cilt olarak, son yazdığı öykülerle ve kendi kaleminden öykü serüveniyle birlikte. Hep içimde acıdır; Ruşen Hakkı’nın bütün öykülerini, bütün şiirlerini, romanını ve güncelerini basmayı başaramadım. (Bu arada söylemeden geçmek istemem, toplu şiirlerinin basımı için kaç yayıneviyle görüştü ama hep olumsuzdu yanıtlar. Oysa Ruşen Hakkı şiirleri her dergide yayınlanırdı, belli başlı antolojilere, yıllıklara girerdi, ama kitabının basımına gelince…)
Ruşen Hakkı şairdir her şeyden önce. Şiirimizin önemli imzalarından biridir. Toplumcu şiir anlayışını inatla sürdüren ama sesini yüksek perdeden değil daha derinden kullanan bir şair. Toplumsallığı yanında bireyi de unutmayan, hüzünleri yurt edinmiş, ironik, düşsellikten gerçekliğe uzanmasını bilen, zamanla daha da damıttığı, yalınlığıyla zenginleşebilen şiir dili düzyazılarında da kendini hissettirir. Şiirle birlikte ikinci sevgilisi olarak görür öyküyü.  
İlk şiiri 1952’de yayınlanır Ruşen Hakkı’nın, ilk öyküsü ise 1963 yılında Milliyet gazetesinde. İlk iki kitabı olan Sokağın Ucu Deniz (1977) ve Irmak (1979) adlı kitaplarındaki öyküler çocukluk ve ilk gençlik anılarının sıcaklığıyla şiirselliği, hüzünle gerçeküstücü anlatımı yoğuran, toplumsal bakış açısını da unutmayan öykülerdir. Çocuk dünyasını yansıtırken, yaşanan toplumsal sorunların çocuk dünyasındaki etkilerini ele alırken çocuksuluğun o bir anlamda gerçeküstücülüğe uzanan düşselliğini kullanır. Sokağın Ucu Deniz’deki Odun, Görüşme, Tabanca, Güz Vurgunu Çocuk, Dayımın Sırtında Dört Kaçak gibi öykülerinde çocuk dünyasının düşsellikleriyle gerçekliğin harmanlandığını görebiliriz. Bu anlatımı daha sonra Irmak kitabına da adını veren uzun öyküde de görebiliyoruz. İki çocuğun düşsel dünyasında gerçeküstücü öğelerle kurgulanmış bir 12 Mart öyküsüdür Irmak. O dönemin baskıcı ortamını, toplumsal sorunları, yaşanan acıları farklı bir dil ve kurguyla ele alır. İlk iki kitabın diğer öykülerinde ilk gençlik çağının bıçkınlığını, deli doluluğunu, isyankârlığını anlatır. Sokağın Ucu Deniz’de mahalle arkadaşları, ilk gençlik haylazlıkları, aşklar, hüzünler yer alır. Abbasağa Parkı Denize Bakar, Akşamcı, Martinim Dolu Saçma, Köprüden Öte, Üç Ayrı Ölüm adlı öykülerini sayabiliriz. Irmak adlı kitabında ise daha çok toplumsal olayların içindeki gençler yer alır. Çirkin Oyun, Evlat Acısına Son, Haydar’lı Düzen, Grev Öncesi, Çardakta, Akşamın Eli Kulağındaydı adlı öyküler öne çıkar. Irmak adlı kitabındaki öyküler 12 Mart döneminin sancılarını taşıyan öykülerdir.
1990’da yayınlanan Kentin Konukları adlı kitabında toplumsal konuları işler Ruşen Hakkı. İşçilerin dünyası, geçim sıkıntıları, yoksulluklar, yoksunluklar, gecekondu yaşamı, kente göç olgusu, ‘küçük insanlar’ öykülerin konularını oluşturur. Gerçekçi anlatımın daha bir ağırlık kazandığı öyküler olmasına karşın Ruşen Hakkı’nın hüzünlü düşselliğini, şiirselliği barındırdığını görebiliriz. Son öykü olan Benim Aklım Cinsi Bilinmeyen Bir Kuştur adlı uzun öyküsü ise kitabın diğer öykülerinden ayrılır. Bu uzun öyküde de toplumsal sorunlara değinmektedir ama daha önceki kitaplarında yer alan dilini kullanır, dönemin toplumsal sorunlarını, baskıcı ortamını düşsel çocuk bakışıyla, yer yer gerçeküstücülüğe varan bir dille anlatır. 1996’da yayımlanan Sırtı Çilçiçeği Bahçesi Kadın’daki öyküler anlatımın yalınlaştığı, şiirselliğin, hüznün, aşkın, küçük dünyaların iyice yoğunlaştığı öykülerdir.
Öykülerinde doğaya olan tutkusunu, kendine has ironi anlayışını görebiliriz Ruşen Hakkı’nın. Dile olan tutkusu da şiirsel dili, farklı benzetmeleri, eksiltmeli anlatımı yanında yöresel sözcükleri kullanmasıyla kendisini gösterir. Sokağın Ucu Deniz adlı kitabının arkasına eklediği “Sözcük Avı” adlı bölümden birkaç sözcük: dombey, uzacık, dane, hılt etmek…
“İki Sevgili: Şiir ve Hikâye” adlı yazısında Sait Faik’e olan tutkusunu dile getirirken, 1963’te başlayan öykücülüğünün serüvenini, o dönemlerin öykücülüğünden anılarla anlatır. İlk öyküsünün yayınlanmasını, aldığı ilk telifi… O dönemde gazetelerin eklerinde dönemin iyi öykücülerinin yeni öykülerinin yayınlaması, yayınlanan öykülerin okuyucuya ulaştığını bilmek ne kadar da bugüne uzak. Akşamcı adlı öyküsünün Alaşehir’de gittiği bir meyhanenin müdavimleri tarafından okunmasına tanık olmak birçok ödülden değerlidir Ruşen Hakkı için. Şiir ve öyküyü iki sevgili olarak görür, ikisinin de hiç itiraz etmeden aynı evde yaşayıp gittiklerini anlatır kendine has ironisiyle.
Ruşen Hakkı’yı yitirdik geçtiğimiz ay. Behçet Aysan’ın şiirinde söylediği gibi kentin çınarıydı o. Onunla aynı kentte yaşıyor olmaktan hep mutluluk duyduk biz. Bize hep şiirin, öykünün, sanatın direncini, güzelliğini hissettirdi. Bu yazı böyle biter mi, bilmem? Affınıza sığınarak… Sağ ol Ruşen Abi, aynı masada içtiğimiz rakıların en beyazıydın…