5 Mayıs 2014 Pazartesi

Doksanlarda Öykücülüğümüz...


Doksanlı Yıllarda Öykücülüğümüz

Kadir Yüksel

90’lı yılların öykücülüğüne o on yılı iki bölüme ayırarak bakmak gerekiyor. 1995 yılı 90’lı yıllardan bugüne öykücülüğümüz için neredeyse bir milat gibidir. 1995’e kadar olan ilk beş yıl öykücülüğümüz adına seksenli yıllardan devraldıklarını ileriki yıllara taşımaktan öteye gidememişken, 1995’ten 2000’e uzanan ikinci beş yıl, etkileri bugünün öykücülüğüne kadar sürecek olan bir canlılığı, arayışı, devinimi kazandırmıştır öykücülüğümüze. 90’ların iki bölümünün adeta keskin hatlarla birbirlerinden ayrılmalarının en önemli nedeni de öykü dergileri olmuştur kuşkusuz.

            İlk Yıllar
            90’ların ilk beş yılına bakabilmek için öykücülüğümüzün seksenli yıllardan devraldıklarına göz atmak gerekiyor ilkin. Çünkü seksenli yılların öykücülüğünden pek farklı bir seyir izlemiyor 90’ların ilk yıllarındaki öykücülüğümüz.
            80’li yılların toplumsal ortamını ayrıntılı olarak yazmak gereksiz yinelemeler olacak, hepimiz biliyoruz o dönemin toplumsal ortamını. 80’de yaşanan o büyük travma, faşizm kolay atlatılır cinsten değildi. Kopuş, savruluş yıllarıdır o yıllar. Baskı ortamının, toplumsal sancıların doğurduğu mutsuzluk, karamsarlık gündelik yaşama sızmış, geçmişle bağlar koparılmıştır. Öykücülüğümüzün böylesi bir ortamdan etkilenmemesi beklenebilir mi? Farklı kanallara, arayışlara sürüklenmiştir öykücülüğümüz. Toplumsal yanı ağır basan edebiyat anlayışının bir kenara itilmesiyle edebiyat yaşamdan uzaklaşmıştır. Öykü gündemden düşmüş, geleneğiyle bağları kopmuştur. Ellilerden gelen, yetmişlerden devralınan öykü ortamı suskunlaşmıştır. Geleneğin getirdiği çıtayı aşmak bir yana o çıtaya yanaşamayan yıllardır o yıllar. Bir iki örnek dışında öykücülüğümüzün düzeyi hep düşük kalmıştır. Çıtayı zorlayan örnekler de yeterince ele alınmamış, suskunluğun içinde kendi çıkışlarını bulamamıştır.  Önceki yıllardan gelen usta öykücülerimiz bile çoğu kez kendi verimlerinin gerisine düşmüşlerdir. Bireyci, biçimsel kaygıları önceleyen bir edebiyat anlayışı yaygınlaşmaya başlar. Yalnızlığı, içe dönüklüğü, iç dökmeleri, geçmişte yaşananlarla bir başına hesaplamayı temel alan, devinimi olmayan, olaydan, hatta neredeyse durumdan bile uzaklaşan öyküler, biçimsel arayışlarla sunulur okura. Buna karşın yaşamdan beslenen, kara mizahı kullanan, kaba gerçekçilikten öte yeni bir gerçekçiliğe yönelen öykücüler de çıkagelir. Suskunlukla karşılanırlar. Ama 90’ların öykücülüğünü sırtlayıp taşıyacak olanlar, bugünün öykücülüğüne dek etki alanlarını sürdürecek olanlar hep o imzalar olacaktır.
            Seksenlerin edebiyat ortamında, dergi ve gazetelerinde öykünün yok denecek kadar az yer alması öykücülüğümüze sürgün hayatı yaşatmıştır. Öykü ortamındaki suskunluğa karşın öykü kitaplarının yayımlanmasında bir artış olduğu görülür. Özellikle seksenlerin ikinci yarısında yaşanan bu artış bizi yanıltmasın, çünkü bu artışın nedeni belli başlı yayınevlerinin öykü kitabı yayımlamaya ağırlık vermeye başlamasından kaynaklanmaz. O dönemlerde yeni kurulan yayınevlerinin, ortaklaşa kurulan küçük yayınevlerinin ve dergicilerin bastıkları kitapların fazlalığıdır asıl önemli etken. O dönemde bir şekilde kitabını yayımlatan öykücülerimiz asıl öykücü kimliklerini doksanlı yıllarda bulacaklardır.
            Seksenli yılların sonlarında yayın hayatına başlayan bir dergi var ki, öykücülüğümüzün sonraki yıllarına soluk aldıracak imzalara sayfalarında yer vererek doksanların ilk yıllarında da sürdürür yaşamını: Yayın yönetmenliğini kendisi de bir öykücü olan ve genç yaşta yitirdiğimiz İzzet Kılıçlı’nın yaptığı “Yazıt” dergisi ve ilerleyen sayılarında verdiği “Modern Öyküler” eki unutulmamalı. Bu ek kısa ömürlü olsa da, bugünün öykücülüğündeki yetkin imzaların ilk öykülerini yayımlamanın yanı sıra, doksanların ikinci yarısında ardı ardına gelecek öykü dergilerinin de habercisi olmuştur.
            90’lı yıllar öykücülüğümüzün sürgün hayatıyla başlar. Dergilerde, edebiyat gündeminde kendine yer bulamayan öykü gözden uzakta, içten içe sürdürmüştür yaşamını. Yayımlanan öykü kitaplarının sayısında, özellikle 92 ve 93 yıllarında, bir artış vardır var olmasına ama öykücülüğümüzün gelişim çizgisi dikkate alındığında nitelik olarak aynı gelişmeden söz etmek zordur. O dönemin genç öykücüleri istenen çıkışı yakalamamıştır, yazınsal eleştirinin öyküden oldukça uzak durması, gelişimi yavaşlatır. Sönük ve devinimsizdir öykü ortamı. Öykü üzerine bırakın tartışmayı, küçük bir kıpırtı bile yoktur. Edebiyat gündemini roman oluşturmaktadır.
            Önceki yıllardan gelen usta öykücülerimiz verimlerini sürdürdüler bu dönemde de. Az yazdılar, az yayımladılar ama sürdürdüler. Bir önceki on yıldan gelen genç ustalar ise öykücü kimliklerini edinmekteydiler. Arayışlara girişiyorlar ve farklı gerçekçilik anlayışlarını öyküleştiriyorlardı. Genç öykücüler ise bireyci, içe dönük, kapalı, yaşamdan kopuk, biçemci bir öyküyü yeğliyorlardı. Genç öykücüler birbirlerini çoğaltıyorlar, birbirine benzer yaşantıları yineleyerek benzer öyküler yazıyorlardı.
            1994 Eylül’ünde Memet Fuat’ın “Öykücülüğümüz” isimli yazısı öykücülüğümüzün devinimsizliğini kıracak olan dönemin başlangıcı sayılmalı. Memet Fuat, öykünün dergilerden sürülmesini, bunun da öykücülüğümüzün gelişimine olumsuz yansıdığını dile getirir yazısında. Bu yazıyı Uğur Kökden’in “Öykü Dergisi” yazısı izler. Yine Memet Fuat’ın öykücülüğümüze öykü dergiciliğimize ilişkin yazıları ardı ardına yayımlanır. Feridun Andaç yazılarıyla destek verir. Çok boyutlu bir tartışmaya dönüşemese de öykünün gündeme alınmasını sağlar bu yazılar. Öykücülüğümüzün canlılık kazandığı yılların temelini oluşturur.


Öykü Dergileri Kuşağı
            Her dönem kendi yazınsal birikimini de beraberinde taşıyor elbette. Kuşak kavramı yaş olarak kullanıldığı gibi belli bir dönemi adlandırmak için de kullanılıyor. O dönemin içinde öne çıkan bir olgu döneme adını verebiliyor. 90’lı yılların ikinci yarısındaki öykücülüğümüzü ‘öykü dergileri kuşağı’ olarak adlandırmanın doğru olacağını düşünüyorum. Çünkü 1995’in son ayında yayın hayatına başlayan Adam Öykü dergisinin ardından birbirinin peşi sıra yayımlanan öykü dergileri o dönemin öykücülüğüne damgasını vurmuştur. Hatta ‘Adam Öykü’ kuşağı bile diyebiliriz. Öykü dergileri kuşağı 2000’li yıllara da taşınmış, etkisini bugüne kadar sürdürmüştür. 2000’lerin ilk on yılını yazdığımızda da öykü dergilerinden söz etmeden geçemeyeceğiz.
            Memet Fuat’ın ve diğer eleştirmenlerin yazıları sonuç verir ve ‘Adam Öykü’ dergisi 1995 yılının Aralık ayında yayın hayatına başlar. Hemen ardından ‘Düşler Öyküler’ dergisi gelir. ‘Fayton Öykü’, ‘Üçüncü Öyküler’, ‘Bir Bilet Gidiş Dönüş’, ‘Kül Öykü’ dergileri ardı ardına yayımlanır. Öykü dergiciliğinin yarattığı yer genişlemesiyle öykü okuruna ulaşmaya başlar. Sürgünden dönmüştür artık öykücülüğümüz. Kendisine yer bulmuş, o suskun günlerden çıkıp doğrulabilmek için ortam oluşturmuştur. Gerçekten de öykü dergileri öykücülüğümüzün önündeki en önemli engeli kaldırmış, edebiyatın canlı ortamına öyküyü taşımıştır.
            90’lı yıllarda yetişen genç öykücülüğümüz için bu çok önemli bir fırsat olmuştur. Genç öykücülüğümüzün bu fırsatı iyi değerlendirdiğini düşünüyorum. Öykü dergileriyle yetişen, öykü dergilerinin açtığı yolda öykücülüğünü besleyen bir kuşaktır ‘öykü dergileri kuşağı’. Öykücülüğümüzün geleneğiyle kopan bağlarını öykü dergiciliği onarmıştır diyebiliriz.  Öykü dergileri öykü eleştirmenlerini de ortaya çıkarmıştır. Öykücülüğümüz üzerine yazılar artmış, eleştirmenlerimiz genç öykücülerin öykülerine ilgi göstermeye başlamışlardır.
            2000’lerin ilk yıllarında da süregiden öykü dergileri kuşağının en önemli özelliği sürekli bir arayış içindeki çeşitliliğidir. Önceki yıllardan devralınan bireyci öykü anlayışının öne çıktığı söylenebilirse de, her öykücü kendine özgü bir öykü dünyası kurma çabası içindedir. Öykü dergileri kuşağı başlangıçta biçimci, içedönük, kapalı, çoğaltmacı öyküler yazdılar, ama zamanla bunu aşmayı bildiler. Ayrışmaya giden yolda önemli bir ivme kazandırmıştır öykücülüğümüze öykü dergileri. Öykü dergileri kuşağının öykücüleri aynı öyküyü yazmıyorlar artık / yazmamalılar da zaten. Farklı bir gerçekçiliğin peşindeler, kendi öykü evrenlerini kurmaya çabalıyorlar.
            Öykü dergileri kuşağının yaşamdan kopuk bir yanı olduğu söylenebilir. O kuşağın yaşadıklarıyla ilgilidir bu biraz da. Gündelik yaşamımızın sorunlarını öncelemedikleri doğrudur. Önceki kuşakların muhalif yapısı öykü dergileri kuşağında yok. Ama bu sadece genç öykücülüğümüzün sorunu değil, tüm bir edebiyatımızın sorunu. Bir başka sorun da dilde görülür. Öykü dergileri kuşağı dil bilincine sahip bir kuşak olmadı, ne yazık ki. Dilinin olanaklarını iyi kullanmaya çalışmak yerine, dönemin egemen anlayışının da etkisiyle, Osmanlıca-Türkçe karışımı bir dile özendi. Sözcük seçiminde titiz davranmadı, kendi geleneğiyle en çok ayrıştığı yerlerden birinin bu olduğunu düşünüyorum. Dil yönünden, kendisinden önce gelen kuşakların öykücülüğümüzü bıraktığı noktayı geriletti. Örneğin elli kuşağı öykücülerinin, hatta yetmişlerin dile bakışıyla, öykü dergileri kuşağı öykücülerinin dile bakışı karşılaştırılmalı, çok ilginç sonuçlara ulaşılacağını düşünüyorum.
            90’lı yılların sonlarında, uzun yıllardan sonra ilk kez öykücülüğümüz üzerine bir tartışma ortamı doğmuştur. Semih Gümüş’ün Adam Öykü’de yazdığı “Genç Öykücülerin Ağzını Bıçak Açmıyor” isimli yazısı önemli bir tartışmanın başlangıcı olmuştur. Ardından Aydın Çubukçu “Öykünün Sefaleti” isimli bir yazı yazmış ve konu soruşturmalara, öykü günlerine taşınmıştır. Bir başka derginin konuyu farklı bir boyuta taşıyarak dosya açması tartışmanın istenilen düzeye ulaşmasını engellediyse de, Semih Gümüş’ün yazısı suskun öykü ortamını ve öykü dergileri kuşağının genç öykücülerini öykü üzerine daha çok düşünmeye yöneltmiştir.  
            90’lı yılların öykücülüğümüze en önemli katkılarından biri hiç kuşkusuz öykü günleri olmuştur. Ankara’da Özcan Karabulut’un öncülüğünde ‘Düşler Öyküler’ dergisinin düzenlediği öykü günleri o döneme damgasını vurmuş ve bugüne uzanan çizgide pek çok ilde düzenlenir olmuştur. Zamanla uluslar arası boyuta ulaşır Ankara Öykü Günleri. Öykünün gündemdeki yerini sağlamlaştırır. Öykü günlerindeki devinim 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nü kazandıracaktır dünya öykücülüğüne.
            90’ların ikinci yarısı öykücülüğümüz adına hareketli yıllar olmuştur. Aynı hareketliliğin öykücülüğümüzün niteliği açısından da var olduğunu söyleyebiliriz. Gelecek kuşaklara taşınan önemli bir birikim oluşturmuştur 90’lı yılların öykü dergileri kuşağı.


1 yorum:

  1. '' Semih Gümüş’ün Adam Öykü’de yazdığı “Genç Öykücülerin Ağzını Bıçak Açmıyor” isimli yazısı önemli bir tartışmanın başlangıcı olmuştur. Ardından Aydın Çubukçu “Öykünün Sefaleti” isimli bir yazı yazmış ve konu soruşturmalara, öykü günlerine taşınmıştır. Bir başka derginin konuyu farklı bir boyuta taşıyarak dosya açması tartışmanın istenilen düzeye ulaşmasını engellediyse de, Semih Gümüş’ün yazısı suskun öykü ortamını ve öykü dergileri kuşağının genç öykücülerini öykü üzerine daha çok düşünmeye yöneltmiştir...'' Ve Ankara Öykü Günlerinde Mülkiyeliler Binasında çok hoş bir panelde gerçekleşmişti. O kıvılcım belki bugünlere atılan işaret fişeği olduğunu hep düşünmüşümdür. Keşke bu can alıcı panellerin çoğalması öykünün çok daha fazla okunur oluşuna katkı sağlayacaktır. Emeğine sağlık Kadir.

    YanıtlaSil