Doksanlı Yıllarda Öykücülüğümüz
Kadir Yüksel
90’lı yılların
öykücülüğüne o on yılı iki bölüme ayırarak bakmak gerekiyor. 1995 yılı 90’lı
yıllardan bugüne öykücülüğümüz için neredeyse bir milat gibidir. 1995’e kadar
olan ilk beş yıl öykücülüğümüz adına seksenli yıllardan devraldıklarını ileriki
yıllara taşımaktan öteye gidememişken, 1995’ten 2000’e uzanan ikinci beş yıl,
etkileri bugünün öykücülüğüne kadar sürecek olan bir canlılığı, arayışı,
devinimi kazandırmıştır öykücülüğümüze. 90’ların iki bölümünün adeta keskin
hatlarla birbirlerinden ayrılmalarının en önemli nedeni de öykü dergileri
olmuştur kuşkusuz.
İlk
Yıllar
90’ların ilk beş yılına bakabilmek
için öykücülüğümüzün seksenli yıllardan devraldıklarına göz atmak gerekiyor
ilkin. Çünkü seksenli yılların öykücülüğünden pek farklı bir seyir izlemiyor
90’ların ilk yıllarındaki öykücülüğümüz.
80’li yılların toplumsal ortamını
ayrıntılı olarak yazmak gereksiz yinelemeler olacak, hepimiz biliyoruz o
dönemin toplumsal ortamını. 80’de yaşanan o büyük travma, faşizm kolay
atlatılır cinsten değildi. Kopuş, savruluş yıllarıdır o yıllar. Baskı
ortamının, toplumsal sancıların doğurduğu mutsuzluk, karamsarlık gündelik
yaşama sızmış, geçmişle bağlar koparılmıştır. Öykücülüğümüzün böylesi bir
ortamdan etkilenmemesi beklenebilir mi? Farklı kanallara, arayışlara
sürüklenmiştir öykücülüğümüz. Toplumsal yanı ağır basan edebiyat anlayışının
bir kenara itilmesiyle edebiyat yaşamdan uzaklaşmıştır. Öykü gündemden düşmüş,
geleneğiyle bağları kopmuştur. Ellilerden gelen, yetmişlerden devralınan öykü
ortamı suskunlaşmıştır. Geleneğin getirdiği çıtayı aşmak bir yana o çıtaya
yanaşamayan yıllardır o yıllar. Bir iki örnek dışında öykücülüğümüzün düzeyi
hep düşük kalmıştır. Çıtayı zorlayan örnekler de yeterince ele alınmamış, suskunluğun
içinde kendi çıkışlarını bulamamıştır.
Önceki yıllardan gelen usta öykücülerimiz bile çoğu kez kendi
verimlerinin gerisine düşmüşlerdir. Bireyci, biçimsel kaygıları önceleyen bir
edebiyat anlayışı yaygınlaşmaya başlar. Yalnızlığı, içe dönüklüğü, iç
dökmeleri, geçmişte yaşananlarla bir başına hesaplamayı temel alan, devinimi
olmayan, olaydan, hatta neredeyse durumdan bile uzaklaşan öyküler, biçimsel
arayışlarla sunulur okura. Buna karşın yaşamdan beslenen, kara mizahı kullanan,
kaba gerçekçilikten öte yeni bir gerçekçiliğe yönelen öykücüler de çıkagelir.
Suskunlukla karşılanırlar. Ama 90’ların öykücülüğünü sırtlayıp taşıyacak
olanlar, bugünün öykücülüğüne dek etki alanlarını sürdürecek olanlar hep o
imzalar olacaktır.
Seksenlerin edebiyat ortamında,
dergi ve gazetelerinde öykünün yok denecek kadar az yer alması öykücülüğümüze
sürgün hayatı yaşatmıştır. Öykü ortamındaki suskunluğa karşın öykü kitaplarının
yayımlanmasında bir artış olduğu görülür. Özellikle seksenlerin ikinci
yarısında yaşanan bu artış bizi yanıltmasın, çünkü bu artışın nedeni belli
başlı yayınevlerinin öykü kitabı yayımlamaya ağırlık vermeye başlamasından
kaynaklanmaz. O dönemlerde yeni kurulan yayınevlerinin, ortaklaşa kurulan küçük
yayınevlerinin ve dergicilerin bastıkları kitapların fazlalığıdır asıl önemli
etken. O dönemde bir şekilde kitabını yayımlatan öykücülerimiz asıl öykücü
kimliklerini doksanlı yıllarda bulacaklardır.
Seksenli yılların sonlarında yayın
hayatına başlayan bir dergi var ki, öykücülüğümüzün sonraki yıllarına soluk
aldıracak imzalara sayfalarında yer vererek doksanların ilk yıllarında da
sürdürür yaşamını: Yayın yönetmenliğini kendisi de bir öykücü olan ve genç
yaşta yitirdiğimiz İzzet Kılıçlı’nın yaptığı “Yazıt” dergisi ve ilerleyen
sayılarında verdiği “Modern Öyküler” eki unutulmamalı. Bu ek kısa ömürlü olsa
da, bugünün öykücülüğündeki yetkin imzaların ilk öykülerini yayımlamanın yanı
sıra, doksanların ikinci yarısında ardı ardına gelecek öykü dergilerinin de
habercisi olmuştur.
90’lı yıllar öykücülüğümüzün sürgün
hayatıyla başlar. Dergilerde, edebiyat gündeminde kendine yer bulamayan öykü
gözden uzakta, içten içe sürdürmüştür yaşamını. Yayımlanan öykü kitaplarının
sayısında, özellikle 92 ve 93 yıllarında, bir artış vardır var olmasına ama
öykücülüğümüzün gelişim çizgisi dikkate alındığında nitelik olarak aynı
gelişmeden söz etmek zordur. O dönemin genç öykücüleri istenen çıkışı
yakalamamıştır, yazınsal eleştirinin öyküden oldukça uzak durması, gelişimi
yavaşlatır. Sönük ve devinimsizdir öykü ortamı. Öykü üzerine bırakın
tartışmayı, küçük bir kıpırtı bile yoktur. Edebiyat gündemini roman
oluşturmaktadır.
Önceki yıllardan gelen usta
öykücülerimiz verimlerini sürdürdüler bu dönemde de. Az yazdılar, az
yayımladılar ama sürdürdüler. Bir önceki on yıldan gelen genç ustalar ise
öykücü kimliklerini edinmekteydiler. Arayışlara girişiyorlar ve farklı
gerçekçilik anlayışlarını öyküleştiriyorlardı. Genç öykücüler ise bireyci, içe
dönük, kapalı, yaşamdan kopuk, biçemci bir öyküyü yeğliyorlardı. Genç öykücüler
birbirlerini çoğaltıyorlar, birbirine benzer yaşantıları yineleyerek benzer
öyküler yazıyorlardı.
1994 Eylül’ünde Memet Fuat’ın
“Öykücülüğümüz” isimli yazısı öykücülüğümüzün devinimsizliğini kıracak olan
dönemin başlangıcı sayılmalı. Memet Fuat, öykünün dergilerden sürülmesini,
bunun da öykücülüğümüzün gelişimine olumsuz yansıdığını dile getirir yazısında.
Bu yazıyı Uğur Kökden’in “Öykü Dergisi” yazısı izler. Yine Memet Fuat’ın
öykücülüğümüze öykü dergiciliğimize ilişkin yazıları ardı ardına yayımlanır.
Feridun Andaç yazılarıyla destek verir. Çok boyutlu bir tartışmaya dönüşemese
de öykünün gündeme alınmasını sağlar bu yazılar. Öykücülüğümüzün canlılık
kazandığı yılların temelini oluşturur.
Öykü Dergileri Kuşağı
Her dönem kendi yazınsal birikimini
de beraberinde taşıyor elbette. Kuşak kavramı yaş olarak kullanıldığı gibi
belli bir dönemi adlandırmak için de kullanılıyor. O dönemin içinde öne çıkan
bir olgu döneme adını verebiliyor. 90’lı yılların ikinci yarısındaki
öykücülüğümüzü ‘öykü dergileri kuşağı’ olarak adlandırmanın doğru olacağını
düşünüyorum. Çünkü 1995’in son ayında yayın hayatına başlayan Adam Öykü
dergisinin ardından birbirinin peşi sıra yayımlanan öykü dergileri o dönemin
öykücülüğüne damgasını vurmuştur. Hatta ‘Adam Öykü’ kuşağı bile diyebiliriz.
Öykü dergileri kuşağı 2000’li yıllara da taşınmış, etkisini bugüne kadar
sürdürmüştür. 2000’lerin ilk on yılını yazdığımızda da öykü dergilerinden söz
etmeden geçemeyeceğiz.
Memet Fuat’ın ve diğer
eleştirmenlerin yazıları sonuç verir ve ‘Adam Öykü’ dergisi 1995 yılının Aralık
ayında yayın hayatına başlar. Hemen ardından ‘Düşler Öyküler’ dergisi gelir.
‘Fayton Öykü’, ‘Üçüncü Öyküler’, ‘Bir Bilet Gidiş Dönüş’, ‘Kül Öykü’ dergileri
ardı ardına yayımlanır. Öykü dergiciliğinin yarattığı yer genişlemesiyle öykü
okuruna ulaşmaya başlar. Sürgünden dönmüştür artık öykücülüğümüz. Kendisine yer
bulmuş, o suskun günlerden çıkıp doğrulabilmek için ortam oluşturmuştur.
Gerçekten de öykü dergileri öykücülüğümüzün önündeki en önemli engeli
kaldırmış, edebiyatın canlı ortamına öyküyü taşımıştır.
90’lı yıllarda yetişen genç öykücülüğümüz
için bu çok önemli bir fırsat olmuştur. Genç öykücülüğümüzün bu fırsatı iyi
değerlendirdiğini düşünüyorum. Öykü dergileriyle yetişen, öykü dergilerinin
açtığı yolda öykücülüğünü besleyen bir kuşaktır ‘öykü dergileri kuşağı’.
Öykücülüğümüzün geleneğiyle kopan bağlarını öykü dergiciliği onarmıştır
diyebiliriz. Öykü dergileri öykü
eleştirmenlerini de ortaya çıkarmıştır. Öykücülüğümüz üzerine yazılar artmış,
eleştirmenlerimiz genç öykücülerin öykülerine ilgi göstermeye başlamışlardır.
2000’lerin ilk yıllarında da
süregiden öykü dergileri kuşağının en önemli özelliği sürekli bir arayış içindeki
çeşitliliğidir. Önceki yıllardan devralınan bireyci öykü anlayışının öne
çıktığı söylenebilirse de, her öykücü kendine özgü bir öykü dünyası kurma
çabası içindedir. Öykü dergileri kuşağı başlangıçta biçimci, içedönük, kapalı,
çoğaltmacı öyküler yazdılar, ama zamanla bunu aşmayı bildiler. Ayrışmaya giden
yolda önemli bir ivme kazandırmıştır öykücülüğümüze öykü dergileri. Öykü
dergileri kuşağının öykücüleri aynı öyküyü yazmıyorlar artık / yazmamalılar da
zaten. Farklı bir gerçekçiliğin peşindeler, kendi öykü evrenlerini kurmaya
çabalıyorlar.
Öykü dergileri kuşağının yaşamdan
kopuk bir yanı olduğu söylenebilir. O kuşağın yaşadıklarıyla ilgilidir bu biraz
da. Gündelik yaşamımızın sorunlarını öncelemedikleri doğrudur. Önceki
kuşakların muhalif yapısı öykü dergileri kuşağında yok. Ama bu sadece genç
öykücülüğümüzün sorunu değil, tüm bir edebiyatımızın sorunu. Bir başka sorun da
dilde görülür. Öykü dergileri kuşağı dil bilincine sahip bir kuşak olmadı, ne
yazık ki. Dilinin olanaklarını iyi kullanmaya çalışmak yerine, dönemin egemen
anlayışının da etkisiyle, Osmanlıca-Türkçe karışımı bir dile özendi. Sözcük
seçiminde titiz davranmadı, kendi geleneğiyle en çok ayrıştığı yerlerden
birinin bu olduğunu düşünüyorum. Dil yönünden, kendisinden önce gelen
kuşakların öykücülüğümüzü bıraktığı noktayı geriletti. Örneğin elli kuşağı
öykücülerinin, hatta yetmişlerin dile bakışıyla, öykü dergileri kuşağı
öykücülerinin dile bakışı karşılaştırılmalı, çok ilginç sonuçlara ulaşılacağını
düşünüyorum.
90’lı yılların sonlarında, uzun
yıllardan sonra ilk kez öykücülüğümüz üzerine bir tartışma ortamı doğmuştur.
Semih Gümüş’ün Adam Öykü’de yazdığı “Genç Öykücülerin Ağzını Bıçak Açmıyor”
isimli yazısı önemli bir tartışmanın başlangıcı olmuştur. Ardından Aydın
Çubukçu “Öykünün Sefaleti” isimli bir yazı yazmış ve konu soruşturmalara, öykü
günlerine taşınmıştır. Bir başka derginin konuyu farklı bir boyuta taşıyarak
dosya açması tartışmanın istenilen düzeye ulaşmasını engellediyse de, Semih
Gümüş’ün yazısı suskun öykü ortamını ve öykü dergileri kuşağının genç
öykücülerini öykü üzerine daha çok düşünmeye yöneltmiştir.
90’lı yılların öykücülüğümüze en
önemli katkılarından biri hiç kuşkusuz öykü günleri olmuştur. Ankara’da Özcan
Karabulut’un öncülüğünde ‘Düşler Öyküler’ dergisinin düzenlediği öykü günleri o
döneme damgasını vurmuş ve bugüne uzanan çizgide pek çok ilde düzenlenir
olmuştur. Zamanla uluslar arası boyuta ulaşır Ankara Öykü Günleri. Öykünün gündemdeki
yerini sağlamlaştırır. Öykü günlerindeki devinim 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nü
kazandıracaktır dünya öykücülüğüne.
90’ların ikinci yarısı öykücülüğümüz
adına hareketli yıllar olmuştur. Aynı hareketliliğin öykücülüğümüzün niteliği
açısından da var olduğunu söyleyebiliriz. Gelecek kuşaklara taşınan önemli bir
birikim oluşturmuştur 90’lı yılların öykü dergileri kuşağı.
'' Semih Gümüş’ün Adam Öykü’de yazdığı “Genç Öykücülerin Ağzını Bıçak Açmıyor” isimli yazısı önemli bir tartışmanın başlangıcı olmuştur. Ardından Aydın Çubukçu “Öykünün Sefaleti” isimli bir yazı yazmış ve konu soruşturmalara, öykü günlerine taşınmıştır. Bir başka derginin konuyu farklı bir boyuta taşıyarak dosya açması tartışmanın istenilen düzeye ulaşmasını engellediyse de, Semih Gümüş’ün yazısı suskun öykü ortamını ve öykü dergileri kuşağının genç öykücülerini öykü üzerine daha çok düşünmeye yöneltmiştir...'' Ve Ankara Öykü Günlerinde Mülkiyeliler Binasında çok hoş bir panelde gerçekleşmişti. O kıvılcım belki bugünlere atılan işaret fişeği olduğunu hep düşünmüşümdür. Keşke bu can alıcı panellerin çoğalması öykünün çok daha fazla okunur oluşuna katkı sağlayacaktır. Emeğine sağlık Kadir.
YanıtlaSil